Pazartesi, Kasım 03, 2008

SİZ DELİ İBRAHİM'İ BİLİR MİSİNİZ?

Bursa BŞ Belediyesi Şehir Tiyatroları tarihinin en büyük prodüksiyonlarından biri olarak kayıtlara geçen Deli İbrahim oyunu Bursa'da değil de İstanbul'da aynı koşullarla sahnelenmeye kalkışılsaydı, sözde ulusal medya her kanadıyla kültür ve sanat programlarında işler, yazılı basın da hak ettiği ilgiyi gösterir miydi?


14 yıllık zindan yaşantısından sonra (1640-1648 yılları arasında) Osmanlı İmparatorluğu'nun tahtına oturtulan Sultan İbrahim'in trajik öyküsü sahneleniyor Bursa'da!
Turan Oflazoğlu'nun kaleme aldığı bu muhteşem eseri tiyatro adamı Ali Düşenkalkar farklı ve özgün yorumuyla sahneye koyuyor.
Siz İstanbullular, Ankaralı veya İzmirli, Adanalı, Antalyalı sanatseverler, duydunuz, gördünüz mü, haberiniz var mı bundan?
Peki ya Bursalılar biliyor mu böylesi bir tiyatro şaheserinin kentlerinde perdelerini açtığını?
Sessizlik…
Nereden bilecekler ki?
Bize "Ulusal Basın" diye yutturulan medya, sadece İstanbul'daki kültür ve sanat olaylarını kültür ve sanattan saydığı için Bursa, İzmir, Eskişehir, Trabzon, Konya, İzmit ya da İzmir'de olup bitenlerden kime ne?
İstanbul var ya…
Hadi bu tiyatro olayıydı…
Ya buna ne demeli:
Altın Portakal Film Festivali gelip geçti önceki hafta… En NTV, ulusumuzun en baba haber kanalı, birkaç canlı bağlantı ile ülkenin kayda değer sinema organizasyonu hakkında bizleri bilgilendirdi. Bilgiye doyduk, hatta çatladık bile(!)
Aynı ENTV, Oscar, Emmy, Golden Globe, Cannes gibi bilumum uluslararası sinema festival ve ödül törenlerini, kimi zaman çift kanalından (CNBC-E) aynı anda canlı yayınlarken, ne Altın Portakal'ı, ne de bir başka yurt içi film festivalini canlı gösterme zahmetine katlanmadı. Geçelim NTV'yi, koskoca TRT ne yapıyor dersiniz, CNNTurk, SkyTurk, Haberturk, KanalTurk, ATV, Star, KanalD neyle meşgul dersiniz?
Sözüne ettiğim yabancı festival ve yarışmaları tekrar tekrar ekrana getiren NTV (eğer hafızam beni yanıltmadıysa) o gece sadece yarışmanın ardından Antalya'ya bağlanarak sonuçları verdi? (Belki bir de öncesinden vermiştir ;-)
"Neden festivalin final bölümü ekrana gelmedi?" sorusunun yanıtını kim verebilir bu ülkede?
Oscar törenine veya Cannes'a gidemeyen izleyicilerimiz için böyle bir hizmet verilebiliyorsa, Antalya'ya gidemeyip o heyecanı merak eden yurdum insanın başı kel mi?
***
Gelelim tekrar tiyatroya ve Bursa TKM'de (Tayyare Kültür Merkezi) sahnelenmeye başlanan Deli İbrahim oyununa…
Ali Düşenkalkar oyunu yönetmekle kalmadı ışığını da kendi yaptı, Murat Gedik özel müzikler hazırladı, Tayfun ve Funda Çebi çifti ise dekor ve kostümlerine imza attı. Bu isimleri tiyatro ve sanat çevreleri biliyor, tanıyordur…
Ancak, Bursalı genç tiyatrocuların performanslarına Türkiye henüz tanıklık edemedi. Oyunda öyle bir Deli İbrahim var ki, Altuğ Görgü'ye şapka çıkarası geliyor insanın. Hele Cinci Hoca'yı canlandıran Murat Liman ile Kösem'e hayat veren Nihal Türksever'in ortaya koydukları performans, Sadrazam Karamustafa'yı canlandıran Ertan Akman ile Silahtar'ı oynayan Günay Güney'in güçlü oyunculukları görülmeye değerken İstanbullu sanatseverler kadar Bursalıların büyük bir kesimi de bu değerlerin farkında değil henüz!
Bu yeteneklerden ve böyle bir oyundan nasıl haberdar olabilir sanatseverler? Elbette gazetelerden, TV'lerden ve internetten…
İyi de İstanbul'dan dışarı çıkamayan bu anlayışla nasıl olacak bu iş? Bu medya ile bu ülke nasıl yek, nasıl tek yürek olacak, anlayan varsa beri gelsin!
***
"Türkiye İstanbul'dan ibaret değil" diye defalarca yazdım bu köşeden… Lakin medyanın dediği dedik, çaldığı aynı düdük!
Varsa yoksa İstanbul… Aman İstanbul, canım İstanbul… İlçe ilçe, semt semt, sokak sokak hava durumu verilir, Anadolu'da meydana gelen her hangi minik şiddetteki depremin İstanbul'u etkileyip etkilemeyeceği tartışılır günlerce.
Kayseri Fener'i İstanbul'da, Eskişehirspor evinde G.Saray'ı eze eze yener, malum medyanın spor servisleri "F.Bahçe ve G.Saray yenildi" yazar, Anadolu takımlarının başarısı küçümsenir de küçümsenir, Yılmaz Vural ile dalga geçilir!
"İstanbul medyasıdır, (özelikle sporda) ne yapsa yeridir" demek yakışmaz…
Spor servislerini anladık da sanat editörlerine ne oluyor yahu?
Hadi son olarak onlara şöyle bir müjde vereyim; oyun turne için İstanbul'a da gelecek, belki yanlışlıkla gidip haber maber yapabilirler, benden anımsatması. Geç de olsa, (sözde) ulusal kanalda yer almaları bu genç tiyatro emekçileri onore edecektir!
Not: Bursa'nın tek Sinema Derneği İnSanat olarak bir kaç ay önce Kültür Bakanlığı'na maddi destek için baş vurmuştuk. Bugün başvurumuzun yanıtını aldık. Bütçe yetmediği için başvurmuz Bakan Ertuğrul Günay tarafından kabul edilmemiş. Gerekçesi İstanbul'un Kültür Başkenti olması nedeniyle bütçenin tamamının oraya kaydırılması.
Türkiye'nin kaymağını da sütünü de götüren kent; İstanbul! :-(Afiyet olsun)
Kaynak: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11845

YOKSA CEHENNEM BURASI MI?

Âdem yasak meyve elmayı, Havva'nın da yardımıyla yemeye kalkınca günah işlemiş ve bunun sonucu da cennetten kovulmuştu. Tabi Havva ile beraber… Geçenlerde, arkadaşlarla oturmuş bu konuyu tartışırken şu soru ortaya atıldı: Eğer Adem ile Havva işledikleri günah yüzünden cennetten kovulduysa nereye gönderildi?


***
Dünyadan, dünya gezegeninin Türkiye ülkesinden, Bursa kentinden herkese selamlar olsun!
Bu satırları okuyan herkese merhaba…
Bu yazı bir kavuşma yazsı değil elbet.
Evet, uzun zaman oldu, elim klavyeye gitmiyordu… Lakin geçen gün arkadaşlarımızla yaptığımız o malum tartışmanın ardından konuyu buraya taşımaya karar verdim.
Cennetten kovulan Âdem ile Havva neden dünyaya gönderildi?
***
Din adamları bu soruya nasıl bir yanıt verir, bilmiyorum açıkçası. Fakat benim de bu duruma bir yorumum olacak elbet.
1800'lü yılların sonundan başlayarak insanoğlunun gelişimine ve dünyanın haline baktığımızda bu soruya yanıt da bulabiliriz, sanırım!
Savaş, kan ve gözyaşı…
Katledilen siyahlar, Kızılderililer, Japonlar, Yahudiler, Müslümanlar, milyonlarca masum ve günahsız…
Birinci Dünya savaşında 20 milyona yakın insan ölmüş…
İkinci dünya savaşında ölenlerin sayısı ise 45 milyonu buluyor.
Tarihin önceki sayfalarını karıştırdığımızda da farklı manzaralar çıkmıyor karşımıza. Hep kan, gözyaşı… İnsanlar insanları öldürmüş, işkenceden geçirmiş, yok etmiş. Kimi din için yapmış, kimi toprak, kimi de dünyaya hükmetmek, kendi ırkını yüceltmek ya da…
… Ya da egosunu tatmin etmek için.
Savaş, kan, gözyaşı= acı, ıstırap, azap, yok oluş…
***
Âdem ile Havva neden dünyaya gönderildi?
Yoksa burası cehennem mi?
Yaşananlara bakılınca, ne anlam çıkar ki başka…
Hele şu (genel ve yerel) ekonomik krizler, hayat pahalılığı, terör bir çeşit eziyet, işkence, zulüm, azap değil mi?
Son model arabalara binen, ceylan derisi koltuklara oturarak, dünya denen cehennemdeki azap derecesini belirleyen zebaniler olmasın sakın?
Kapitalizmi yaratarak, bir kararla bankaları batırıp uluslararası ekonomik kriz çıkaran, ülkeleri batmanın eşiğine getiren, borsa denen azap kuyuları, IMF denen toplumların kanını emen yakıcı ve yıkıcı sistemi geliştiren şeytani akla nasıl bir tanımlama yapmak uygun düşer ki?
***
Burası dünya, (dini inanışlara göre) insanoğlunun sınanacağı bir sınav bölgesiyse, Adem ile Havva cennetten kovulup neden dünyaya gönderildi?
Burası dünya gezegeni değil de dünya denen bir cehennem olmasın sakın?(!)
2008 dünyasında ve elbet Türkiye'sinde olanlara bakınca siz de cehennemi yaşadığımız duygusuna kapılmıyor musunuz?
Ekonomik krizlere, Ergenekon olayı, PKK terörü ve trafik canavarına neden çözüm bulunamıyor?
Bir kısım zebani, siyasetçi ya da gazeteci-yazar kılığına bürünmüş, kendine yontan, kargaşa yaratan bürokrat görünümlü, üniforma giyip aramıza karışmış olabilir mi?
***
Dünya'da olup bitenleri algılamanıza yardımcı olacak bir belgesel film önermek istiyorum size.
Zeitgeist adlı Peter Joseph imzalı 2007 yapımı belgeseli Türkçe altyazılı izleyebileceğiniz linki de ekliyorum alta.
http://sufi-saja.blogspot.com/2008/08/zeitgeist-zamann-ruhu-son-srm-trke.html
Bu belgeseli izlediğinizde dünyanın bir cehennem haline geldiğini ve tüm zebanilerin nerede toplandığını daha iyi anlayacaksınız. Başka söze de gerek kalmayacak.
Kaynak:http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11796

OYNATMAYA AZ KALDI SPONSORUM NEREDE!

