Perşembe, Aralık 21, 2017

KEÇİ MEMET (Öykü)


    Uzun zamandır blogumda öykü paylaşmıyordum. Arada bir paylaşsam iyi olacak. İşte son yazdığım öykülerden biri "KEÇİ MEMET" denemesini paylaşıyorum... Afiyetle okuyun ;)

     – Deneme, bir-iki deneme…
     – Ne yapıyorsun böyle?
     – Şştt… Rahatsız etme, “deneme, bir-iki deneme...”
     – Ağabey, kafayı mı yedin, o dediğin mikrofondan, hoparlörden sesin çıkıp çıkmadığını ya da şiddetini kontrol etmek için yapılan bir şey, burada olmaz ki.
     – Neden olmasın? “Deneme, bir-iki deneme…”
     – Ya ağabey, bırak işte, deneme bence!
     – İyi de, denemeden olmaz.
     – Ne olmaz?
     – Deneme olmaz.
     – Ne?
     – Deneme…
     – E o zaman sen de deneme, bırak kalsın.
     – Öff, kes ama, seni çağıran oldu mu? Kes!
     – !?
     – Alt tarafı bir deneme yazacağım, ama yazdığımın deneme mi, makale mi, öykü mü olduğunun farkında değilim.
     – Hmm..,
     –  “Hmm” ya… Şimdi bizim köyün Keçi Memet’ini yazacağım ama nasıl başlayacağıma karar veremedim. Öykü gibi mi başlasam, yoksa... Yoksa masal mı, deneme gibi mi?
     – İyi de ağabey, deneme dediğin nedir ki? Bir şeyi ‘denemek’ten, yani tecrübe etmekten geçmez mi? E sen de başla, nasıl başlarsan başla; ne çıkarsa bahtına.
     – Aferin lan zirzop, bak hiç böyle düşünmemiştim.
     – Eyvallah ama zirzop demeyeydin iyiydi.
     – Alınma hemen, iltifat say... Şimdi ben bir şeyler karalayayım, sonra Keçi Memet’e geçiş yapayım; ama nasıl?
     – Eh be ağabey, hâlâ “nasıl?” diyorsun ya, pes! Başla işte, deneysel olsun, yani deneme olsun, adı üzerinde. Sen başla; benim denemem de böyle oldu dersin. ;)
     – E iyi de, o noktalı virgüllü parantez neyin nesi?
     – Deneysel işte; o göz kırpma oluyor.
     – Hadi len, öyle göz kırpma mı olur?
     – Olur valla, internet ortamında artık böyle. :D
     – O da ne?
     – Gülme işareti.
     – Aa yeter ama, toz ol, denememin içine ettin!
     – Kızma be ağabey, sen anlat bakalım şu Keçi Memet meselesini.
     – Yav keçi işte... Sen bizim Kövü bilin mi?
     – He, bilmem mi? Cumalıkızık!
     – Aferin len, sen ne çok kültürlüsün öyle(!)
     – Ehe öyleyimdir de, sen benlen dalga mı geçtin şimdi?
     – Nasıl anladın?
     – İki parantez arasına ünlem koydun da.
     – Vay dürzüüü! Gözünden de bir şey kaçmıyor.
     – Ağabey hadi anlat şu Keçi Memet’i artık, geç oldu.
     – Peki peki... Haklısın, bi gün, yani bi gün dediğim bundan 25-30 yıl önceydi, gençtim tabii o zamanlar... Birden çıkıverdi karşıma.
     – Keçi Memet mi?
     – Dur sözümü kesme, dinle! “Yolumdan çekil” dedim, uzun uzun baktım inatçı keçiye... Keçi de bana baktı. Keçi, lakabı... Gerçek adı Memet. Keçi Memet… İnatçı olduğu için ve her şeye muhalefet ettiği için Keçi lakabını takmıştı köylüler Memet’e. Keçi yine bir şeyi kafasına takmış, lambur lumbur yola düşmüş, ağustos ortasında. Güneş öğlene çalım atıp tepemizden devrilmiş, akşama serenat ederken şeytan aralığının tam da ortasında karşıma çıkmış, ne bana geçit veriyordu, ne de geri gidip yolumu açıyordu.
     – Bildin değil mi şeytan aralığını?
     – He bilmem mi, cin aralığı değil miydi o?
     – Ha cin, ha şeytan! Kesme sözümü...
     – Affedersin usta. :(
     – Ha şöyle... Adam ol! Neyse... Şeytan aralığı da ancak bir kişinin geçebileceği kadar, 50-60 adımlık daracık bir sokakcık... Aslında sokak falan da değil, iki ev arasında rastgele bırakılmış bir boşluk. Şeytan bunun neresinde bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Yolu uzatmak istemeyenler, kısa yol diye kestirmeden bu boşluğu kullanırlar yıllardır ve adını da şeytan aralığı koymuşlar.
     Zayıf iki insan göbeklerini sürterek de olsa geçebilecekleri bir boşluk ama benim gibi kalın, Keçi gibi inatçı iki âdemoğlunun bu yolu aynı anda karşılıklı kullanmaları imkânsızdır. Ama gel de bunu Keçi’ye anlat.
     – Ya Memet, bak ağabeyciğim ben yolun yarısından fazlasını gelmişim, bas geri de geçeyim şuradan, diyorum. Keçi Memet nuh diyor, peygamber demiyor, homurdanarak karşımda dikilip duruyor. Neden sonra ağzını açıp tersleyerek ”Bas git geri, sen bas git geri!” diye hiddetlendi.
     Vela havle vela kuvvete! Keçi Memet, benden 5-6 yaş büyük olsa gerek. Evde anacığı ile yaşamış uzun yıllar. Geçen sene anası da hakkın rahmetine kavuşunca, “İnadım inat, kıçım iki kanat” küsüverdi dünyaya. Ondan evveli de babadan kalma tarlayı sürüp biçmek yerine icara verip oradan aldığı 3-5 bin lira ile ayakta kalmaya çalışırdı. Zavallı anası çok söylendiydi Memet’e ama… Dedim ya, Keçi inada bindi miydi alimallah, illallah ettirirdi karşısındakini, illa onun dediği olacak.
     Kasabada yer, eline geçirdiğinin ilk haftası parayı bitirirdi, kös kös köyün yolunu tutar, küs küs dolanırdı ortalıkta. Arada bir kahveye çıktığı da olurdu gayri de... Kimseyle konuşmaz, bazen gazetelerin bulmacalarını çözmeye çalışır, ki onu da bitirebildiği vaki değildir, kendine ısmarladığı tek şekerli çayını yudumlar, kimseyle tek kelime etmeden yine kahveden uzayıp giderdi.
     Es kaza biri bir şey sordu muydu da, ya duymazlıktan gelir, ya da “Sana ne… Bana ne… Ona ne… Kime ne… Bize ne?” gibi şablon kelimelerle karşılık verirdi.
     Kısa ve öz... Oysa köyde en çok okuyan, en fazla mürekkep yalayan da oydu. İlkokul beş... Ortaokula da gitmişliği vardı da inadından ötürü okuldaki öğretmenleri “Yeter!” deyip tasdikname ile köye postalamışlar.
     Köylülerin dediğine göre bu inadı da küçükken kendisini tepen keçiden ötürüymüş. Ben köylülerin yalancısıyım; şöyle böyle değil, keçiyi sağarken, hayvan tam da iki kaşının ortasına toynağını patlatmış.
     Gerçi herkes bilir keçinin tek toynağı olmaz, (çift toynaklı olduğu için) tırnağı vardır ya, yine de köylüler anlatırken nedense onu keçinin tek toynağı varmış gibi abartarak anlatırlar Memet’in inadının sebebini. Alnın ortasındaki nişanın da keçi hikâyesinin delili olduğu söylenir.
     Memet’in bu halde olmasında keçi tepmesinin payı ne kadardır bilinmez ama asıl kirişi kırmasının nedeninin askerlik olduğunu düşünüyorum. Acemi birliğini ağabeyim ile aynı yerde yapmışlardı.
Manisa Kırkağaç...
Jandarma Komando...
3 ay orada kaldılardı. Mehmet askerde çok sopa yemiş inadından ötürü. Onbaşılar, çavuşlar, başçavuşlar, üsteğmenler, yüzbaşılar... Sopasını yemediği rütbeli kalmamış.
     İnadıyla perişan etmiş taburunu Memet. Verilen her emre itaatsizlik etmiş. Buna şiddetle karşılık vermeye çalışan komutanlarından iki tanesini hastanelik edince de, bütün diğer komutanlar aynı anda saldırmışlar Memet’e ki, güç bela dizginleyebilmişler. Mehmet 1 ay hastanede, 3 ay da diskoda (koğuş hapsi) kalmış.
     Ağabeyim 3 aylık acemi eğitimini bitirip, oradan da Hakkâri Beytüşşebab’a dağıtımı çıkmış, bir daha da…
     Neyse…
     Konumuz ağabeyim değil…
     Çünkü o…
     O…
     …
     Neyse ne, Keçi Memet’le devam edeyim ben… Memet’in aldığı cezalar nedeniyle acemi eğitimi 6 ayda tamamlanmış. Fakat Memet rahat durur mu? 18 aylık askerliği tamı tamına 3 yıl sürmüş. Her gittiği yerde inadı başına bela olmuş, en sonunda da sürüldüğü askeri birlikte kimse ona bulaşmayınca teskeresini verip Keçi’den kurtulmuşlar!
İşte Keçi bu Keçi...
     Şimdi karşımda durmuş, bana “Bas git, sen bas git!” diyor…
Basıp geri gitmek kolay ama Keçi’ye şunu belletmek lazım, diye ben de inat ediyorum:
     – Gitmiyorum lan, gitmiyorum işte, ne edecen ha?
Keçi, homurdanmasını artırmış sert ve delici bakışlarını gözlerime dikmiş, “Bulaşma bana çocuk!” dercesine dikleniyor. Aynı şekilde ben de ona dikleniyorum. Keçi daha baskın, ne de olsa inat onun fıtratında var.
     – Bak Hasan’ın, ağabeyinin hatırı var, şimdi seni paralarım, çekil yolumdan!
     Hasan, Keçi’nin asker arkadaşı; ağabeyim… İlk defa Keçi Memet’in ağabeyimin adını andığını duyuyordum.
     Ağabeyimi anınca ikimiz de sustuk. Daracık duvara yasladı koca gövdesini. Derin soluk alıp vermesi yankılanıyordu sanki. Oysa sessizdi ortalık. Sadece cırcır böceklerinin senfonisi duyuluyor ama sessizliğimizi yenmeye yetmiyordu. Ne cırcır böcekleri, ne de köyün belalıları kargaların sesleri... Malum sessizliğin ardından nedense, “Mert çocuktu Hasan!” diye mırıldandı güçlükle; “Hakkını ödeyemem. Çok kolladı beni, çok yalvardı sakin olmam için… Ama inat işte, dinlemedim onu, dinleyeydim, bunlar başıma gelmezdi.”
     Ağır ağır doğruldu yaslandığı duvardan, aynı ağırlıkta, vakur adımlarla geri geri gitmeye başladı, yolumu açtı. Ben donup kalmıştım, Keçi ilk defa pes etmiş, birine yolunu vermişti. 
     Gerçi bu yaptığına pes etmek de denemez ya. Şeytan aralığının başında, başını öne eğip geçmemi bekledi... Tam da o anda ikindi okunmaya başladı. Ben de ezanın bitmesini bekledim... Müezzin ezanın son makamını okuyana kadar öylece kalakaldık. İçim dolmuştu, bana sunulan bu nimeti geri tepemezdim, yavaş yavaş yürüdüm daracık sokağın asırlık duvarlarına omuzlarımı sürterek.
     “Keşke Hasan ağabeyim de biraz inat edeydi, senin kadar olmasa da biraz inatçı olaydı belki o da burada olur, şeytan aralığında karşılıklı inatlaşırdınız, keşke...” diye mırıldandım yanına vardığımda. Keçi ses etmeden yanımdan geçip, şeytan aralığını arşınladı hızlı adımlarla. Ardından bakakaldım.
     Hasan ağabeyim Beytüşşebab’ta girdiği çatışmada pusuya düşmüş şehit olmuştu. Giderken evliydi. Gitti ve gelmedi.
Yengemle evlendirdiler beni.
     Nilüfer, yengemdi, eşim oldu. Ağabeyimin çocuğuna babalık ettim. Çocuklarımız oldu, ilk doğan çocuğumuza Hasan adını verdik. Hasan ağabeyimin hatırası oğlumuzda yaşıyor...
     Keçi Memet’inkine yaşamak denirse, inadıyla o da köyde dolanıyor.
     Hiç evlenmedi Keçi.
     İnadından kız beğenmedi.
     Beğendikleri de onu istemedi.
     Keçi ile yaşamak zor.
     Keçi’ye yarenlik etmek ıstırap...
     Ne köyden kaçıp gidebildi Keçi Memet, ne de bizim köylü olabildi. Köyde yaşayan bir yabancı gibi. Askerden geldikten sonra daha da yabancı, daha da başka biri olmuş, inatçı keçiliği yapışıp kalmıştı alnındaki nişan gibi.
     – Yapma be ağabey?
     – Ne yapma?
     – Anlattıkların... Nutkum tutuldu valla!
     – Niye lan!
     – Çok dokunaklı.
     – E deneme işte.
     – Deneme mi?
     – Sen deneme dedin ama ben böyle bir şey denedim, beğenmedin mi?
     – Yuhh be ağabey, yuh sana!
     – Niye ki?
     – Gerçek sandım bir an, öyle bir anlattın ki, ağlayacaktım az kala!
     – Gerçek olmadığını nereden çıkardın ki?
     – Esah mı?
     – He esah, ama bi kısmı, bi kısmı da deneme, ya da deneysel; yersen...
     – Yedim gitti! ;)
     – E yarasın o zaman!
     – :D
     – Gülme, bak gülme dedim!
     – Peki :/
     – Aferin, adam ol! ;)