Lütfen dikkat! Bu yazı sinema filmi çekmeye çalışan bir garip yönetmenin yaşadığı zorlukları anlatmaktadır... Film dedim de, geçen gece Bursa'nın yerel kanallarından birinde Tim Robbins ile Morgan Freeman'ın başrolünü paylaştığı 1994 yapımı unutulmaz Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption) filmini bir kez daha izledim. Tam bir baş yapıt!


Filmin bir sahnesinde Robbins'in canlandırdığı karısını öldürmekten hükümlü Andy Dufresne karakteri yediği onca cezaya rağmen 'umuttan' söz eder. Freeman'ın canlandırdığı diğer karakter Ellis Redding de cinayetten hükümlüdür ve aldığı ceza nedeniyle daha karamsardır; "Umut tehlikeli bir şeydir" diye karşılık verir, "Umut bir insanı delirtebilir" der.
Umut hep olmalı fakat delirtmemelidir...
Benim de bir umudum var. Bu ülkede sinema yapabilme, uzun metraj film çekebilme umudu!
Film çekmek de bir şey mi?
Bu ülkede yaşamak, var olmak zorken...
Oysa sade bir vatandaş olmak da zor, hele hasta olmak, öğrenci, öğretmen, zordur anne olmak, baba olmak...
İdealist olmak aptallıktır bu ülkede...
Sanat yapmak, sinema üretmek zor ötesidir...
Sinema bizim neyimize ki, "otur oturduğun yerde" olmak varken...
***
Bu ülkede kolaylıklar da vardır da yetenek ister;
her devrin adamı olmak kolaydır mesela...
Dayılardan, emmilerden yararlanmak, 'hamili kart yakinimdir' diyebilmek, el etek öpmek, yalamak, yalanmak özel maharet, geniş ve esnek bir surat ister.
Sponsorluk yasasına rağmen destek bulmak, kaynak yaratmak zorluklar zincirinin en sert halkasıdır!
***
Bir buçuk iki yıldır çekebilmek için kaynak aradığım uzun metraj sinema filmim için çalmadığım kapı, girmediğim delik, çıkmadığım makam, denemediğim yöntem kalmadı.
"Ya para, ya ruh tercihinde parayı seçenler, ruhsuz kalıyor. Parası olanın ruhu da olmuyor" desem çok mu haksızlık etmiş olurum?
Elbette kolay değil para kazanmak, hele gani gani para ve mülk edinmek türlü hüner gerektirir!
***
Emre Altuğ'un başrolünü (gerekli kaynak bulunursa) oynayacağı uzun metraj sinema filmimize finansı yaratmak için önce Bursa koşullarını zorladık, olmadı.
Zira filmimizin konusu Bursa'da geçmekte ve daha önce Türk sinemasında işlenmemiş sosyolojik bir temayı irdelemekte.
"Futbol taraftarı olma psikolojisi" üzerine bir çalışma olacak(tı)
Evet, belki de 'Esaretin Bedeli' gibi bir şaheser filmi çıkmayacak, ama özgün (ve kült) olabilmesi için birçok özellik içermekte
Bursalı, kimi de Bursaspor'da yöneticilik yapmış en baba iş adamlarının kapsını tıkırdattım önce...
İki buçuk milyonluk Bursa'nın havasından, suyundan, emeğinden, etinden ve sütünden(!) yararlanan, Bursaspor'un adını kullanarak çevre edinen, kendilerine vitrin yapan, piyasa yaratan bu aga beylerimiz, iş sanata, kentin ve güzide takımlarının ulusal ya da uluslararası tanıtımına vesile olacak bir sinema projesine gelince "hayır" demekten yüksünmediler...
"Hayır... Biz ticaretle ilgileniriz, sinemadan falan anlamayız!"
"Hayır... Bursa'dan da Bursaspor'dan da, taraftarından da bir halt olmaz, filmi de olmaz... G.Saray, F.Bahçe ve Beşiktaş olsa belki..."
Bunları diyenler, Bursalı iş adamları, Bursa ve Bursaspor ile bir yerlere gelmiş ağır ağabeyler!
***
Bursa'dan zırnık koklatılmayınca bu kez ağalarımı İstanbul'un sanata, spora ve bir takım sinema projelerine destek olmuş hiper markalarının sularına gerdim(!)
Kimler yok ki...
Efes Pilsen...
Vole (Tuborg)...
Vodafone...
Turkcell...
Fortis...
İddaa...
"Bu Bursa projesi destek olamayız" yanıtını verdiler.
İstanbul Cumhuriyeti, pardon Türkiye Cumhuriyeti dışında, antartikaya sınır sanki Bursa...
Öyle ya Bursa'nın sahip çıkmadığı bir projeden onlara ne!
***
Hepsi bir yana da...
En çok gücüme giden Turkcell'in yanıtı oldu.
Yaklaşık 12 yıldır sıkı bir Turkcell abonesiydim...
Yukarıda adı geçen birçok marka projeyi inceledikten sonra kibarca, "hayır" yanıtını verdi...
Turkcell ise projeyi inceleme gereği bile duymadı.
Sadece ufak bir yanıt verdi: "İlgilenmiyoruz..."
-İyi de Süper Lig'e sponsorluğunuz, futbol ve taraftarlık üzerine yürüttüğünüz kampanyalarla örtüşen bir proje bizimkisi; dosyamızı inceleseydiniz, tretman ya da sinopsisine bir göz atsaydınız!
-Hayır! İlgilenmiyoruz!
- Böyle davranmanız 12 yıllık Türksel kullanıcısını çok rencide etti...
Ailemde herkes Türksel kullanıyor. Bu sizin için bir şey ifade etmiyor mu?
-!
-Hay Allah, size onca yıldır yaptığım ödemeleri bir kenara ayırsaydım belki de sponsora ihtiyacım kalmayacaktı ya neyse(!) Gerçi 30 küsur milyon aboneniz var, 10 kişilik bir eksilme sizin için bir şey ifade etmeyebilir. Lakin yakında numara taşıma ve başka GSM operatörüne geçme hakkımızın yürürlüğe gireceğini anımsatıyor saygılarımı sunuyorum...
***
Saygılarımı sunmakla kaldım...
Olsun zaten saygıda kusur etmemek lazım(!)
Mailleştiğim Türksel yöneticisi bayanın işgüzarlığıydı belki bana verilen yanıt; fakat çok üzülmüştüm. Elimde olsa hemen Türksel aboneliğimi iptal edebilirdim de numaramı kaybetmek istemiyordum. Dile kolay 12 yıllık bir sahiplenme söz konusu.
Ama şimdi numara taşıma ve başka GSM operatörüne geçme hakkı (Türksel'e rağmen) uygulanmaya başlayacak. Bekliyorum, ilk işim Türksel'den kurtulmak olacak. Az kaldı, 30 milyonda 1+9 eksik devede pire kaşıntısı, sivrisinek vızıltısı olsa da bu alışkanlık yapabilir, kendilerini kazıklanmış hisseden aboneler soluğu diğer operatörlerde alırsa kimse şaşırmasın!
***
İşte böyle; filmimi çekebilecek, finans sağlayacak birilerini bulamadım. Ha, bu arada başvurduğum Kültür Bakanlığı'ndan da destek alamadığımı anımsatmak isterim. (Başvurduğum yıl en baba yönetmen ve yapımcılar bile destek alamadı ya neyse)
Esaretin Bedeli filminin sonunda Andy, Redding' şöyle seslenir:
"umut iyi bir şeydir... belki de en iyisi"
Gerçekten de umut iyi bir şeydir de bu ülke de umutlar hep ıslaktır, lakin suya düşmeye mahkûmdur. Siz sudan çıkarır, asar kurtur gene cebinze koyup beklemeye başlarsınız, nafile... Bir bakarsınız bir anayasa kitapçığı fırlamıştır başbakanın tepesine ve allak bullak olmuştur yeni kuruttuğunuz umutlar... Bir de bakmışsınız dibinizde savaş çıkmış, ne umut kalmış ortada ne de simit(!), deprem girmiştir araya, derken e-muhtıralar, Ergenekon diye bir garip yapılanma çıkmıştır bir yerlerden, muhalefetle-iktidar çatışırken umutlar erir mum gibi...
Ve hükümetle medya patronları arasındaki didişme son damla umudu da tüketir...
Yine de bir zerre umut kalır ve "yarın kim bilir ne olacak da, umutlarımızı yeşertecek tek unsur olan istikrarı tüketecek?" diye korkuyla beklersiniz!
***
Andy gibi ben de ne pahasına olursa olsun umudumu yitirmedim.
Hayır, ülke için değil film çekebilmek için. Bu son yaşananlardan sonra "yalnız ve güzel ülkemizden" umudum kalmadı ama sinema yapma umudumu bir yerlere gizledim, koruyorum. Şöyle ya da böyle o filmi yapacağım...
Gönlüm profesyonel bir kadroyla filmi çekmek isterdi de, olmazsa tamamen amatörler ve gerçek taraftarlarla çekeceğim, yine de çekeceğim!
Çünkü her şeyin bir bedeli var. Nasıl ki esaretin bedeli varsa, cesaretin de bedeli olmalı.
Tehlikeli de olsa, insanı delirtse de, bu bedel için, sinema yapmak için, umutlanmaya değer.
Kaynak:http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11538

EKONOMİK GÜÇ=BOL MADALYA!

Olimpiyatlardaki başarısızlık ekranlarda bir süre tartışıldı, ardından gelen devşirme altın ve gümüş madalyalardan sonra ortalık duruldu. Oysa olimpiyatlarda başarılı olan ülkelere yakından bakıldığında neredeyse hepsinin ekonomik refaha sahip, kalkınmış ülke sporcuları oldukları görülebilir.


Yani ne kadar çok ekonomik gücün varsa o kadar çok sporcun madalya çıkarabiliyor.
Ekonomik gücün varsa halkın da refahı var demektir. Refahı olan halk geçim derdini düşünmediği için spora daha yatkın ve başarılı olabiliyor tabi.
Bizde bu olası mıdır?
İnsanımız karnını doyurmayı mı düşünecek, yoksa çocuklarının sporcu, topçu yoksa popçu olmasını mı?
"Çocuğu yaz spor okuluna, yüzme, judo, güreş, tenis ya da basketbol yaz okuluna gönderdik de okul kayıt masrafları ne olacak? Hadi diyelim ki çocuk hem yazdan öğrendiği yüzmesini geliştirecek, hem de okuluna devam edecek? İyi de bu çocuğun bir Michael Phelps ya da Usein Bolt olabilmesi mümkün mü?
Beslenmesi ayrı, psikolojisi ayrı, giyim kuşamı apayrı bir dert... Ekonomik krizler...
Terör...
Trafik canavarı...
Ergenekon...
Politik kaos...
Gelecek endişesi...

Yahu ne madalyası, ne başarısı?

Phelps'in kullandığı günlük 12 bin kalori ile Türkiye'de bir mahalle doyar(!)

Mehmet Demirkol'un "Enerji Politikaları" başlıklı son yazsında dediği gibi:

"Mesele olimpiyat madalyası kazanmak değil. Hiç kazanmayabilirisiniz. Sorun değil. Mesele oraya 100 favori sporcuyla gidememek. Yani sporcu yetiştiren, spor yaptıran ve hayata hazırlayan bir sisteme sahip olamamak"

İyi de bu sistem nasıl kurulacak?
Elbette ekonomik güç ve refah ile...
TV programlarında tartışılan konu bu ülkenin spor politikasının olup olmadığıydı.
Sanki öteki alanlarda bir politikası varmış da sporu tartışıyoruz.

***
Bugün ajanslara düşen bir haber ülke ekonomisinin hiç de iyiye gitmediğini bir kez daha gözler önüne serdi.
200 TL'lik yeni banknot çıkıyormuş yeni yılda.
Fakat tartıştığımız konu ekonominin ve paranın düştüğü durum değil, parada Atatürk'ün resminin yer alıp almaması...Yunus Emre sanki bu toprağın değeri değil de, paradaki resmin ne olup olmaması tartışılıyor!
Bu da gösteriyor ki; biz hiçbir zaman olimpiyat yapamayacağız ve gelecek olimpiyatlardaki başarı gene devşirmelere kalacak:
"Biz Elvan'ı, Ramazan'ı, Cem'i, Melek'i kendi adımıza yarıştırırken başka toprakların kaybetmesi muhtemel çocuklarını kurtarıyoruz. Burada sokaklarda binlerce çocuk yardım beklerken" diye eklemiş son yazısında konuyu toparlarken Mehmet Demirkol...
Sözün özü aslında ekonomik!
TL'den sıfır atılalı 3 yıl olmuyor...
Sıfır atılması bahanesiyle en yüksek banknot 50 milyondan 100 milyona (affedersiniz) 100 YTL'ye çıkartılıp çaktırmadan devalüasyon yapan bu hükümet şimdi de 200 TL etiketli parayla "TL değer kazandı" yalanlarına yeni bir kılıf arayacak.
Zira, 20 ay kaldığım İsveç'te en büyük banknotunu son ayımda görebilmiştim. Genelde 500 kronlar piyasada dolaşırdı. En büyük kâğıt para bin kronu bir defa görebildim.
Oysa Türkiye'ye geldiğimin (15 Nisan 2005) ikinci haftasında 100 YTL ile karşılaşma şerefine nail olmuştum. Daha dört ay önce piyasaya sürülmüş 100'lükün halini görseniz ağlardınız.
Bir para bu kadar mı yıpranıp, bu kadar çabuk mu ayağa düşer!
İşte o an anladım ki, bu ülkenin ekonomisi yalan ve dolan üzerine kurulu, anladım ki, olimpiyatlarda başarı hayal...
Anladım ki, bir şeyi salt bir kişinin anlaması yetmiyormuş...
Lakin "anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna" yalanmış!
Kaynak:http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11446

ÇAĞIMIZ KÖLELİĞİ ÜZERİNE BİRKAÇ SATIR...

Bizdeki kadar vahşi ve acımasız bir kapitalizm Dünya'nın bir başka bölgesinde uygulanıyor mudur, bilmiyorum! Vicdan, izan haysiyet, insanlık, din-iman hak getire... Herkesi öyle bir "götürme" histerisi almış yürümüş ki, vay parası olmayanın, vay dayısı, arkası olmayanın haline...

***

Aşağıda anlatacaklarım Bursa ve çevresinde faaliyet gösteren alışveriş merkezleri için geçerlidir. Özellikle de AKP'nin iktidara gelmesinden sonra türeyen, sahipleri dini bütün insanlardan oluşan, namazında niyazında patronların alış-veriş merkezi zincirlerinde yaşananlar... (Durumun başka ilerimizde farklı olduğunu düşünmüyorum)

Kölelik bilinen şekliyle kalkmış olabilir, lakin günümüzde ırka ya da dine dayalı değil da paranın niceliğine göre yapılır oldu.

Marketlerden, medyaya...

Bu ülkede daha acımasız ve daha vicdansızca uygulanıyor.

***

Önce hipermarket köleleri...

Hepimizin gözü önünde, hemen yanı başımızda, karşı caddede, arka sokakta... Alış-veriş yaptığımız yerlerde, "hiper" kisvesiyle sunulan marketlerde çalışanların trajedisine tanık olmak, sessiz çığlıklarını duymak, hallerini anlamak için, onlara yakın, daha yakın olmanız, hiç gülmeyen yüzlerine dikkatle bakmanız gerek!

Bunlar bizim insanlarımız... Bizim çocuklarımız, kızlarımız, oğlanlarımız... Emekleri sömürülüyor, hiçe sayılıyor... Ne kollayanları var, ne de haklarını savunacak bir sendika, dernek ya da vakıfları?

AB standartlarına göre 8 saatin üstünde bir elemanı çalıştırmamak gerek. Gelin görün ki Hipermarket çalışanları için böyle bir standart söz konusu bile olamaz. Denetleyen ve gelip soran yetkili, konunun uzmanı birim ya da denetmen ve resmi kuruluş olmadığı için, hegemonyalarını ilan etmiş durumdalar! Az elemanla çok iş yapmayı hedefleyen alış-veriş merkezlerinden devşirme hipermarketlerde görev alan bir işçi en fazla üç ay dayanabiliyor ve en eski çalışan dört ayı bulmadan zor koşullara pes edip ayrılıyor.

Bu marketlerde çalışan (adı bende saklı) bir bayan kasiyerin anlattıkları aynen şöyle:

"Öyle bir tempoda çalışıyoruz ki, kasada görev yapacak eleman almadıkları için bazen işlerin yoğun olması nedeniyle saat 10'da iş başı yapıyor, gece saat 11'de işimizi bitirebiliyoruz. Fazla mesai ücreti yok. İtiraz edenin hemen işine son veriliyor. Kasada saatlerce oturduğumuz için, bazen susuyoruz. Musluğa gitmek sorun olduğundan çalıştığımız marketten 15 kuruş ödeyip (küçük) pet şişe satın alarak su içebiliyoruz. Başımızdaki şefler zebani gibi görünmeye başladı artık. Öyle despot öyle insafsızlar ki, market değil sanki askeri esir kampında hissediyoruz kendimizi. İş çıkışı servis kalkıyor, lakin tek araç olduğu için, evlerimize ulaşana kadar koca Bursa'yı gece vakti dolaşmak zorunda kalıyoruz. Ertesi gün gene aynı işkence ve gene aynı sorunlar. Her halde ben de üç ayımı tamamlayamadan bırakacağım. Böyle bir tempoya ne beden dayanır ne de zihin! Hakkımız alsak neyse, verdikleri maaş askeri ücret!"

Bu alış-veriş merkezlerinin sahipleri AKP ile birlikte palazlandı. Her mahallede, her caddede mantar gibi bitti. Ne denetleyen var, ne de hesap soran!

Bunları yapanlar ise dini bütün, "elhamdülillah müslüman" olduklarını iddia eden cenahın insanları.

Helâl para kazandıklarını sanıp, bu paralarla defalarca umreye, hacca gidiyor, gidemeyenlere destek sağlıyor, camilere yardımlar yapıyorlar.

***

Ve Medya köleleri...

Gölge Adamlar Belgeseli'ni gerçekleştirmek için mülteciler arasında yaşamam ve onların yaşantısına tanıklık edebilmem için benim de İsveç'e iltica etmem gerekiyordu.

İltica başvurumu yapmış, bir kaç ay sonra da ifade vermek, iltica gerekçemi sözlü sunmak üzere Migrationverket denen yabancılar şubesi görevlisinin karşınsına çıkmıştım.

"Neden ülkenden kaçtın?" sorusu üzerine, "Kaçmadım, buraya gelmek zorunda kaldım" diye yanıt vermiş, Türkiye'de görev yapan medya mensuplarının sendika kurma haklarının olmadığını söyleyince de görevli memurun şaşkınlığına, aynı şaşkınlıkla karşılık vermiştim.

"Evet, ne yazık ki benim ülkemde görev yapan gazeteciler sendika bile kuramaz. Kurmaya kalkanlar hemen işten atılır ve bir daha da iş bulamaz!"

İran asıllı bir İsveçliydi görevli memur ve o bile inanamamıştı söylediklerime... "Sana inanmıyorum" diye karşılık vermişti, İsveçli Farsi!

Amma ve lakin acı bir gerçekti anlattıklarım. Sendikal hakkı olmayan bir medya topluluğu patronlarının insafına kaldıysa, sadece belli başlı köşe kapmacasını ihya edip, diğer çalışanları "fikir kölesi" haline getirdiyse, varsın Ali Kırcalar, Mehmet Barlaslar, Ahmet Hakan, M. Ali Birandlar bir kanaldan diğerine kanat çırpsın, milyon dolarlarla yemlensin... Kölelerin omuzlarına basarak tırmandıkları zirvenin yamaçlarında sömürülen meslektaşlarının sendikasız ağıtları, gün gelecek yüreklerini burkacaktır.

Yukarıda anlattıklarım Şubat 2004'te Göteborg'da yaşanmıştı... 2 bini 8 geçe bu ülke topraklarında değişen hiçbir şey yok... Hâlâ gazetecilerin sendika kurma hakkı yok... Ekonomi kör topal ilerliyor, birileri hamutuyla götürürken, patronlara insaf, diğerlerine "Allah aklı fikir versin" demek yetmiyor!

***

Bir de sağlık sektöründeki sömürge düzeninden ekleme yapmak istiyorum.

Malum, AKP iktidarıyla birlikte yaygınlaşan bir diğer alan da özel hastaneler! Bursa'nın göbeğine yapılan gökdelenlerden birine konuşlanan MedicalPark bunlardan biri. Gerçekten çok çağdaş bir görüntüye sahip, muhteşem bir binada hizmet vermekte... Malum, sigortalı hastalar da buraya gidip tedavi olabiliyor. Geçenlerde şeker hastası olan annemin göz ameliyatı da bu sözüne ettiğim hastanede yapılmıştı. Annemle ilgilenen kız kardeşimin bir şey dikkatini çekmiş:

Ameliyat sonrası hastanın konaklaması gerekiyormuş. Tedavi ve ameliyat sonrası imzalatılan bir belgede annemin "yatılı hasta" olduğu yazıyormuş. Fakat MedicalPark annemi hemen taburcu etmiş. Konaklamadığı halde kâğıt üzerinde konaklamış olarak gösterilen hastanın ya da hastaların parası kimden çıkacak dersiniz?

***

Geçen gece NTV'deki canlı yayınlanan programında Celal Pir, Pekin'de devam eden olimpiyatlarda sporcularımızın başarısızlığını tartışıyordu.

Konuklardan gazeteci Tayfun Bayındır ile Mert Aydın Türkiye'nin spor politikasının olmadığından söz etti. Benim de aklıma hemen şu düştü:

Spor bir yana bu ülkenin sağlık, eğitim, ekonomi, sosyal ve kültürel politikası var mı ki, spor politikası olup olmadığını sorguluyoruz.