Cuma, Aralık 08, 2017

Oynamayana atarlar!

Oynamayana, oynamayan da atar. Tıpkı Fenerbahçe’nin yaptığı gibi oynamadan Bursaspor'u deplasmanda yendi. Bir penaltı ve gol, haydi hayırlı işler…
Oysa bu maç Bursaspor’un zirveye bir adım daha yaklaşması ve rakibini alta alması için büyük bir fırsattı. Maç Bursa’da, Timsah Arena’yı tıka basa doldurmuş taraftarının desteği arkanda ve sen mutlak kazanman gereken bu maçta, o kadar kötü o kadar kazanmaktan uzak oynuyorsun ki, 90+3 dakikalık maçta kaleyi tutan, Volkan’ı rahatsız eden sadece tek bir şut atabiliyorsun ve o da senin maç boyunca tek pozisyonun.

Kembo'nun 88. dakikadaki şutu olmasa sıfır pozisyonla tamamlayacaktı Bursaspor maçı ki, bence bu durumu her şeyi özetliyor!
Böyle bir maçı kazanabilir misin?
Belki şansla, e şansın da yoksa ve hakem de şöyle hafifçe konuk takımın adından, formasından korkup kritik kararları senin aleyhine veriyorsa, nasıl kazanacaksın ki?
Nitekim kazanamadın.
Bir penaltı ve 1-0 yeniksin.
Bu arada, aynı pozisyonda aynı hakem Bursaspor lehine aynı kararı verebilir miydi?
Sanmam...
Yenik duruma düşmüşsün, daha atak ve daha hızlı ve daha etkili oynaman gerek değil mi?
Evet ama, nerdeee o Bursaspor?
Le Guean oyuna John’u sokuyor, geberik John, bugüne kadar ne yapmış ki bu maçta takımına hayat versin? Nitekim o da sahada geberik arkadaşlarına ayak uyduruyor.
Belli ki, Fransız hoca stratejisini 0-0’a göre kurmuş. Aykut Kocaman da öyle ama hiç olmazsa onun anlaşılır bir mazereti var; deplasmanda oynuyor ve rakip Bursaspor.
Fenerbahçe, Bursaspor’un adından, taraftarından çekinmese, biraz daha üstüne gitse pozisyon bulacak. Çünkü kendisini hataya zorlayacak, baskı yapan, kazanmaya niyeti olmayan bir rakip var karşısında.
Maçın skorunu hakem Ali Palabayık’ın hassas tercihleri belirledi demek yanlış olmaz. Ama bu Bursaspor’un kötü oynadığı ve büyük bir avantajı kullanamadığı gerçeğini de değiştirmez.
Le Guean tıpkı Galatasaray maçında olduğu gibi, Fenerbahçe’ye de galibiyeti hediye etti.
Hiç olmazsa Galatasaray'a karşı ilk yarı iyidi, Fenerbahçe'ye karşı ise küllüm kötü!
Diyeceksiniz ki, “Fransız hoca mı çıkıp oynasın?”
Elbette o çıkıp oynamayacak ama bu takımı oynatacak taktiği o yapacak, futbolcularını kazanmaları için o hazırlayacak.
Yenilmemek için çıkan bir takımın kazanma şansının olmadığı futboldaki bu adı konmamış kural bir kez daha tecelli etti ve daha korkak olan kaybetti.
Ve anlaşıldı ki, Bursaspor zirvenin takımı da değil, adayı da…
İlk 10 ila ilk 5 arasında gider gelir. Muhtemelen yönetim de, “bizim derdimiz şampiyonluk adaylarıyla değil, çıkın oynayın ve orta sıralarda bir yer bulun, fazla arıza da çıkarmayın, düşme potasından uzakta olun” mantığıyla yaklaştıklarını anlamak için, İstanbul takımlarıyla oynadıkları maçları bakmak yeterli!
Yani bu sezon bu Bursaspor’dan bi cacık olmaz, belki ayran olur(!)