Neremiz doğru ki, boynumuzun eğriliği gözümüze batıyor!

Kaynak:http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11384

NTV ÜZERİNE BİRKAÇ SATIR...

NTV üzerine birkaç satır... Aslında tam açılımı 'Nergis Televizyonu'ydu... Nergis Holding'in Bursa'daki Olay TV'den sonra ulusal çapta çıkış yapmayı planladığı, Nuri Çolakoğlu'nun temellerini atıp yeşerttiği Türkiye'nin ilk haber kanalı...

O yıllarda yazarınız Olay TV'de çalışıyor, NTV'nin kuruluşuna yakından tanık ediyordu. Nuri Çolakoğlu ve yardımcısı Namık Kasapbaşoğlu'na bu yapılanmayı emanet eden de dönemin Devlet Bakanı ve Bursalı işadamı, milyarder Cavit Çağlar'dı.

Oysa Çağlar, Olay Gazetesi ve Olay FM'den sonra kurduğu Olay TV'yi yurt geneline yayın yapan bir TV olarak planlamış, o nedenle de Can Okanar ile Cüneyt Canver'i tam yetkili olarak Olay TV'nin başına getirmiş, lakin Canver-Okanar ikilisi Bursalı işadamını sömürme yoluna sapınca, bir gecede kapı dışarı edilmişti. Sonrası malum, Canver hakkın rahmetine, Çağlar ise TMSF'nin merhametine nail olmuştu(!)

(Can Okanar'ın akıbeti hakkında bir bilgim yok)

***

Neyse, gelelim tekrar NTV'ye...

Benim favori kanallarımdan biridir...

Yayın kalitesi, haber programları vs vs... Çok çok başarılıydı. (Hâlâ da emsallerinin çok önünde) CNN TURK'ün (anlamsızca) antenden çıkıp kablo ve uyduya geçmesiyle meydan NTV'ye kaldı. Kanal 24 Fuat Kozluklu ile iyi bir çıkış yapsa da, Kozluklu'nun ayrılması çiçeği burnunda bu haber kanalının gazının erken kaçmasına neden oldu... Sky Turk bu haber yarışında (arada sahte deparlar atsa da) pek ipi göğüsleyecek gibi görünmüyor.

İlk göz ağrımız TRT'nin hangi kanalı haber, hangisi eğlence, hangisinin eğitim ve sanata, spora ayrıldığı ise belli değil.

(Galiba TRT3 spor ağırlıklı yapıyor olabilir ama emin değilim:-)

NTV şu an rakipsiz...

Lakin bir süredir bir haller oldu bu güzide haber kanalına...

Birileri (yayın sorumlularına) Türkiye'nin İstanbul'dan ibaret olmadığını göstermeli, anlatmalı, hatta belletmeli...

O ne öyle, meteoroloji raporlarında bile İstanbul'un değil ilçelerini, neredeyse semt semt, sokak sokak hava durumlarını verecekler... Yedi tepeli şehre ayrı bir ülke muamelesi yapmak, öteki kentlere saygısızlık değil mi?

İstanbul bu ülkenin değil, dünyanın bile sayılı metropollerinden biri, evet... Amma ve lakin bu ülkede başka yerler de var; Türkiye İstanbul'dan ibaret mi?

Gönen'de deprem oluyor, telefon bağlantılarında yöneltilen ilk soru:

"Bu sarsıntı İstanbul depremini tetikler mi?"

Her şey İstanbul odaklı...

Sanki Gönen'de yaşayanlar uzaylı, sanki Marmara'daki fayın kırılması yalnız İstanbul'u etkileyecek de, Tekirdağ'a İzmit, Yalova, Bandırma, Çanakkale, Bursa ve Adapazarı'nda ot bitiyor!

Güngören'de bombalar patlar, anında "SON DAKİKA..." ibaresi belirir.

Konya'da yurt binası çöker, üstün körü birkaç bilgi ve ayrıntı...

Sonra anlaşılır ki Güngören'deki olay ile Konya'daki olay arasında hiç fark yok, neredeyse kayıp sayısı bile aynı; biri bölücü, diğeri cehalet terörü.

Gerçi salt NTV değil tüm ulusal medyanın genel yaklaşımı bu şekilde. NTV eskiden böyle değildi.

Konya ve Güngören'e yaklaşımlarından bunu çıkarmak güç değil.

***

NTV Spor, özerkliğini ilan edip(!) ayrı bir kanaldan yayına geçince NTV'nin spor haber kalitesinde ciddi bir düşüş gözlenmekte. Her haliyle spor haberlerini ikinci plana attıkları aşikâr...

Dün (Çarşamba) Fenerbahçe'nin MTK Budapeşte maçını NTV Spor canlı yayınladı ya, NTV sadece maçın skorunu vermekle yetindi. Fenerbahçe'nin 5-0'lık galibiyeti ile biten maçın ardından NTV'de gollerin yayınlanmasını bekledim ama ne gezer... (Benim gibi uydu anteni olmayan, Kablo TV olanağından mahrum yüz binlerce insan var bu ülkede) Ne goller ekrana geldi gece, ne de maçla ilgili bir program yapıldı.

İnternet'ten NTV Spor yayınlarını izleme olanağını veren 'Sipru adlı bir garip programcık'ı indirmiştim, fakat çalıştır çalıştırabilirsen, yoğunluktan kitlenmiş belli ki!

Neyse ki ertesi gün(Perşembe) öğlen haberlerinin ardından yayına giren spor bülteninde golleri izleyebildik. ***

NTV bu ülkenin ilk haber kanalı...

Hâlâ ilgiyle izliyorum. Ekrandan yaptığı çevreci programları ve yayınladığı belgeselleri takdirle karşılıyorum. Hele ki, Nedim Hazar'ın hazırladığı "Hareket Halinde Türkiye" adlı çalışması harika olmuş...

Lakin Türkiye İstanbul'dan ibaret değil...

Türkiye'nin 68, İstanbul'un ise 11 küsur milyon olduğunu, geriye 57 milyon kaldığını anımsatmakta yarar var...

NTV, yayın kollarını açarak tüm Türkiye'yi kucaklayabilir, bunu daha önce yapmıştı, yine yapabilir.

"Hareket Halinde Türkiye" belgeselinde de ifade edilmek istendiği ya da bizim algıladığımız gibi;

TÜRKİYE İSTANBUL'DAN İBARET DEĞİL!


Kaynak:http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11354

HANGİ TERÖR DAHA ACI?

Güngören'de patlayan bombalar sonucu 17 vatandaşımız hayatını kaybederken, medyada yansıyan görüntülere ilk tepkiyi İstanbul Valisi Muammer Güler vermişti. Ekranların çoğunda denetimsiz, fütursuzca yayınlanan görüntülere yürek bile dayanmazdı...

Bombalama olayının haftası bile dolmadan bu kez cehalet terörünün bombası Konya'da 18 masum canı da aramızdan söküp aldı!

Olay yeri İstanbul Cumhuriyeti'ne(!) uzak olduğu için mi bilinmez, aynı ekranlar bu defa daha temkinliydi...

Trajedi aynı, adı başkaydı.

Ancak bir başka soruyu akıllara düşürdü:

Hangi terör daha çok acı veriyor?

Ülkeyi huzursuz etmek için çırpınanların yaptıkları mı, yoksa cehaletin, vurdumduymazlığın, denetimsizliğin neden olduğu acı ve gözyaşı mı?

Balık hafızalı toplum olduğumuz tescillidir ya anımsatmakta yarar var:

-Bu ülkenin Ümraniye'sinde insanlar çöp dağlarında yaşanan patlamada öldü...

-Her kış onlarca vatandaşımız sobalardan sızan gazlar sonucu helak olmakta.

-Namus cinayetlerine kim 'dur' diyebildi?

-Şofbenden sızan gaz sonucu zehirlenenlerin sayısını bilen var mı?

-Kap-kaç teröründen, tinercilerin gazabından mağdur olanlara ne demeli?

-Ya trafik terörüne verilen kurbanların çetelesini kim tutar bu ülkede?

-Depremin eli kulağında; 1999'dan bu yana hangi önlemler alındı, on binlerce insanın göçük altında helak olmasından ders alması gerekenler kimdi?

Hangi ölüm daha acı?

Teröre kurban olmak mı, yoksa cehalete?

En büyük sorunumuz eğitimsizliğin yarattığı (göz ardı edilen) canavar; CEHALET!

Antalya'da son çıkan orman yangınına, tutuşturulan anızların sebep olduğu anlaşıldı. Turizm ve tatil cenneti Antalya kırsalında var olma savaşı veren gariban 3 köylü kadının gözaltına alındığı haberi yansıdı.

Zavallı üç kadın, cahil, günahsız...

Yetkilinin biri sallıyor, "O kadar yazdık çizdik, bağırdık, gazete, radyo ve televizyonlarda duyurduk ama anız yakılmaması gerektiğini öğretemedik!" diyor.

Kadınlar o kadar zavallı ki, yetkilinin cehaleti gölgede kalıyor! Kadınların okuma yazması olmadığını, değil gazete bulup resimlerine bakmak, televizyon izlemek, radyo bile dinleyemediklerini kestiremiyor.

Yarım hocanın insanı dinden çıkarması gibi, yarı eğitimli (yetkisiz) yetkilinin cehaleti gırtlağına dayanmış.

***

Çanakkale'den, Dumlupınar'dan, Sakarya'dan, Yemen'den kalma alışkanlığımız genlerimize mi işlemiş nedir bilinmez, bombaların üstüne giden bir ırkın ahfadı olmuşuz...

Dere yataklarına ev, evlerin altına ruhsatız fırın, mahalle aralarına havai fişek fabrikalarına göz yumar, sarı ışıkta yavaşlayacağımıza gaza basar, tek kuruş vergi vermemek için yüz takla atar, üst geçitlerin altından, alt geçitlerin üstünden geçeriz, kaçak tersanelerde garibanları cehalet tanrısına kurban veririz.

Hangi terör insanın canını daha çok yakar?

Cehalet mi, bölücülük mü?

Kapatma davası, kapatmama davası olmuşken, Ergenekon, derin devlet diye yutturulmaya çalışılırken ha Güngören'de bomba patlamış, ha Konya'da 18 minicik kızcağız telef(!) olmuş...

Ne farkı var ki, ne fark eder ki?

Ateş düştüğü yeri yaktıkça, ha başını örtmüşsün, ha göçük altına atmışsın, ha bombalamış, ha dışlamışsın...

..ne fark eder!

Kaynak:http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11332

BİKİNİ VE DÜŞÜK BELLİ PANTOLON GİYME YASAĞI...

Bir bizden, bir de Sam Amca'nın memleketinden birer ayrıntı... Altı çizilecek konu; yaklaşım, ön yargı ve zihniyet... "Maksat üzüm yemek mi, yoksa bağcıyı dövmek mi?" sorusuna yanıt bulabilirseniz ne âlâ...