Cuma, Aralık 01, 2017

Eğer Ayla Oscar alamazsa…

Ayla filmini nihayet izledim.
Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin yabancı dilde verdiği Oscar’ın Türkiye’nin aday adayı…
Bugüne kadar Oscar’a aday olsun diye yolladığımız en iyi yapım olduğunun altını çizmek isterim.
Gerçekten de olmayan Türk sinemasının çok çok üzerinde bir prodüksiyon var ortada.
Konusunun gerçek ve Kore savaşını işleyen ilk film olması kuşkusuz gişedeki başarısının da karşılığı…
Oscar heykelciğini alarak tarihe geçeceğini umuyorum, alamasa bile en azından adaylık koparacak düzeyde bir iş Ayla!
İyi bir film…
Bakın “film” diyorum; gerçekten yaşanmış bir olayın yeniden kurgulanıp sinemaya aktarılması söz konusu. Gerçeğin bire bir aynısı olmasını beklemek, yok efendim tarihi gerçekleri anlatmıyormuş da, yok şöyle değil de böyleymiş gibi bir takım zırvalıklar filmin kalitesini de gişesini de etkilemiyor. Tekrar anımsatıyorum bu bir film…
Gerçek ise filmin sonunda perdeye yansıyor.
Filmin sonundaki bu olayı yazının sonunda anlatacam ama şimdi filmin beni rahatsız eden noktalarına değinmek istiyorum.
Yiğit Güralp’in senaryolaştırdığı gerçeklerden alıntılarla kurgulanmış öykünün filmini izlerken kaç kişi sorguladı bilmem ama ben şu soruyu yönelttim kendime: Bizim Kore’de ne işimiz vardı? Oraya yollanan askerimiz ne için öldü, kimin için sakat kaldı? Öykünün (ne kadar gerçek bilemiyorum) komünist karakteri Mesut Teğmen biraz sorgular gibi olsa da, bu yarayı pek kaşımak istememişler anlaşılan.
Bu film Oscar’dan iyi bir sonuç alacaksa (en azından adaylık için) kurgusunun yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle belgeselcilerin Güney Kore’ye gidiş gelişlerdeki gereksiz uzun ve sıkıcı sahneler kısaltılıp filmin ritmi artırılmalı. 
Japonya nire Kore nire?
Bir bakıyoruz ki, küçük Ayla’yı da alıp Süleyman Astsubay, Ali Astsubay ve Mesut Teğmen hop Tokyo’ya, yani Japonya’ya uçmuşlar. Sanırsınız ki, Tokyo-Seul git-gel 6 saat(!) Hem o kızı nasıl götürebilirsiniz ki ülke dışına, hemi de savaş ortamında? Filmin en gereksiz ve öyküye hizmet etmeyen sahnelerden biriydi Tokyo gezisi, filmin ruhuna da aykırı!
“OYUNCULARIN PERFORMANSLARI”
Gerçek Süleyman Astsubay’a benzemese de İsmail Hocaoğlu iyi iş çıkarmış. Yaşlılığını canlandıran Çetin Tekindor ise filmdeki en yanlış tercih olmuş. Ne Hocaoğlu’na benziyor, ne de gerçek Süleyman Dilbirliği’ne…. Üstelik Babam ve Oğlum’u akıllara getiriyordu ki, filmden çıkan birkaç kişiden, sırf bu tercih yüzünden (alakası olmamakla birlikte) “Sanki Babam ve Oğlum gibiydi” şeklinde konuşmalara kulak misafiri oldum. Ki, Çetin Tekindor’un kalitesine diyecek lafımız yok, fakat Babam ve Oğlum’un babası Hüseyin’i Ayla’da da hissetmek pek hoşumuza gitmedi.
Hele ki Tekindor’un ensesinin arkasına toplanmaya çalışılmış saçının kuyruğu ise o kadar sakil duruyordu ki, “keşke saçını at kuyruğu bırakıp o haliyle oynasaymış” diye aklımdan geçirdim.
Eğer yönetmen Can Ulkay’ın tercihi değilse, Leyla ile Mecnun dizisinde ki Mecnun tiplemesinden kurtulamamış Ali Atay ne yazık ki.
Genel olarak oyuncu performansları gayet başarılı. Murat Yıldırım, ki ben ondan böylesine bir performans beklemiyordum açıkçası, Teğmen Mesut’ta çizdiği komünist karakterle alkışı hak ediyor. Taner Birsel, Damla Sönmez Büşra Develi ve elbette ki, küçük Ayla’yı canlandıran Kim Saol… Koreli küçük yıldız muhteşemdi, filmin gerçek yıldızıydı!
Dediğim gibi, bu bir filmdi, sinema filmi; gerçeğin yeniden kurgulanıp 125 dakikada beyaz perdeye aktarılmasıyla ortaya çıkan sinemasal bir illüzyon.
Filmin sonunda, jenerik sağ tarafta akarken, perdenin sol tarafında da gerçek Süleyman ile gerçek Ayla’nın yıllar sonra gerçek buluşmaları yansımaya başladı beyaz perdeye.
Peki ne oldu dersiniz?
İzleyicilerin birçoğu ayaklandı ve bu gerçek sahneyi izleme zahmetinde bile bulunmadılar ki, beni en çok duygulandıran sahne, Seul’un Ankara adlı parkında, 2010’da yaşanmış olan bu gerçek sahneydi.  Filmin kurgulu anlatımında ağlayan ağladı, film bitti ve her şey koltukların altına atılan salya-sümüklü kâğıt mendillerde kaldı.
Keşke filmin sonuna, jenerikten önce, “Film bitmedi, biraz da gerçekleri izleyin” diye bir uyarı (yazılsaydı) yapılsaydı, çünkü ayaklanan aceleci izleyicilerin önümüzü kapatması yüzünden, gerçekleri tam olarak izleyemedik.
Üstte de ifade ettiğim gibi, Ayla her türlü ödülü hak ediyor. Oscar’ı aldı aldı, eğer Ayla alamazsa “Ben James Değilim” alacak demedi demeyin(!)

Tabi çekebilirsem… :)

Pazar, Kasım 19, 2017

Alinur Aktaş ve Bursalılar…

İnegöl’den atanarak Büyükşehir Belediyesi makamına oturtulan Bursa’nın çiçeği burnunda belediye başkanı Sn Alinur Aktaş, Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde Bursalı hemşehrileriyle buluştuğu sırada ben de oradaydım.
Görevden alınmasına “gık” bile diyemeyen, Bursalıların oy vererek seçtiği Sn Recep Altepe’den sonra Cumhurbaşkanımız Sn Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla atanan Aktaş’ın Altepe’den ne farkı olduğunu merak ediyordum.
Neyse Recep bey günahıyla sevabıyla görevden el çektirildi ve yerine İnegöl’den Alinur Aktaş geldi. Kamuoyuna yansıyan bilgilere bakınca Aktaş’ın pozitif bir izlenim uyandırdığını söyleyebilirim. Suya ve ulaşıma yapacağı indirim, metroda abartısız şekilde seyahat edip vatandaşlarla sohbetlemesi, asıl adı Yalova Yolu olan ama nedense İstanbul Caddesi diye ismi değişen güzergahta süren T2 tramvay hattı çalışmaları nedeniyle yaşanan sıkıntıları bizzat esnaftan dinlemek için harekete geçmesi ve vatandaşlarla buluşma öncesi, kurum ve kuruluşlardan, çelenk ve çiçek gönderilmesi yerine Bursa Orman Bölge Müdürlüğü hesabına fidan dikilmesi için bağış yapılmasını istemesi, Aktaş hakkındaki olumlu düşüncelerimi pekiştirmişti.
Merinos AKKM’de ki “vatandaşlarla buluşma” etkinliğinin ise aslında bir sohbet ve tanışma havasında geçeceğini aptalca bir düşünce ile ummuştum.
İnSanat Derneği’nden Merinos’a doğru yürürken olası bir durumda Sn başkana yöneltebileceğim soruları kafamda sıralıyordum. Fakat AKKM’ye geldiğimde gördüğüm kalabalık ve insan profili nasıl bir ülkede ve şehirde yaşadığım gerçeğini gösterdi bana.

Bu bir tanışma ya da buluşma toplantısı değil, düpedüz Sn Alinur Aktaş’ın partililerine kendini tanıtma etkinliğiymiş. Yoksa, çoğunluğu sadece Ak Partililer değil, diğer parti ve bir çok sivil tolum örgütü temsilcileri de gelmiş olurdu. AKKM fuayesinde hazır bekleyen Mehter takımı, koskocaman bir kürsü ve ekran ve çoğunluğu Ak Partili kalabalık... Devrik belediye başkanı(!) Sn Altepe’ye hizmetlerinden ötürü teşekkür etmesi ile konuşmasına başladı Sn Aktaş. “Sayın Cumhurbaşkanımız ile görüştük. (Tercümesi: Beni buraya Reis gönderdi) Bugün de buradayız. (Tercümesi: Bakın ben geldim) Çok çok teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız, iyi ki buralara geldiniz." dedi. Fakat bu dediklerini kimse dinlemedi.
Hadi kimse demeyeyim, belki ön safları kapanlar dinliyormuş gibi yapmış olabilir de orta ve arka sıralardaki Ak Partililer ya sohbet ediyorlardı ya da selfie (özçekim) yapıyorlardı.
Mesela, Sn Aktaş’ın “Allah meşakkatli bir işi bana nasip etti. Hiçbir zaman yüksünmeyeceğiz" derken “Allah değil de bu meşakkatli işi Reis sana nasip etti” diye kaç kişi aklından geçirmiştir, diye düşünmeden edemedim.
Neyse, Allah’ı karıştırmadan ben Sn Alinur Aktaş’a o hengamede sorma fırsatı bulamadığım sorularımı buradan aktarmak istiyorum.
Önce hayırlı olsun göreviniz Sn Aktaş!
Soru 1- Siz Bursa ve Bursalıların mı belediye başkanı olacaksınız, yoksa sadece Ak Partililerin mi?
Soru 2- Recep Altepe’nin bir pop şarkıcısı gibi her tarafa (belediye bütçesinden) posterlerini asarak yüzünü görmekten bıktırdığı gibi siz de kentin her yanına afişlerinizi asacak mısınız?
Soru 3- Recep bey kenti dolaşmaya çıktığında, etrafında en az 20-30 kişilik (hep aynı tiplerden oluşan) bir kalabalık olurdu, sizin de benzer bir grubunuz olacak mı?
Soru 4- Recep bey göreve geldiğinin ikinci yılında, rahmetli Hikmet Şahin’in başlattığı Uluslararası İpek Yolu Film Festivali’ni bitirmişti. Sizin sanat ve dolayısıyla sinemaya bakış açınız nedir? İpek Yolu Film Festivali’ni yeniden devam ettirme ihtimaliniz nedir?
Soru 5- Sn Recep Altepe’yi etrafındaki insanlar ve danışmanlarının yanlış yönlendirdiğini düşünenlerdenim. Sizin danışmanlarınız değişecek mi? Yoksa aynı ekiple mi devam edeceksiniz?
Soru 6- Sn Altepe fotoğrafçılık dışında modern sanatlardan pek hoşlanmazdı, o nedenle bizim gibi sanat derneklerine, görevi boyunca asla randevu vermez, görüşmezdi. Sizden randevu istesek, Altepe gibi kapıları yüzümüze kapatır mısınız, yoksa rahmetli Hikmet Şahin gibi görüşmeyi kabul edip bizim düşüncelerimizi dinler misiniz?
Sayın Aktaş!
Bizim (benim) için belediye başkanlarının isimleri ve partisinin önemi yoktur. Önemli olan kente vereceği hizmettir. O nedenle ilk seçiminde Sayın Recep Altepe’ye oy veren Bursalı hemşerilerimizden biri de bendim. Ama sonraki süreçte yaptıklarıyla beni pişmanlığa sürükleyen bir tercih olmuştur ve büyük bir hayal kırıklığın adıdır benim için Recep Altepe.
O nedenle size bu yeni ve zorlu görevde başarılar dilerken, yapacağınız her yararlı-doğru hizmeti alkışlayacağımızı, yanlış, işlevsiz ve Bursa’ya değer katmayan faaliyet ve tutumlarınızı en ağır şekilde eleştireceğimizi anımsatmak isterim.
Çünkü yaşadığı şehre ve kültürüne önem veren kentli olma bilincine haiz her Bursalı’nın “çağdaş ve huzurlu yaşama” hakkının bulunduğunu, bunun için eleştirme hakkına da sahip olduğunu anımsatmak istiyorum.
Unutmayın! Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’ne sizi (sözde) dinlemeye gelen ama selfie çekmek ve geyik çevirerek kalabalık yapmaktan öteye geçmeyenlerden ibaret değil Bursa. Siz zaten biliyorsunuz ama bir daha anımsatmak isterim: Tarihi, kültürü, sporu ve sanatıyla Osmanlı’nın hem ilk başkenti, hem de sanayisiyle Türkiye ekonomisinin can damarıdır…
Bugüne kadar yanlış yönetildiğini ve potansiyelinin değerlendirilemediğini düşündüğüm bir zamanların yeşil Bursa’sının sizinle birlikte hak ettiği düzeye geleceğini umut etmek istiyorum.
Önünüzde kısa bir süre var, bu kısa sürede bununla ilgili umut verirseniz ilk seçimde aday gösterildiğinizde en büyük destekçiniz biz oluruz.
Aksini yaparsanız, İnegöl orada…
Saygılar, başarılar…


Çarşamba, Kasım 01, 2017

BURULAŞ'ın sürücülerinden özür dilerim!

Evet, özür dilerim, onlara vicdansız değim için, beni af etsinler, çünkü suç onlarda değil, onlara emir veren amir ve müdürlerindeymiş!

“BURULAŞ’IN VİCDANSIZ SÜRÜCÜLERİ” Başlıklı yazıma istinaden, geçen gün BURULAŞ’tan bana yanıt geldi, çok mutluyum, zira ilk defa bir tepkime ve eleştirime BURULAŞ’tan karşılık buldum. Beni ciddiye alıp yanıt verme lütfunda bulundukları için ne kadar teşekkür etsem azdır, sağ olsunlar, var olsunlar(!)

Bana yollanan cevabı, altta alıntılayarak yazacam ve aralarına kendi açıklama ve sorularımı ekleyecem...

BURULAŞ:
Sayın Suat Oktay Şenocak
Bilindiği üzere, Bursa Büyükşehir Belediyesi hudutları dahilinde, toplu taşıma hattı oluşturulması, güzergah planlamaları, Ukome Kurulu Kararları ile düzenlenmekte olup, yolcu alınmadığından bahisle, şikayet edilen duraklar 3İ ve 18İ güzergahları dışında kalmaktadır. Ancak, İstanbul caddesindeki tramvay inşaatı nedeniyle, bu güzergahlar mecburen değişmiş ve otobüsler Gençosman Kavşağı yerine Beşyol kavşağından dönüş yapmaya başlamışlardır.  Söz konusu şikayetten köşenizde çıkan yazı ile haberdar olunmuş, incelenen Çağrı Merkezi kayıtlarında da bu yönde bir şikayet tespit edilememiştir.

BEN:
Çağrı merkezinize 0532 372 x4 xx numaralı hattımdan yapılan aramaya bakmanızı önemle rica ederim. Çağrı merkezinizde görüştüğüm görevli kadın çalışanınız, not aldığını ve şikayetin gerekli birime iletiliceğini söylemişti. Eğer arama kaydım silindiyse bile benim numaramla ilgili arama yapıldığının kaydı duruyor olmalı.