***

Bursa'da Osmangazi Belediyesi'nin yaptırdığı su kayağı tesisi SukayPark'ta, Osmangazi Belediye Spor Kulübü'nün koyduğu, "tesis içinde bikini ile dolaşma yasağı" bir hayli yankı buldu. Popüler medya, AKP belediyesine yüklenme fırsatı bulunca da konu gündemde kaldı. Geçen akşam Osmangazi Belediyespor Kulübü Başkanı Bursa Olay TV'de konuyu irdeliyordu ve şu ayrıntıya dikkat çekti:

"Biz sadece kafe ve restoran bölümünde bikiniyle dolaşmayı yasakladık!"

Lakin, aynı günlere denk gelen bir başka haber ise pek de rağbet görmedi. AA kaynaklı, http://www.ntvmsnbc.com başta olmak üzere birçok internet portalında yer alan haberde "ABD'nin Louisiana eyaletinin Delcambre kasabasında çok düşük belli pantolon giymek yasaklandı" deniliyordu.

Benzer bir haber, e-kolay portalında da haber olarak yer aldı ve "Güney Chicago eyaleti Lynwood kenti yetkilileri bundan böyle iç çamaşırı 8 santimden fazla görünen kişilere 25 dolar ceza vereceklerini açıkladı"

Bunlar Türkiye'de güney sahillerinde yaşansa, yaygın medyanın takınacağı tavrı düşünebiliyor musunuz(!)?

***

Bir önceki yazımda konu ettiğim işsiz gazeteci arkadaşımla karşılaştım geçen gün tekrar. Biraz kendini toparlamış gibiydi. Ciğerlerinde sorun çıkmış, tedavisi devam ediyormuş. Yaklaşık 20 kadar iğne vermiş doktor. İğneleri yaptırmak için mahallesindeki sağlık ocağı ve polikliniklere gitmiş.

Buraya kadar her şey normal... Fakat arkadaşımın laf arasında söylediği bir ayrıntı vardı ki, bir hayli dikkat çekiciydi.

"Bazı akşamlar, iğneyi türbanlı hemşireler yaptı!"

Türbanlı bir hemşire, erkek bir hastaya poposundan iğne yapıyor!

Haber değeri yok değil mi?

Haber olabilmesi için, hemşirenin iğneyi yapmaması gerekir ki, malum medya olayı gündeme taşısın, işin içinde bir çapanoğlu arasın!

Yani köpeğin adamı değil, adamın köpeği ısırmasının haber olması gibi!

Elbette o göreve geldiyse biri, kadın erkek bakmadan görevini ifşa etmesi gerekiyor. Etmeyenlerin, yani erkek hastalara dokunmak istemeyenlerin böyle bir hakkı olmamakla beraber, kişilik problemi yaşadığını çıkarmak da olası değil midir?

***

İşsiz gazeteci arkadaşım, sosyal güvencesiz, beş parasız halde tedavisi için Bursa Türkan Akyol Göğüs Hastalıkları Hastanesi'nin yolunu tutmuş. Muayene sonucu akciğerinin su topladığı ve hastaneye yatması gerektiği söylenmiş doktoru tarafından.

Arkadaşım direnmiş, "İyi de doktor bey! Ben de sigorta da, yok para da! Ben hastane masraflarını nasıl öderim?"

Doktor, hastasını tedavi etmek istemesinden mi, yoksa halden anlamamasından mı nedir bilinmez, ısrarla, "Dert etme, senden zorla para isteyen yok, ödersin, ödersin" şeklinde bir tepkide bulunmuş.

Arkadaşım kabul etmemiş, ancak, ciğerlerinden şırıngayla çekilen su masrafının da 253 YTL tuttuğunu, devletin Göğüs Hastalıkları Hastanesi'nin de buna karşılık iki ayrı taksit şeklinde senet imzalattığını anımsattı.

"O parayı ödeyecek durumum yok! Benden ne alacaklar, ne evim ne de barkım var!"

Yeşil kart çıkarması konusunda yapılan önerilere de karşı çıkıyormuş!

"Yahu yeşil kart sefalet içerisinde olanlara veriliyor. Şu halime baksana, babasının evinde sığıntı olarak yaşayan gazetecinin sefalet içerisinde olduğunu nasıl kanıtlayabilirim. Hem durumu benden de kötü olanlar vardır. Hiç olmazsa onların hakkını gasp etmemiş olurum. Yeşil kart bana yakışmaz!"

Belli ki arkadaşım onuruna yediremiyor, inatçıdır!

Ama durumu geçen seferkinden daha iyice, "Er ya da geç düzelirim de, memlekete ne olacak ona yanıyorum. Baksana, kapatma davası, Ergenekon, orman yangınları, hayat pahalılığı, kene, terör! Asıl hastalık bunlar, onlar ne zaman iyileşecek, nasıl tedavi edilecek bu sorunlar, beni üzen konu bu!" şeklindeki sözlerine gülmeden edemedim.

"Ağlanacak halime gülüyorsun!" der gibi baktı.

"Tıpkı memleket gibisin..." dedim, "O da ağlanacak halde değil mi? Ama gülüyoruz, galiba gülmek bize yakışıyor, onu da ne kadar becerdiğimiz tartışılır ya neyse!

Kaynak: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11295

BU ÜLKEDE GAZETECİ OLMAK YA DA OLAMAMAK!

İşte bütün mesele bu... Çok yakından tanıdığım işsiz bir gazeteci arkadaşımla karşılaştım geçen, bir süredir yolumuz kesişmiyordu. "Ne var ne yok, hal hatır, iş güç?" diye sordum ayal üstü, sorduğuma da soracağıma da pişman oldum!

"Valla sorma..." dedi önce ve devam etti saymaya; 'Ne var 'diyorsan, dert, sorun, tartışma (aile içi) sıkıntı ve yığınla problem....(Memleket meseleleri ise işin tuzu biberi) 'Ne yok'a yanıtım ise iş yok, para yok, huzur yok, mutluluk ara ki bulasın!'

Ve sonuna da ekledi:

- Korktuğum şey geçen başıma geldi. Hastalandım. Malum 8 yıldır işsizim. Ne sosyal güvencem var, ne de doktora gidecek para!

Şaşkınlıkla arkadaşımı dinliyordum, dikkatli bakınca yorgunluğu ve soluk benzi, çatallı çıkan sesi daha çok gözüme batmaya başladı. Belli ki ciddi bir sorun yaşamış!

-Yahu kardeşim, geçmiş olsun. Peki ne yaptın, ne ettin de tedavi oldun? Şimdi nasılsın?

-Biraz iyi gibiyim...

-Tedaviyi nasıl hallettin, doktor filan!

-Yapılana pek tedavi denebilir mi bilemem ama mahallemizdeki polikliniğe gidip emekli babamın adına bazı ilaçlar aldık. Oysa ilaçlar benim içindi. Sağ olsun oradaki halden anlayan genç doktor buna göz yumdu. Biliyorum doğru değil, lakin ne edecen mecburiyetten. Hoş sigorta olsa da ne işe yarayacak ki, baksana şu özel hastanelerin ettiğine?

"Ah be arkadaşım keşke aktif gazeteci olaydın da 212'den sigortan işleseydi" diye ekliyorum ki, gerçeği yüzüme vurdu...

"E ne olacaktı ki, 212'den sigortalı olmanın bir hükmü mü kaldı, sağ olsun hazreti başbakan yönetimindeki yüce(!) AKEPE hükümeti sağlık sisteminde çığır açtı(!) işe önce gazetecilerin, ezilen gazetecilerin haklarını gasp etmekle başladı. Ama Allah var bunda Tayyip efendiye kızmıyorum, asıl kızdığım anlı şanlı gazetecilere, eli kalem tutan bir teki bile bu konuyla ilgili tek satır yazmadı. Koskoca ulusal medya çalışanlarının sendika kurma hakkı bile yok. Bir de bizim gibi yerel medya çalışanlarını düşün... Söküğünü dikemeyen terzi gibiler. Hükümet de bir sağdan, bir soldan vurup duruyor, olan gariban ve yıllarca işsizlikte gazetecilik sıfatını bile yitirmiş bizim gibilere oluyor!"

-Haklısın...

-Haklı olsam kaç çeker? Umurunda mı Can Dündar'ın Ali Kırca, Mehemt Ali Birand'ın, umurunda mı Ahmet Hakan, Fehmi Koru, Nazlı Ilıcak veya Zülfü Livaneli, Cüneyt Arcayürek ya da Mehmet Barlas efendilerin? Geç bunları, Recep Tayyip Erdoğan'ın ne kadar içini cızlatıyor? Bay Deniz Baykal aldırıyor mu sanıyorsun bunlara, Devlet Bahçeli'nin, Yaşar Büyükanıt paşamızın şeyinde miyiz biz!

-Onların derdi başka canım!

-Haklısın, onların derdi memleket meseleleri... Ne de olsa bu memleketin en alt tabanında kalanlar onların dertleri altında inim inim inliyormuş, dert mi? Ergenekon, vergenekon, açma-kapama davası, kasap havası, geç bunları anam babam geç bunları. Bize haram, bu topraklarda yaşayanlara huzur ve mutluluk haram, bugün tartıştıklarımızın 10, 20, 30 ya da 40-50 yıl önceki tanımlamaları neydi anımsıyor musun? O zaman vitrinde İnönüler, Menderesler, Bayarlar vardı, sonra Ecevitler, Demirel, Erbakan ve Türkeşler memleketi ziyan etme bayrağını devraldı. Gelen gideni arattı. Sonra Özallar, Çillerler, Mesutlar, Bahçeliler türedi... Ve derken Hazreti Tayyip Erdoğanlar Güller, Baykallar sahnedeki yerlerini aldı. Lakin sahnelenen senaryo hep aynı. Birbiriyle didişen, tahammülsüz, saygısız, güven vermekten uzak, kendi yandaşlarını öncelikle gözeten sistem aynen devam etmekte!

-Haklısın Türkiye bu zihniyetten çok çekti kaybetti.

-Evet, yani ben de etik ve doğru olmadığını bildiğim halde ihtiyacım olan ilaçları babamın adına yazdırıyorum işte! Kaldı ki bu ülkede etik olan ne var, doğru olan ne, ya adalet, hak hukuk? Benim hakkımı savunamayacaksa, o zaman da kendi adaletimi kendi hak ve hukukumu oluştururum.

-Ne o mafya mı olacaksın yoksa?

-Yok be dostum, ben sadece kendim için, yaşamak, var olmak, nefes alabilmek için yapacağım dediklerimi, bilirsin beni, tanırsın. Mafyayla, hırlıyla, hırsızla işimiz olmaz! Biraz yalaka olabilseydim bunca yıl işsiz kalır mıydım?

***

Haklıydı arkadaşım... Ne diyebilirdim ki, "acil şifalar" dilemekten başka. Ağır adımlarla uzaklaştı yanımdan, söylediklerini bir daha düşündüm, "haklısın dostum, haklısın ama kimin umurundaki haklı olmak!" diye mırıldandım ardından.

Olsun benim umurumda ya. Uzaklaşırken buruk bir şekilde el salladı sokağı dönerken, acı bir tebessüm belirdi yüzünde...

Kaynak: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11202

ORTALIK AJAN KAYNIYOR!

DHA kaynaklı haberin başlığı "CIA ajanı ABD'li kadın hakkında yakalama emri çıkarıldı!" şeklinde yer aldı milliyet.com.tr'de. Oldum olası bu haberlere aklım ermemiştir.

Nasıl olur da elin ajanı elini kolunu sallayarak Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar girip de oradaki halkı kışkırtmasına ya da bir takım telkinlerde bulunmasına göz yumulur?

Bu ülkenin hiç mi jandarması, polisi, gizli servisi yoktur da bunlar hakkında haberdar olunmaz?

Hadi, cumhuriyetin ilk yıllarında anlarım, sistem oturmamış, polisin, jandarman, gizli servisin falan yok da elin Rus, İngiliz ya da Alman ajanı gelip oralarda isyanlara ön ayak olabilir de, bugün, bilgi ve iletişim çağında nasıl oluyor de ayakta uyuyoruz, biri bana anlatsın!

Haberden bir bölüm:

"Budist olan ve iyi derecede Kürtçe konuşabilen (Barbara Anna) Lakeberg'in Kuzey Irak'ta insan hak ve özgürlükleriyle ilgili bir dernek kurduğu, bu derneğin bir şubesini ise Diyarbakır'da açmak istediği, bu konuda da sanıklar Hüseyin Bulut ile Aydın Tunçyüzlü'den yardım istediği telefon görüşmeleri ve sanıkların ev ve işyerlerinde ele geçen dokümanlardan belirlendi."

Günaydııın, hade uyanın da balığa çıkalım(!)

Kadın Kürtçe öğrenip de gelmiş, vay bee ne kadar da masumane(!) üstüne hak ve özgürlükler içerikli bir dernek kurmuş (yabancı biri nasıl oluyor da burada dernek kuruyor o da ayrı bir tartışma konusu ya...) Ne zaman ki Diyarbakır'a geçiyor, bizimkiler o zaman işkilleniyor...

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı yakalama emri çıkarmış, Polisin her yerde aradığı Amerikalı kadın ajan Barbara Anna Lakeberg'i ara ki bulasın... Hay Allah, nereye girmiş olabilir ki (?) Adalet Bakanlığı da Başsavcılıktan konuyla ilgili bilgi istemiş.

***

Şimdi filmi tersine çevirelim ve söz konusu Anadolu değil de ABD'nin Arizona bölgesi olsun. Bizden de yağız bir Anadolu delikanlısı gidip orada Kızılderili Siu kabilesinden arta kalan torunlarını Sam amcaya karşı örgütlemeye çalışsın! (Gerekiyorsa siu dilini bile öğrenmiş olsun:)

Ne olacak dersiniz?

Ya da bir delikanlımız çıkar mı bu işe gönüllü?

Geçin ABD'yi, İngiltere'de benzer bir girişimde bulunsak veya Almanya'nın Bavyera eyaleti kırsalında (!) böyle bir şey denense, Fransa Korsikalıları için de böyle bir girişim söz konusu olsa, Finlandiya'da asimile olan Sami halkı ve Yunanlıların katlettiği Çimerya Arnavutları'ndan kalanlarını örgütleme şansı doğar mı?

Bizim gizli servisimiz böyle bir çaba içine girer mi ki acep, yeltenir mi böyle bir şeye?

-Hadi canııım ne gereği var değil mi, işin mi yok, otur oturduğun yerde(!)

-İyi ama onlar neden gelip Kürtleri bize kışkırtmak için çabalar, ne zorları var ki bizimle?

-Evet, zurnanın "zart" dediği yer de burası işete...

***

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bizim medyamızda yer alan bir haber gözüme ilişmişti. (Tam anımsamıyorum ama belki de bir yazarımızın köşesinde de okumuş olabilirim) Olay aynen şöyle:

ABD, yeni kurulan Azerbaycan'a büyükelçilik açmış. Bakü'deki Azerbaycan'ın kuruluş kutlamalarında bizim üst düzey bakan, başbakan ve hatta Cumhurbaşkanı'nın yanı sıra ABD adına büyükelçileri de ordaymış.

Konuşma yapmak üzere ilk ABD Bakü büyükelçisi de kürsüye gelip konuşmaya başlayınca herkes şaşkınlıkla büyük elçiyi dinlemiş, zira Türkçe, üstelik Azeri Türkçesiyle konuşmasını yapmış.

Tören sonunda bizim gazetecilerden biri, yarı hayranlık, yarı da şaşkınlıkla büyükelçinin yanı kadar yanaşıp Azeri lehçesini nasıl öğrendiğini sormuş. Büyükelçi de (Belki de kafası iyi idi o sırada) "Benim Bakü'ye büyükelçi olacağım 20-25 yıl önceden belliydi!" gibi bir açıklama yapmış...

-Nasıl yani?

Büyükelçinin verdiği tarihlerde Azerbaycan diye bir devlet ortada yok ve Sovyetler Birliği ABD'nin en büyük düşmanı...

***

Şimdi, bir CIA ajanının Anadolu topraklarında cirit atmasına şaşırıyoruz.

-Kürtçe biliyormuş...

-Dernek kurmuş...

-Halkı provoke ediyormuş...

E bunları bilmeyen yok ki, herkes biliyor ki tüm ajanlar cirit atıyor, gülle topluyor, altımızı oyuyorken biz öylece baka kalıyoruz ve şaşırmaya devam ediyoruz!

Kaynak: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=11028

Pazar, Haziran 15, 2008

ATATÜRK'Ü SEVMEME HAKKI!

Aslında durum çok ama çok üzülmemizi gerektirecek bir noktaya gelmiş...Anlatamamışız bu ülke değerlerini, Mustafa Kemal'i, İsmet İnönü'yü, Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir'i, Çanakkale'yi, Sakarya, Dumlupınar, Yemen, Malazgirt'i, Viyana kapılarından dönmemizi anlatamamışız gençlerimize...

Ve bu gidişle de anlatamayacağız, üniversite kapılarından uzaklaştırıp da geleceğimizi yobazların kucağına veya bölücülerin ocağına ittiğimiz sürece de beceremeyeceğiz bu ulusun ne denli değerli, bu toprakların ne denli özel, kültürünün de bulunmaz olduğunu anlatmayı...

Yasakları yasaklamadıkça olmayacak.

Eyvallah, türbanlılar girmesin üniversiteye de ne olacak o kızlar, nereden okuyacaklar o zaman, Mustafa Kemal Atatürk ile Humeyni arasındaki farkı, nasıl öğrenecekler?

Eğer bunu idrak yeri ilkokuldan, liseye ve akademik kürsülere uzanan süreçte olmuyorsa nerede, nasıl olacak ve kim öğretecek, bu körpecik beyinleri kim yıkayacak!

***

Ruhat Mengi Vatan Gazetesi'ndeki köşesinde önceki gün kaleme aldığı yazısına "İran Devrimiyle Yıkanan Beyinlar" başlığını atmış...

Mengi, kızlarımızın bu konuşmasından yola çıkarak 'Devlet alanlarında yalnız türbanın değil, tüm dinî uygulama ve ibadetlerin serbest bırakılmasının tartışılmaya başlanması konunun hiç de "üniversitede türban, bir demokratik hakkın kullanılması" olmadığını net şekilde gösterdi.' diyor, demesine de "Peki nasıl oluyor bizim kızlarımızın beynini İran devrimi yıkıyor da biz beceremiyoruz?" sorusu gene havada kalıyor.

Sadece, 'Şu Çılgın Türkler'in yazarı Turgut Özakman'ın açıklamaları kızların cahilliğini ortaya çıkarıyor, hem cahilliğini, hem de beyinlerinin yıkanmışlığını.

Ve eğitim sistemimizin içler acısı halini bir kez daha suratımıza çarpıyor. Türbanlı öğrenci istemeyenler, Mars'ta su bulmuş gibi konuya saldırmaya başladı. Daha da saldıracaklar, yakalamışlar ya zayıf tarafından nalına mıhına vuracaklar... Lakin bir noktayı es geçecekler:

-Ne olacak türbanlı kızların hali?

-Vay nasıl Atatürk'ü sevmez de Humeyni'yi severler?

Peki, Atatürk'ün heykellerini her tarafa dikmenin, okullarda her sabah andımızı okutmanın, her stada, her şehrin ana caddesine, kültür merkezine adını vermenin dışında ne verdik, ne öğrettik insanlarımıza, ne istiyoruz da şimdi şaşı bakıp şaşırıyor, apışıp kalıyoruz!

Bu kızları üniversite kapılarından dışladığımız sürece nefretleri de artacak, önce sisteme, sonra da bu iki zavallı kız gibi Ulu Önder'e, öyle bir nefret ki onların ki, "Vatan kurtarılmasaydı da keşke İngilizler olsaydı!" demeye getiriyor ve "Yani İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı. Zaten mesele bu yani. İnsanlar bana Atatürkçülük adına zulmediyorlarsa benden Atatürk'ü sevmemi bekleyemezsiniz"

-Atatürkçülük adına zulüm etmek!?

***

Atatürk yaşasaydı ve bu manzarayla karşılaşsaydı, memleketi bu hale getirenlerin vay haline(!)

Kemikleri sızlıyordur, kimsenin kuşkusu olmasın! En az memleketi hortumlayanların yaptıkları kadar acı, 60 sente muhtaç edenler, borç batağına saplayanlar kadar ıstırap veriyordur rahmetliye, her neredeyse şu anda, "Memleketi kimlere emanet etmişiz de ne hale gelmiş vay gidi vay! Çalıp çırptıkları, soyup soğana çevirdikleri yetmiyormuş gibi, şu olanlara bak" diye düşünür müydü bilinmez fakat iyi ki yaşamıyor, iyi ki şu anda yok Ulu Önder, yaşasaydı duyacağı acıyı çok iyi hissedebiliyorum!

***

Türbanlılar üniversiteye alınmasın, cahil kalsın kızlarımız... Hiç bir zaman Mustafa Kemal'in ne denli büyük bir deha olduğunu öğrenemesinler, Kürtçe tamamen yasaklansın, TRT'de yayın yapmak ne demek(!) Güneydoğu halkı da cahil kalsın, devletin boşluğunu bölücüler ve İran dolduruyor ne de olsa.

Dışlayalım Kürtleri, türbanlıları; hazır sırası gelmişken Alevileri de bir sepete koyup bilahare dışlama yapalım(!)

Ekonomideki sorunları unutalım, milli takımla coşup, Baykal ve Erdoğan'ın didişmeleriyle kafamızı bulalım, neşelenelim(!)

Mustafa Kemal Atatürk yerine, türbanlı, cübbeli, çember sakallıların Humeyni'yi, bölücülerin de bölücü başını sevme haklarını kendilerinde görüyorsa benim de bunları yazma ve altını çizme hakkım var demektir!