BURULAŞ:
Yapılan inceleme neticesinde, Terminal istikametinde, D1187-D1188-D1189 Kemerçeşme duraklarına yanaşılabileceği görülmüştür. D1190 Yeşilova durağına yanaşmak, otobüslerin Beşyol kavşağından u dönüşü yapacak olmaları ve şerit değiştirmeleri gerekliliği nedeniyle mümkün değildir. Kavşaktan döndükten sonra da Kent Meydanı istikametinde yolcu alınacak tek durak D1121 Beşyol durağıdır. Bu güzergahtaki D1122-D1123 (Yeni Yalova Yolu Caddesi) durakları, trafik ve durağın fiziki yapısı nedeniyle kullanılmaya uygun değildir. Bu doğrultuda gerekli düzenlemeler yapılarak, sürücülere talimat verilmiştir.
Bilgilerinize rica ederiz.

BEN:
Sürekli bu güzergahı kullandığım için söz konusu istikametin trafiğini, akışını ve durumunu yıllardır gözlemliyorum. Çoğunlukla Beşyol’un Gençosman istikametinde ki ikinci duraktan otobüslere biniyorum. Söz konusu 16i ve 3i otobüsleri, Beşyol Kavşağı’ndan dönüş yaptıktan sonra, mevcut trafiği aksatmadan, sağ şeritten devam etseler, o duraklarda bekleyen yolcuları da alabilecekler. Fakat sizin direktifleriniz doğrultusunda hareket ettiklerini öğrendiğim sürücüleriniz, kavşaktan döner dönmez hemen sol şeride geçip hızla Gençosman’a doğru yöneldikleri için durmaları elbette sıkıntı yaratacaktır. Kavşaktan döner dönmez sağ şeritten devam etseler, hem trafiği aksatma durumu olmayacak, hem de bekleyen yolcuları almaları da mümkün olacaktır.
Üstte belirttiğiniz “..trafik ve durağın fiziki yapısı nedeniyle kullanılmaya uygun değildir.” Şeklindeki açıklamanız (mazeretiniz) gerçekçi değil. O otobüslerin duraklardan yolcu almalarının trafiği engelleyeceğini düşünmeniz işgüzarlıktan başka bir şey değil.
Çünkü her otobüsün, bir durakta ortalama bekleme süresi 15-20 saniye civarıdır.
O zaman size şu soruyu tekrar yinelemek isterim: Yarın öbür gün, T2 inşaatı tamamlanacak, T2 sadece kent meydanına kadar gidecek ve 38 No’lu Terminal Hattı belki de tamamen kaldırılacak. Aktarma yapmadan Fomara istikametinden direkt Heykel’e çıkmak isteyen yolcular ne yapacak?
Bunun bir de yağmuru, karı ve çamuru, ihtiyarı, engellisi, hastası, öğrencisi var, Bursalı bu hemşerilerimizi duraklarda sarı otobüslerinize aval aval bakarken mi bırakacaksınız?
Ya da bu durumu düşünmediniz mi?

Evet, durum bundan ibaret…
BURULAŞ‘ın amacı Bursalılara sağlıklı ve doğru toplu ulaşım hizmeti sunmak olduğuna göre, bana yollanan açıklamanın, bu amaç ile örtüşmediğini görüyorum.
Eli kalem tutan, gazetecilik yaparak yanlışları dile getirmeye çalışan bir Bursa sevdalısı olarak bunları yazmayı kendime görev sayıyorum. O nedenle “Vicdansız” olamakşa suçladığım sürücülerden, (bazıları hariç) tekrar özür diliyorum.
Onlar verilen emri yerine getirirken bazılarının ise kamu hizmeti yaptıklarının hala farkında olmadıkların anımsatmak istiyorum.
Çünkü Bursa yaşanılacak bir şehir olacaksa, buna hep birlikte katkı sağlamak zorundayız…

Kimi yanlışları yazarak, kimi kurallara uyarak kimi de vatandaşlarının hassasiyetini dikkate alarak bunu yapar…

Yapamayan ise gider, yerine yapabilen gelir!,

Çarşamba, Ekim 25, 2017

İşte tam da şimdi “Al tepe tepe kullan!”

Yıllar önce Bursa’nın köklü gazetelerinden birinde kısa bir süre hariçten gazel okuyordum. (Yazılar yazıyordum) Genellikle sanat ve sinema ağırlıklı yorumlar kaleme alırken özellikle İpek Yolu Film Festivali’nin yok edilmesiyle ilgili bir yazımın başlığına “Al tepe tepe kullan” diye yazınca, o dönem gazetenin yazı işleri müdürü yazımı sert bulup yayınlamamıştı.
Neyse gel zaman git zaman, önce o müdür o gazeteden atıldı, yerine gelen birçok müdür de değişti ve an geldi, seçimle gelmiş Recep Altepe de tek adamın keyfine göre görevden el çektirildi.
Evet, Recep Altepe, Recep Tayyip Erdoğan istedi diye, diğer birkaç belediye başkanı ile birlikte zorla istifa ettirildi.
Sn Recep Altepe yaptığı son açıklamada, “Benim yüzüm ak, alnım açık. Bu konuda rahatım” dedi. E o zaman biri çıkar ve şöyle sorar: O zaman neden istifa ettin sayın Altepe? Madem temiz ve haklısın, neden direnmedin? Neden korktun da istifa ettin? Bursa’da sana oy veren yüzbinlerce seçmenlerin için bile direnemeyecek kadar ne korkuttu seni, ey Altepe, istifa etmeseydin Erdoğan sana en fazla ne yapabilirdi? Bunun üzerine Sn Erdoğan’ın "sonucuna katlanırsınız!" diye tehdit etmesi mi ürküttü? Tekrar soruyorum, neden istifa ettin? Erdoğan ne yapabilir size? Zindana mı arttırır, kurşuna mı dizdirir, yağlı kazığa mı oturtur(!) ne yapar? O, (tıpkı sizin gibi) halkın seçtiği cumhurbaşkanı mı yoksa mafya lideri mi? En çok ne yapabilir Sn Erdoğan, yapsa yapsa siyasi kariyerinizi bitirir. Yaşınız gelmiş 60 kusura, bu saatten sonra kaç yıl yaşarsınız ki, peki ya Reis daha kaç yıl yaşar?
Dava dava diyorlar, bu neyin davasıdır, bilen var mı? Bu dava neden hep Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel çıkarlarıyla örtüşüyor? O nedenle özellikle senin, sonuna kadar direnmeni beklerdim Sn Altepe, tabi bu, kaybedecek bir şeyi olmayanlar için geçerlidir, dünya malında gözü olanlar aynı zamanda fena halde korkak olur! Tutsak ve korkaklar her gün, özgür ruhlar bir gün ölür!
İstifa ettin ve gidiyorsun Sn Recep Altepe, peki suçun olmadığını iddia ediyorsun ama Reis senle aynı fikirde olmamalı ki, sizi zorla istifaya mecbur bıraktı…
O zaman vatandaş şöyle düşünmeyecek mi?
“Eğer bu belediye başkanlarını ben seçtiysem neden ben yollayamıyorum. Eğer bu belediye başkanları suç işlediyse yargılanmaları gerekmiyor mu? Ve eğer bu başkanlar suçluysa yaptıkları suçlar, işledikleri günahlar yanlarına kâr mı kalacak? Bunları af etme yetkisi sadece tek bir adamda mı olacak? Bu kararlara, adaletsizliğe Allah razı gelir mi?”
İşte bütün mesele bu!
Nereden bakarsanız bakın, neresinden tutarsanız tutun, ortada bir garabet var ve bu garabeti yaratan sadece tek bir kişi, Allah’ın yarattığı aciz bir kul var!
Bu hukuksuzluğu, adaletsizliği sebebiyet veren, şehirlere ihanet eten, Fetö denen vatan hainine ne istediyse veren, devletin her kademesine sızmalarına göz yuman, zemin hazırlayan, işte o âdemoğlu bütün bu olanlardan sorumludur.
Bunu ben demiyorum kendisi diyor ve bu adamın işlediği suç ve günahlara ortak olanlar, ona oy veren seçmenlerdir…
“Bunların hepsi yalan” diyen parmak kaldırsın!

Yok eğer hepsi gerçekse, sandıkta oy verirken bir daha düşünün, “Ben bu günahlara daha fazla ortak olacak mıyım olmayacak mıyım?”