Ve bu ülkeyi bu hale getirenlere isyan etme (tepki gösterme) hakkının herkeste saklı olduğunu anımsatmayı kendime borç biliyorum!


Kaynak:

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=10984

Çarşamba, Haziran 04, 2008

Bu haber kaçmaz!

Bu haber atlanamaz da...

Olsa olsa görmezden gelinir, yok sayılır, hiç olmamış, yaşanmamış gibi...

Ancak haberi geçen kaynak "BRÜKSEL -AA-"

Devletin resmi haber yayma örgütü(!)

Haber aynen şöyle:

İsveç'in eski Ankara Büyükelçisi Ann Dismorr, 'Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) birçok üyesinin, gayrı resmi görüşmelerde, AK Parti'nin yargı tarafından kapatılmasına destek verdiklerini" belirterek, "Bunları anlayamıyorum, çünkü Türkiye'ye doğrudan yabancı sermaye yatırımı akını siyasal istikrar sayesinde oldu" dedi.

Ann Dismorr 2001-2005 yılları arasında Türkiye'de Ankara Büyükelçisi olarak görev yaparken Türkiye hakkında gözlemlerini "Kodları Çözülmüş Türkiye" adlı kitabında toplamış. Ve yeni çıkan kitabını da İsveç'in AB Daimi Temsilciliği'nde düzenlediği basın toplantısıyla tanıtmış!

Yani, ülkemizdeki yaygın ve popüler medya istediği kadar konuya "üç maymun" kalsın, tüm Avrupa medyası ve yurdumuzdaki hükümet yanlısı(!) gazete, televizyon ve internet siteleri kamuoyunun gündemine saldı bile.

Tam, "takke düştü kel göründü!" durumu söz konusu...

Bunu tercümesi de şu: TÜSİAD her ne kadar hükümeti destekliyor gibi görünse de, aslında alttan alta altını oyarak, istikrarsızlığa zemin hazırlıyor!

-Buyur buradan yak...

İsveç'in eski Ankara Büyükelçisi Ann Dismorr kitabında sadece bunlara da değinmemiş! CHP ile ilgili açıklamaları da bir hayli çarpıcı. Türkiye'nin AB yolculuğunda ana muhalefet CHP'yi hükümete alternatif görmediğini belirten Dismorr, "Benim ülkem İsveç'deki Sosyal Demokratlar, CHP'yi Sosyalist Enternasyonal'den çıkarmaya çalışıyor" şeklindeki sözleri Baykal'ın partiyi ne hale düşürdüğünün en somut kanıtlarından biri olarak bir kez daha karşımıza çıkıyor!

Hepsi bir yana, bu yaşananlar Türkiye'de dizginlerin kimin elinde olduğunu apaçık ortaya çıkarıyor...

Hükümetler ne yaparsa yapsın, nafile... Dizginler tıpkı 30, 40-50 yıl önce olduğu gibi yine sermayenin elinde...

TÜSİAD, 30 yıl önce hükümetleri devirmek için gazetelere boy boy ilanlar verip alenen mücadele ediyordu(!) Bugünse gizli ve yasadışı bir örgüt gibi davranıyor.

Ellerinde bulundurdukları medya gücü sayesinde de kamuoyunu yönlendirerek, birçok şeyin(!) zeminini hazırlıyorlar.

Amma ve lakin devir çok değişti. Bazı noktaları göz ardı etseniz de, medyanız "yok" saysa da, devir internet devri, siz yazmasanız da, göstermeseniz de, birileri çıkıp "Kraaalll Çııııplaaaakk!" diye haykırabiliyor.

İstediğiniz kadar kör ebe oynayın, istediğiniz kadar, youtube.com'u kendi halkınıza yasaklayın, dünya her şeyi biliyor ve yaptığınız makyaj, Yağmurda düşen ilk damlalarla akıp gidiyor!

***
Kamuoyu, Ann Dismorr'un kitabından Meral Tamer'in 17 Mayıs tarihli, "İsveçli diplomatların Türkiye kitapları"
başlıklı Milliyet Gazetesi'ndeki köşesinde kaleme aldığı yorumunda haberdar oldu. Dismorr'un yanı sıra Türkiye'de görev yapmış birçok diplomatın görevlerini tamamladıktan sonra Türkiye ile ilgili kitaplar yazdıklarını anımsatmış Meral Tamer. Ancak Tamer, Dismorr'un kitabındaki TÜSİD üyeleri hakkında yazdıklarını görmemiş!

İsveç'in diplomatları Türkiye'deki görevlerini tamamladıktan sonra kitaplar yazarken, bizim diplomatlarımız ne yapıyor dersiniz?

Eminim elleri armut topluyordur, yoksa onlar da Avrupa ve Avrupalılar hakkında yazacak çarpıcı birkaç satır ansı vardır mutlaka.

Onlarınki bir gelenek haline gelmiş. Bizimkilerde ise böyle bir alışkanlık yok. Evet istisnalar kaideyi bozmaz, belki bilmediğimiz kitaplar da yazılmış olabilir zira bilinen ve ortada olan gerçek şu ki, onların diplomatları yaşadıklarını gördüklerini yutmuyor, hiç çekinmeden kitaba dökerek yüzümüze vuruyor!

Not: Ayıptır söylemesi ama bu satırların yazarı da 20 ay kadar İsveç'te yaşadı "Avrupa'da Mülteci Olmak / Karanlıktaki Gölge" adlı bir kitap kaleme aldı. Kasım 2007'de Ozan Yayıncılık tarafından basılan kitapta yazarınız İsveç'te yaptığı gözlemleri ve başından geçenleri, anlatmaya çalıştı. Haberiniz ola ;-)


Kaynak:

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=10939

Perşembe, Mayıs 29, 2008

BU BAŞARI SADECE CEYLAN'IN BAŞARISIDIR!


"Bravo en büyük Nuri başka büyük yoook!" "Nuri Bilge sen bizim her şeyimizsin!" "Nuri Bilge buraya yumruk havaya!" "Türkiye seninlen gurur duyuyoooor!

-Millet hava alanına akın etti mi, yollara akıp arabalarının üstüne çıkıp Ayyıldızlı bayraklarla, kent meydanlarına taştı mı, tabancalar, tüfekler atıldı, zafer meşaleleri yakıldı mı, yaralı ve ölü sayısı belli mi?

"Avrupa avrupaaa duy sesimiziiii işte bu Türk sinemasının motor sesleriii(!)" diye haykırdı mı birileri?

-Yo...

-Niye ki... Bu başarının Gassaray'ın UEFA şampiyonluğundan, Milli Takım'ın finallere gitmesinden, Fener'in çeyrek finalinden geri kalır bir tarafı mı var?

-Yoo...

-Ee, hani, bu başarı Türkiye'yi gururlandırmıştı?

Yollara düşmese de millet, çılgınlar gibi kutlamasa da, yorumlara bakıldığında başarıya nasıl da herkes sahipleniyor ama!

***

Filmleri bu ülkede salon bile bulamayıp ilgi görmediği gibi üstat hakkında yazılanlar da pek okunmayacak ya neyse(!) Yukarıdaki gibi bir göndermeyle yazayım da belki birileri yanlışlıkla futbol yazısı filan sanıp okuyabilir(!)

Söz konusu olan Nuri Bilge Ceylan ve sineması...

Usta fotoğrafçı ve Altın Palmiyeli sinema insanı, bence gerçek bir sanatçı...

Pazar akşamı N.B. Ceylan'ın başarısı gurur vericiydi, lakin NTV'de ödül töreni öncesi yayınlanan görüntüler arasında bir röportaj vardı ki, Ceylan'ın sinemasını gayet iyi özetliyordu.

Nereli olduğunu anlayamadığım bir eleştirmen, Cannes Film Festivalini değerlendirirken N.B.Ceylan'ın çalışması hakkında "Müthiş ve büyüleyici görüntüler var Üç maymun'da ama öykü gene yok!" benzeri bir konuşma yaptı...

Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasının en açık özeti bu: Görüntü var, hikâye ara ki bulasın!

Peki, nedir söz konusu olan bu sanatın adı, yani Nuri Bilge Ceylan'a Cannes'da bir 'Altın Palmiye', bir 'Jüri Özel Ödülü' ve son olarak da 'En İyi Yönetmen' ödülü kazandıran derdini anlatma biçemi?

SİNEMA, elbette sinema!

Yani fotoğraf değil tek başına, oyunculuk da değil...

Sinema bir bütün; içinde tüm sanatları barındıran, çağımızın en sihirli betimleme yöntemi!

Ceylan ise fotografik anlamda sinema yapmaya çalışıyor ve bu nedenle gişe de yapamıyor, halka da ulaşamıyor!

Böyle bir derdi de yok zaten, olsaydı her sene Cannes Film Festivali için(!) film de yapmazdı...

Gönül ister ki, Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri hem gişede, hem de uluslararası festivallerde doludizgin gitsin! (Bir İvedik kadar değer vermiyor bu halk eserlerine(!)

Bu arada, sinema anlayışımla, Ceylan'ın tarzının örtüşmediğini vurgulamadan geçemeyeceğim...

Ben sinemayı hayatın imitasyonu olarak görüyorum. Asla 'gerçeğin ta kendisi' olamaz, ne kadar uğraşırsak uğraşalım beyaz perdede gerçeğin bir taklidini yaratmaktan öte geçemeyiz! Amaç gerçeğe en yakın, inandırıcı sinema yapmak olmalı...

Ve anlattığımız bir masal olmalı, bir takım gerçek öğelerin yan yana dizimi, biraz fotoğraf, müzik, edebiyat, tiyatro, resim, heykel ve bolca insan ve doğa, yani yaşamdan kesitler...

***

Cannes'da Susuz Yaz filmi gösterilen Metin Erksan için aynı akşamın gecesi NTV'de hazırlanmış özel bir bölümü izleme fırsatı da buldum. Bu topraklarda yetişmiş en özel sinema insanlarından Erksan, biraz da yaşlılığın verdiği etkiyle olsa gerek kendisini Yeşilçam ve dolayısıyla da Türk sinemasının dışında (üstünde) tuttuğunun altını çizidi; günümüz Türk sinemasında hiçbir yönetmeni beğenmediğini söyledi laf arasında. Sadece tek bir isme özel bir paragraf açtı: Fatih Akın

Akın'ın çabasıyla Susuz Yaz'ın Cannes'da gösterilmesi, üstadın sempatisine vesile oldu mu bilinmez ama ben Metin Erksan kadar acımasız değilim. En az Fatih Akın ve N.Bilge Ceylan kalitesinde çok değerli yönetmenler var bu ülkede. Lakin hiçbiri bu halkın ivedi(!) bir ilgisiyle karşılaşmadı.

'Halkta mı bir sorun var yoksa o yönetmenlerde mi?' sorusunun yanıtını daha önce bu sütunlarda kaleme aldığım bir başka yazımda değerlendirmiştim! (Bu millet sinemadan anlamaz!)