Pazartesi, Ekim 23, 2017

BURLAŞ’ın vicdansız sürücüleri…

Evet evet, vicdansız, topluma hizmet ettiklerinin farkında olmayan, egoları şişkin, terbiyeden yoksun, görgüsüz ve kural tanımayan eğitimsiz güruhun somut temsilcileri…
Özel halk otobüslerinin sürücülerine artık diyecek söz bulamıyorum, onları Allah ıslah etsin(!) Amma ve lakin, BURLAŞ’ın resmi araçlarını kullanan sürücüler de en az onlar kadar evlere şenlik.
Yalova Yolu, yeni adıyla İstanbul Caddesi üzerinde faaliyet gösteren sarı otobüslerin sürücülerinin kural tanımazlığının altını çizmek isterim, özellikle de 3i ve 16i hatlarını kullanan sürücülerden vatandaşlardan gına geldi...
Bu hatlar daha önceden Kemerçeşme ve Yeşilova istikametinden geldiklerinde Gençosman’ın hemen alt tarafında yer alan geçitten U dönüşü yaparak fomara istikametine yöneliyorlardı. Fakat, T2 tramvay hattı inşaat nedeniyle o geçiş kapatıldı ve otobüsler Beşyol kavşağından dönüş yapmaya başladılar.
Bu yeni ve planlanmayan güzergâhlarda karşılıklı duraklar var ve o duraklarda bekleyen yolcular mevcut. Özellikle, Beşyol’dan yukarı çıkışta iki durağı bu otobüsler pas geçiyorlar. Yolcuların el ile işaret etmelerine rağmen, sürücüler hiç umursamadan basıp gidiyorlar.
Gerekçeleri de çok ilginç: Bu güzergâh bizim güzergâhımız değil! O nedenle de yolcu almak zorunda değiliz…
Bakar mısınız mazerete, o yoldan geçiyorlar, geçtikleri yol üzerinde duraklar ve bekleyen yolcular var ama beyefendiler durup da asli görevlerini yerine getirmiyorlar.
Neymiş, o güzergâh onların kendi güzergâhı değilmiş! E o zaman geçme oradan, uç havadan git, madem ki, vatandaşa bir faydan yok, kullanma o yolu(!)
Yarın o tramvay inşaatı tamamen bitecek ve o otobüs hatları o yoldan geçmeye devam edecekler, zira başka geçiş alternatifleri yok, e o zaman da mı yolcu almayacaklar?
Bunun karı, yağmuru, fırtınası var, yaşlısı, engellisi var… O zaman ne olacak? İlle de birilerinin kafalarına vurması ve sert bir şekilde emretmesi mi gerekiyor? Bu sürücülerin asal görevlerinin vatandaşa ve kente hizmet olduğunu öğretmiyorlar mı işe alırken?
Bununla ilgili bir ay kadar önce bizzat ben şahsen kendim BURLAŞ’ı arayarak durumu izah edip şikayetimi ilettim, peki ne oldu dersiniz?
Hiç!
Bugüne kadar hiçbir şikayete çözüm üretmeyen BURLAŞ, bu konuda da üç maymundan farksız davranmaya devam ediyor.
Ne de olsa Bursa Bursalıların olmaktan çıkmış, sürücüler vatandaşı yok saymış çok mu?!



Salı, Ekim 03, 2017

Meltem Cumburlop…

Aynen böyle, Meltem Cumbul son yaptığı eylemle gündemin tam da göbeğine “cumborlop” diye atladı. Sanki memlekette tartışacak başka mesele yokmuş gibi…
Belki uzun aradan sonra böylesine gündem olmaktan pek bi memnundur ama herkesin kafasında yanıtlanmayan sorular var.
-Meltem Cumbul neden bu kadar abartılı tepki verdi?
-Neden daha alttan almadı?
-Semih Kaplanoğlu ile aralarında nasıl bir husumet vardı da elini sıkmadı, sıkmakla kalmayarak konuyu bambaşka bir mecraya taşıdı?
Kamuoyuna yönelik yaptığı açıklamalardan sonra açıkçası kimse tatmin olmadı.
Bu arada, konuyu bilmeyenler için hemen anımsatma yapayım; Adana Film Festivali’nin geçen hafta yapılan kapanış ve ödül töreninin sunuculuğunu üstlenen Meltem Cumbul, en iyi yönetmen ödülüne layık görülen Semih Kaplanoğlu’nun elini sıkıp tebrik etmediği ortaya çıktı.
Nasıl çıktı?
Semih Kaplanoğlu bu duruma sosyal medya hesabından tepki göstererek…
Kaplanoğlu olayı ciddiye almasa belki kimse bilmeyecek konu da bu denli dallanıp budaklanmayacaktı elbet. Ama Ödüllü yönetmenin haklı tepkisini de yok saymak haksızlık olur.
Çünkü sorun Meltem Cumbul ile başlıyor.
Bir insanı sevmeyebilirsiniz… Ondan hiç haz etmeyebilir, hatta ve hatta ondan nefret bile edebilir, size büyük bir kötülük bile yapmış olabilir.
O kişiyle yolda ya da bir arkadaş ortamında veya bir başka yerde karşılaştığınız zaman onu yok sayabilir, görmezden gelebilir, hiç sallamayabilirsiniz…
Fakat, ama ve amma ve lakin, sorumlu olduğunuz profesyonel bir görev esnasında böyle bir şey yapmaya hakkınız yok. Çünkü siz o iş için para almışsınızdır ve o paranın karşılığını en iyi şekilde vermekle yükümlüsünüzdür. Bunu layıkıyla ve hakkını vererek yapmaz, o işinizi kişisel bazı sebeplerle sabote ederseniz, hem işinize, hem de size o işi verenlere terbiyesizlik yapmış olursunuz.
İşte bu nedenle Meltem Cumbul, kendi kendini Meltem Cumburlop olma durumuna düşürmüştür!
Kamuoyu muhtemelen Meltem hanımı, Semih beyden daha iyi tanır. Semih Kaplanoğlu’nu da sinema dünyası, sabah kahvaltısı çağrışımlı üçlemesi Süt-Yumurta-Bal filminden ve Bal ile Berlin’de kazandığı Altın Ayı ödülünden tanır. Ben ise Semih Kapklanoğlu’nu ilk sinema filmi, (ki bence en iyi filmi odur) Herkes Kendi Evinde ile tanırım. Lakin, özellikle sette, film çekimi esnasında set çalışanlarına kötü davrandığı ve sert olmasının yanında ağzının çok bozuk olduğunu duymuştum.
Meltem Cumbul cumburlop hanımın tepkisini duyduğumda, “acaba buna yönelik bir tepki mi?” diye düşünmüştüm ancak durumun daha siyasi, daha sanatın dışında olduğuna dair duyumlar gelmeye başlayınca üzüldüm.
Ve sinemamızda, sanat anlayışımızda onca sorun varken, Meltem hanımın böyle bir çıkış yapmasının mana ve ehemmiyetinin, kendisini gündeme taşımasının dışında hiçbir katkısının olmadığını görüyorum.

Ve elbette bu vesile ile kamuoyunun konuyla alakası olmayan kesimi de Sinan Çetin’den sonra Semih Kaplanoğlu adlı bir film yönetmeninin de var olduğunu öğrenmiş oldu(!)

El sıkmama olayının yaşandığı o an: http://www.ntv.com.tr/video/sanat/meltem-cumbul-semih-kaplanoglunun-elini-sikmadi,56_9bLuWUEmI2MclehNiog

Pazar, Eylül 24, 2017

Le Guen'den masallar...