Her ne kadar başarı Türk sinemasının değil, (Bazıları Türk sinemasını genelleyerek başarıyı yaymaya çalışsa da) bu alınan ödül Nuri Bilge Ceylan'a verilmiştir. Türk sinemasıyla yakından uzaktan ilgisi yoktur kazanılan bu ödüllerin...

Yine de Ceylan'ın başarısını alkışlamalı ve beğensek de beğenmesek de sinemasına sahip çıkıp saygı göstermeliyiz.

Çünkü fotoğraf karelerini peş peşe ekleyerek yaptığı, sonuç itibariyle sinema sanatıyla örtüşen çalışmalar!

Cannes'ın üçüncü kez taçlandırdığı Nuri Bilge Ceylan'ı alkışlamayı, uzun metraj film çekebilmek için cebelleşen bir yedinci sanat yolcusu olarak kendime görev sayıyorum!

Tebrikler Ceylan, nice gişe yapmış filmlere, nice Palmiyeli, hatta Oscar'lı başka filmlere;

tebrikler...

KAYNAK: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=10916

YİYİN BİRBİRİNİZİ

Siz birbirinizi yerken, eloğlu dostluk nasıl olur ekran başında tüm dünyaya gösteriyor. Ben Fenerbahçe ile Galatasaray'ın UEFA ya da Şampiyonlar Ligi'nde karşılaştıklarını ve yaşanacakları tasavvur bile edemiyorum. Hoş, böyle bir ihtimal milyonda bir de olsa, Galatasaray'ın bu son şampiyonluğundan sonra olanlara bakınca "aman böyle bir şey olmasın" dememek için kendimi zor tutuyorum!

Taraftarlar birbirini sevmeyebilir, hatta tekmelerle, yumrukla bile kavga edebilir, keza ediyor da... Tıpkı İngilizler, Alman, Fransız, Arjantin veya Kolombiyalı futbol tutkunları gibi... Lakin elitler, gazeteci ve yöneticiler ve üst düzey isimler çok dikkat etmeli...

Kışkırtma ve tahrikten kaçınmalı!

Fakat Fenerbahçe tutkusunun travmatik etkileri Askeri bir gemiye sarı lacivertli bayrak çektirebiliyor!

Galatasaray, Anadolu Yakası'nda bulunan tesislerinde şampiyonluk kutlaması yapacakmış

"Vayy, nasıl olur, Nasıl Gassaray böyle bi şeye cüret eder!"

Nefrete bakar mısınız?

Söz konusu olan Türk futbol tarihinin en önemli üç takımından biri değil de Mars'tan gelmiş işgalci uzaylıların takımı sanki!

Anadolu yakası da Fenerbahçe Cumhuriyeti'nin sınırları ya...

Sarı Laciverti camiaya ayakta, kutlamaları engellemek, sabote etmek için her yolu denemeye hazır! Bir emir gelse üst makamlardan, yakıp yıkacaklar kutlamaların yapılacağı mekanı! (Nitekim kutalamalar geniş güvenlik önlemleri arasında yapılıyor)

Ve son olay FB TV'de yaşanmış...

www.milliyet.com.tr de yer alan habere göre, "Geçen çarşamba günü sabaha karşı Fenerbahçe TV'de "Filede Bu Sezon" programını izlemek isteyenler, Galatasaray'ın şampiyonluk kutlamalarını görünce gözlerine inanamadı. Taraftarlar, olay üzerine FB TV'yi telefon yağmuruna tuttu, tepkilerini internet sitelerinde dile getirdi"

Psikolojiye bakar mısınız?

Tüm Fenerbahçe camiası toplu travma yaşıyor ve bunu önlemesi gerekenler müdahale etmiyor!

Aksine basın mensupları da üstüne benzin dökmeye devam ediyor!

Bakınız Milliyet.com.tr'nin başlığına: FB TV'de affedilmez hata!

Nasıl ya!

Ne demek bu şimdi?

Ne hatası? Burada hata nerede ey gazeteci kardeşim! (Ahmet Çakar gibi konuştım :-)

Bu başlığı atan da büyük olasılıkla sarı lacivert gözlüklerle dünyaya bakan bir kardeşimiz!

Ateşi söndürecek sözler kullanmak varken, bir kibrit de o çakıyor barutun üstüne!

(Zira G.saray sapkını bir arkadaşım olayı duyunca "biz de olsa aynı şeyi yapardık" diyerek, yaşanan düşmanlığı su yüzüne taşıdı)

Aynı milliyet.com.tr, Moskova'da oynanan ve penaltılarla Avrupa Şampiyonu olan Manchester United'ın Chelsea'yi ödül töreni sırasında alkışlamasını bakın hangi başlıkla veriyor: "Gerçek büyüklük budur!.."

Evet gerçek büyüklük bu, ama sizin yaptığınız da "gerçek bir rezilliktir!" üstelik rezilliğin, iki yüzlülüğün dik alasıdır!

Bu arada FB TV 'de Galatasaray'ın şampiyonluk görüntülerinin yayınlanmasından sonra ne olmuş biliyor musunuz?

Fenerbahçe Televizyonu Genel Müdürü İhsan Topaloğlu, olayın bir personelin görevi başında uyuyakalmasından kaynaklandığını açıklamış, veeee...

Sıkı durun; eski gazeteci Topaloğlu, görevi başında uyuklayan personelin işine son verildiğini açıklamış!

E tabi, düşman kuvvetlerin zafer görüntülerini yayınlamak çok büyük ve affedilmez bir hata, bu ihanetin bedeli de ölüm(!) olmalı, değil mi?

Yazıklar olsun!

Spora düşman tohumları ekenlere ve bu düşmanlığa ses çıkarmayan sarı lacivertli üst düzey isimlere "YUH" olsun!

Bu düşmanlık, yaktığınız bu öfke ateşi, gün gelecek sizi de yakacak, bilmiş olun!


Kaynak: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=10908

CİNCON İLE KARI SANARYA


Önce şunu vurgulamak istiyorum, bu satırların yazarı bir Bursasporludur, 3 büyük diye adlandırılan takımların Avrupa'daki başarıları dışında hiçbir sonucu umursamamaktadır! Lakin yiğidi öldürüp, hakkını vermek gerektiğine de yürekten inanır!

Fenerbahçelilerin hazımsızlığını, fanatik Galatasaraylı bir arkadaşım anımsattı geçen akşam. Büyük güçlüklerle elde edilen şampiyonluğu "inanılmaz" diye nitelerken, ezeli rakiplerinin kendilerine saldırma ve karalama kampanyasına hız vereceklerini ekledi hemen ve Fenerlilerin alaylı "CinCon" tanımlamasını da "Karı Sanaryalar" olarak karşılık verdi.

"Hep onlar bizimle kafa yapacak değil ya, onlar bize CinCon diyorsa biz de onlara Sarı Kanarya'nın başlarındaki harfleri, değiştirip, "Karı Sanarya" diyoruz!

***

Biraz rencide edici bir durum ama bu olayın hazımsızlıktan kaynaklandığını da vurgulamakta yarar var!

Bu hazımsız durumun ortaya çıkışını da arkadaşım şu şekilde özetliyor:

"Her şey Fatih Terim döneminde üst üste elde edilen şampiyonluklar ve üstüne UEFA + Süper Kupa Şampiyonluğu ile başladı. O dönem Fenerbahçeliler bu başarıların altında çok ezildi. Unutmuş olabilirler ama Avrupa'da G.Saray'ın oynadığı her maçta rakip takımı destekleyen pankartlar açan, (Leeds United maçı bunun en çarpıcı örneğidir) UEFA finalinde Arsenal'in kazanması için dua eden onlardı! Şimdi Avrupa'da başarılı olduklarını sandıkları bir sezon, Galatasaray'ın gelip şampiyonluğu ellerinden almalarını da bu nedenle hazmedemiyorlar! Yakışıksız sataşmalar başlayacak, köprüden bayrak indirmeler, sarı kırmızı renklere saldırmalar artacak!"

Arkadaşımın dedikleri çıkmaya başladı gerçekten. İlk saldırı Bağdat Caddesi'nde sarı kırmızılı taraftarlara yapılanlarla ve Konya'da G.Saray Store'ye küfürlü mesajlar yazılmasıyla hız kazandı!

Bunun sorumlusu Fatih Terim'li dönemde elde edilen başarılar (!)olabilir mi bilemem ama medya mensuplarını önemli bir yere koymakta yarar var! Özellikle kalemleri sarı lacivert yazan ciddi bir kesim yazar, bir türlü bükemedikleri eli öpmeyi öğrenemediler! (Gerçi Galatasaraylı yazarlar da benzer durumda farklı davranmıyor, amma ve lakin Fenerlilerin hâli daha travmatik!)

Kayınpederinden torpilli müzisyen spor yazarı, pardon Fenerbahçe yazarı Ercan Saatçi'nin kaybettikleri Galatasaray maçından sonra kaleme aldığı yorumundaki benzetmeler bunun en somut örneği.

NTV'de yayın yapan 90 dakikanın son dönem yorumcusu M.Y Yılmaz (pazartesi akşamı) Spor Müdür ve programın sunucusu Fuat Akdağ'a bir rapor sundu. Rapor sezon içerisinde Fenerbahçe'ye yapılan hakem hataları ve (ona göre) G.Saray lehine olan hakem kararlarıyla ilgiliydi. Bu rapor bir başka gazetede ve bir başka gazeteci tarafından hazırlanmış. Sanki durum değişecek, sanki bu güne kadar Fenerbahçe lehine hakemler hiç karar vermemiş gibi. Gazeteci değil de birer Fenerbahçe yöneticisi gibi çalışmaları çok garip!

(Bu arada Hıncal Uluç'un son dönem yaptıklarını da bu kategoride değerlendirmek olası)

Oysa yapılacak tek bir şey var; alkışlamak!

Bu sene G.Saray şampiyon oldu, önceki sene Fener olmuştu. Seneye Fener olacak veya Beşiktaş, kim bilir belki de Trabzonspor olur tekrar!

(Gönül ister ki bir tane de Anadolu'dan çıksın, ama… :-)

Yapılacak şey, evet alkışlamak, hazmedip saygı duymak. Önce kulüp yöneticileri, sonra kalemi her ne renk yazarsa yazsın gazeteciler buna ön ayak olmalı…

Ufak tefek şakalaşmalar, birbirlerini kızdırmalar hoş görülebilir ve hatta bu işin renkli yanıdır da; fakat hakaret, küfür ve şiddet yakışmıyor!

Barselona –Real Madrid maçında gördüklerimiz bizde de yaşandığında sanırım çağdaşlık yolunda bir basamak daha yukarı çıkmış olacağız!

Not: 6-0'lık yenilgiye rağmen Fenerbahçe golünü alkışlayarak birkaç basamak yukarı çıkan Özhan Canaydın'ın bu davranışına karşılık veremeyen tarafın Fenerbahçelilerin olduğunu anımsatmayı da, konuya tarafsız bakan biri olarak kendime görev sayıyorum!


Kaynak: http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=10838