Bursaspor’un bu sezon klasmanını belirleyecek bir mücadeleydi aslında Galatasaray maçı…
Ya Süper Lig’in ilk beş içinde yer alacak takımlardan biri olacağı anlaşılacaktı ya da orta sıralar…
İlk yarı gerçekten de rakibini çözümlemiş, haddini bilen, gücü doğrultusunda sahaya dizilip rakibe alan daraltan yeşil beyazlılar, bu performansının karşılığını da 1-0 öne geçerek aldı.
Öyle fırsatlar kaçırdı, hücuma kalkarken ve final paslarında öyle basit hatalar ve yanlış tercihler yaptı ki, golden sonra biraz daha dikkatli ve soğuk kanlı olabilselerdi, farkı iki, hatta üçe bile çıkarabilirlerdi…
Çok uzatmayacağım, kalede Harun ve önündeki dörtlü savunmanın konsantrasyonu hayranlık uyandıracak düzeydeydi ilk 45 dakika. Maçı izlerken aynen şöyle dedim: Gayet makul ve haddimize bilerek oynuyoruz. G.Saray ilk defa dişli rakiple karşılaşınca simi dökülmüş ayna gibi olduğu ortaya çıktı…
İkinci yarı başladığında ise Bursaspor’un özellikle savunmasının bu konsantrasyonunu devam ettirip ettiremeyeceği sorusu dolandı dilime. Zira rakip yedekleriyle, aslarıyla bu ligin hem en flaş kadrosuna sahip, hem de şampiyonluğun tartışmasız en büyük favorisi ve en formda takımı. Oyunun kaderini, her an değiştirecek usta ayaklara sahip…
Eğer savunmaya yaslanırsak ve hızlı hücumlarla rakibi zorlayamazsak 1-0’ı koruyamayacağımız ortadaydı. Konuk takımın baskısı artınca kenardan, yani teknik kadro tarafından müdahale edilmesi gerektiği apaçık anlaşılıyordu ama Bursaspor’un Fransız hocası Paul Le Guen ne yazık ki tıpkı bizim gibi maçı izliyor olmalıydı ki, konuk takımın Hırvat hocası Tudor’un oyuncu değişikliği hamlelerine doğru hamlelerle karşılık veremedi.
Her an golü yiyeceğimiz, savunmanın her an bir hata yapacağı, Harun’un her an çaresiz kalacağı bir dakikanın yaşanacağından oldukça emindik.
Galatasaray’ın oyuna giren ayakları (özellikle Fegouli) maçın kaderini etkilerken bizde ise yeni transfer Yusuf, beceriksiz John ve Okoli hamleleri hiçbir işe yaramadı. Özellikle de 71. Dakika’da 2-1 yenik duruma düştükten sonra Le Guen’in Josua John tercihi akıllara ziyandı. Cristobal Jorquera, hadi onu geçtim Bilal Kısa, hadi onu da geçtim Furkan Soyalp ya da Deniz Yılmaz varken John ne ayak arkadaş?
İşte o an anladım ki biz ilk yarı şiir, ikinci yarı ise Le Guen’den masallar dinlemişiz…
Gece ile gündüz gibi iki farklı takım vardı sahada evet ama ben şimdiye dek bu kadar kötü bir Batalla izlemediğimi de belirtmem gerek. Arjantinli’nin Bursaspor’da efsane olma yolunda ilerlerken böylesine bir düşüş yaşamasına anlam veremiyorum. Galatasaray karşısında sahada en büyük hayal kırıklığını bana yaşatan isimdi Pablo. Tüm pas tercihleri yanlıştı ve mücadele isteği yerlerde sürünüyordu.
Maçtan önce Galatasaray kazanırsa onlar için kolay, ama Bursaspor’un kazanması olay olur, demiştim. Rakipten gereksiz yere korkmanın sonucudur bu. Korkunun ecele faydasının olmadığının da kanıtı.
Bir çift söz de büyük Bursaspor taraftarına… Dünkü maçta gördüm ki, o büyüklük mazide hoş bir seda imiş(!)
Serdar Aziz ile uğraşmayı bırakıp az biraz takımı ateşlemeyi akıl edebilselerdi, gerçek görevlerini de yapmış olacaklardı. Fakat akıl etmek için düşünebilmek gerek.
Serdar Aziz Bursa’nın bir evladıdır. Yeşil beyazlı formayı giydiğinde terinin hatta ve hatta kanının son damlasına kadar mücadele ettiğini kimse inkâr edemez. Bursa’dan bir başka takıma transfer olurken kulübüne para kazandırarak gitmiştir. Yani kendisini yetiştiren kulübüne faydası olmuştur. Doğru mu?
Doğru, peki kendi takımını desteklemeyi bırakıp bağrından yetişmiş ve Milli Takım’a kadar yükselmiş bir evladına hakaretler etmek hangi vicdanın aciz ürünüdür?
Onu ıslıklayıp hakaret ederek hırslandırmak yerine, maç öncesi alkışlamak, olumlu tezahüratlarla bağrına basıp duygusal anlamda çökertmek hiç mi aklınıza gelmez, hiç mi akletmezsiniz?
Peki ya sonuç: 2-1 yenilgi.
Kim kaybetti, kim kazandı?
Bursaspor’un klasmanının ilk beş olmadığını da sanırım ifade etmeme gerek yok.
Bu takımın kapasitesi bu kadar, bundan sonra da ne bir santim uzar, ne bir santim kısalır….
La Fonten’den, pardon Le Guen’den masallar dinlediniz…
Haydi hayırlı tıraşlar(!)

Salı, Eylül 19, 2017

Evkur’dan şikayeti olan parmak kaldırsın!

Evkur’dan alışveriş yapmayanımız (hemen hemen) yoktur muhtemelen…
Biz de yaptık, aslında tüketim toplumları için çok pratik olanaklar sunuyor, Evkur ve türevleri… Özellikle de bizim gibi gelir seviyesi düşük ve kaynak dağılımının adil olmadığı fırsat eşitliğinin bulunmadığı toplumlar için, kefilsiz alış-veriş imkanı, uzun vade ve elbet yüksek faizlerini bir kenara bırakırsak, düzenli akarı olan orta direk için büyük kolaylık.
Evet, fakat, ama ve amma ve lakin, ilginç bir durum fark ettim Evkur ile ilgili.
Aslında fark ettiğim durum sadece ilginç değil aynı zamanda hoş olmayan bir gerçeği de anlamama vesile oldu.
2008’de aldığım ve 9 yıl boyunca kullanmaktan memnun kaldığım HP Pavilion laptopum artık miadını doldurunca yenilemeye karar verdim ve Evkur’dan aynı markanın yeni modelini tercih ettim.
Aldığımın daha ilk haftasında sorunlar başladı ve ürünü acilen servise yollamak zorunda kaldım.
Yıllarca sorunsuz kullandığım markanın eski sürüm ürününden sonra bu son cihazın bir haftada servislik olması hem canımı sıkmış, hem de aklımı karıştırmıştı.
Markada mı sorun vardı, yoksa…
Yoksa ne?
Sonra bir de baktım ki, etrafımda en az 6 kişi Evkur ile ilgili benzer sorunlar yaşamış, cihazların hepsi de alındığının birinci ayını doldurmada servisi boylamış. Özellikle de elektronik cihazlar, şikayetlerin odak noktasını oluşturuyordu.
Bu işte bir gariplik vardı.
Bir, iki, üç olsa diyecem ki rastlantı, ama benimle birlikte yedi Evkur müşterisi de elektronik cihazlarda aynı sorunla karşılaşıyorsa, burada rastlantıdan söz etmek saflık olur.
Belli ki Evkur’un sattığı elektronik cihazlarında ortak bir sendrom söz konusu.
Anladığım kadarıyla (ki bu benim çıkarımım) Evkur, dünyaca ünlü birçok markanın sorunlu cihazlarını ucuza topluyor, uzun vade ve yüksek faizle piyasaya sürüyor, zaten sorunlu olan cihazlar da hemen sorun çıkarıp servislik oluyor.
Çünkü bu durumun başka bir açıklaması yok!
Sadece bu mu?
Değil tabi…
(Evkur Bursa Merkez -2. Kat'ta sıra bekleyenler)
Evkur’un (Bursa) Heykel’de ki merkez mağazasında taksitleri ödemek için gelen müşteriler sıkıntılı bir şekilde kuyruklarda beklemek zorunda bırakılıyor. Mağazada iki ödeme noktası var ve iki noktada da iki kasa görünüyor ama o kasalarda ben bugüne kadar iki kasiyerin aynı anda aktif olduğuna rastlamadım. Haliyle, (özellikle de pazartesi günleri) uzun kuyruklar oluşuyor. Anlayacağınız Evkur’a para ödemek bile eziyet. Yani müşteriler hem borç ödüyor, hem de dakikalarca kuyrukta bekleyerek ıstırap yaşıyorlar! Belli ki Evkur az elemanla çok iş yaptırma derdinde ama müşterilerin eziyet çekmesini umursamıyor.
Özellikle yaşlıların durumu daha zor. Eksi 2. kattaki kasaya inseler uzun kuyruk var, 6. kata çıksalar, çık babam çık, taa en tepede…
Özetle; Evkur hem millete bozuk ürünleri sokuşturuyor, ödeme yapan müşteriye zorluk çıkarıyor, hem de yüksek faizlerle kârına kâr katıyor!
Bu duruma itiraz eden müşterinin tepkisini de pek ciddiye aldığı yok, mağazadaki görevliler evlere şenlik, seni dinleyecek seviyede değil, her eleştiriye bir bahaneleri var ve “müşteri daima haklıdır” ne demek bilmiyorlar, hele “müşteri velinimettir” sözünü, “müşteri yolunacak kazdır” diye algılıyor olmalılar… Vatandaş ne de olsa paşa paşa borcunu ödüyor, bu duruma dur diyecek ne bir makam var, ne de merci, memleket olmuş Yağma Hasan’ın Böreği…
Evkur’un yapması gerekenler belli, ama bunları yapsa belli ki kâr marjının düşeceğini hesaplıyor olmalı. Burada iş tüketiciye düşüyor. Evkur’a gitmeden önce bir değil, beş kez düşünecekler.
Zira ben müşteri olarak bundan böyle bunu yapacam ve etrafımdaki insanları uyarmaya başladım bile.
Evkur’u yönetenler şunu bilmeli ki, müşteri yoksa, para da yok!
Bir müşteri kaçmış Evkur için ne ki.
Varilde bir damla…

O damla(lar) olmasa varil(ler) dolar mı?

Cumartesi, Eylül 16, 2017

Yugoslav’ya şampiyon, ya Türkiye?

Yugoslavya yok mu? Siz öyle sanın, bal gibi Yugoslavya var ve bu ekol 2017 Avrupa Basketbol Şampiyonası’na damgasını vurdu.
Finale çıkan Sırbistan ile Slovenya bu ekolün temel taşları ve elbette Hırvatistan’ı da unutmak lazım…
Peki ya biz, yani Türkiye ne ekolü?
Güldüğünüzün farkındayım, “Ne ekolü, dalga mı geçiyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim…
Haklısınız, Türkiye her alanda nasıl ki hiçbir ekol değilse, basketbolda da ekol mekol değil elbet.
Basketbolda Rus (Sovyet) ekolü var, Yugoslav ekolü zaten malum, hatta İspanya ve hatta ki hatta Fransız ekolünden bile söz edebiliriz lakin Türk ekolünden asla ve katta söz etmek mümkün değil…
Mümkünatı yok.
Biz olsak olsak, sadece birbirimizin ayağını kaydırmada, kendi kuyumuzu kazamada ekolüzdür ki, bu konuda kimse elimize su dökemez!
Yalan mı?
Hayır, gerçek ve çok acı. Bunu da her alanda derinden yaşıyoruz ve en taze örneği de basketbolda karşımızda duruyor.
Çakma 12 Dev Adam ne yaptı gördük hep birlikte.
Çakma diyorum çünkü 2001’de ev sahibi olduğumuz şampiyonadaki kadro ile yakından uzaktan alakası olmayan bir kadro ile çıktık bu son şampiyonaya.
Sadece kadro olarak değil, ucubik ve uyduruk, sinir bozucu şarkısından tutun, federasyon başkanına, tribünlerin heyecandan yoksun atmosferine ve hata medyasına kadar, nereden baksanız emanet, toplama, alelacele bir araya getirilmiş yığından başka bir şey değildi.
O nedenle bu yeni 12 dev adam olsa olsa çakma dev adam olurdu, ki öyle de oldu.
Düşünsenize, böylesine dev bir organizasyonun en önemli ayağına ev sahipliği yapıyorsunuz ama bu şampiyonada ilk ona girebilecek bir kadro oluşturamıyor, NBA deneyimine sahip en önemli yıldızlarınızı getirtip hazır edemiyorsunuz.
Deneyimsiz kadronuz ve uluslararası deneyimden yoksun teknik ekibinizin kritik maçlarda ezilmesini seyrediyorsunuz.
Sizin fark yediğiniz İspanya’yı Slovenya yarı finalde parçalarken, İspanya’nın Gasol kardeşlerini, Navvaro’yu gözünde büyütüp korktuğu için elleri titreyen ve boş turnikeleri bile kaçıran gençlerinizin çaresizliği aklınıza geliyor ve bir kez daha üzülüyorsunuz!
Bu şampiyonanın final grubunun Türkiye’de yapılacağı iki yıl öncesinden belliyken bu kötü tablonun mimarı kim?
Kim bu kadroyu bu turnuva için hazırlayacaktı?
Hazırlanmasına kim engel oldu?
Federasyon Başkanını apar topar kim değiştirdi ve neden?
Şampiyonaya aylar kala, Türk basketbolunun en kariyerli, uluslararası deneyimi en fazla antrenörü Ergin Ataman’ın hem ulusal hem de kendi takımından ayağını kaydırmak için kim çabaladı? Kim kovdurdu?
Evet, bu sorulara yanıt verecek bir babayiğit arıyorum!
Fenerbahçe’nin EuroLeague şampiyonu olduğunda sevinenlere, “Bu başarı Türk basketbolunun değil, Fenerbahçe’nin başarısıdır” dediğimde bana kızmışlardı. Bunu Milli Takım’da bir kez daha gördük. Obradoviç’in, Melih Mahmutoğlu’nu, Barış Hersek’i Final Four’da oynatmayıp deneyim kazanmasını engelleyerek Türk basketboluna ne kadar zarar verdiğini belki birileri hala anlamamış olabilir. Sırp koç elbette kendi kariyerini düşünüp kendi vatandaşlarını oynatacaktı da, ya bizim gençlerimiz ne olacak?
Yugoslavya ekol olurken bizimkilerin turşusunu mu kuracaz?
Ufuk Sarıca ne yapsın, Cedi Osman, Kenan Sipahi, Furkan Korkmaz, Semih Erden ve diğerleri ne yapsın?
Ufuk Sarıca’ya yapabileceğim tek eleştiri, kadroda sırf Galatasaray’dan da biri olsun diye oyuncu alacağı yerde, ligdeki diğer takımlara bakmaması olabilir. Zira Sarıca’nın da eldeki kadronun da kapasitesi bu kadardı.
Keşke 12 Dev Adam olacaklarına Furkan Korkmaz kadar cesur olsalardı, hiç olmazsa belki ilk beş içinde yer alabilirdik. Belki diyorum çünkü, kaybettiğimiz İspanya maçını anımsıyorum da; parkelerde fark yaratan sadece korkmaz Furkan’dı…
İşte bu fark, finalde Yugoslavya olarak karşımıza çıktı.



Perşembe, Eylül 07, 2017

Siz kaçıncı maymunsunuz?

Memleket aslında ikiye bölündü: Emekliler ve emeksizler(!) Emekliler derken, bildiğiniz emekli olmuş insanları kast ediyorum, emeksizler de tahmin ettiğiniz gibi işsiz kalmış ya da bırakılmış, itibarsızlaştırılmış, bir takım nedenlerle ötekileştirilmiş çapulcu takımı diyebiliriz, yani tıpkı benim gibi… Facebook hesabımdan, geçen gün, bir haber ajansında çalışırken Bursa’nın yerel gazetelerinden birine transfer olan emekli bir gazeteci arkadaşımla ilgili paylaşımı gördüm. Paylaşılan fotoğrafta ki her gazeteci emekliydi ama hala çalışıyorlardı. Herkes emekli kardeşimizi tebrik eden mesajlar bırakıyordu paylaşımın altına. Sonra kendi durumumu düşündüm ve altına yorum yaptım. Daha sonra yaptığım yorumu buraya eklemek için paylaşıma baktığımdaysa yazdıklarımı göremedim. Burada ismini yazmayacağım değerli ve emekli ve hala çalışabilen bu gazeteci arkadaşım yorumumu silmiş. Bunun üzerine ben de şunu yazdım: Verdiğim rahatsızlık için özür dilerim ama yorumumu silmeniz, gerçeği görmenizi engellememeli, zira hem solcu hem de duygusuz olunmaaaaz(!)
Muhtemelen bunu da silecektir…
Silsin sorun değil ben de ardından Twitter hesabımdan şu nu yazdım: #İddiaEdiyorum; emekliler kenara çekilip "biraz da işsizler çalışsın, onlar da evlerine ekmek götürebilsin, bayramları beş parasız geçirmesinler!" dediği gün bu ülke adam olur!🇹🇷
Yalan mı? Değil tabi, peki kaç kişi bu yazdıklarıma tepki verdi dersiniz? Twitter’den sıfır, Facebook’tan 8 kişi… tabi beğenme ve ifade belirtme var! Ve iki yorum. Facebook arkadaşlarımdan Sadi Gucluer Doğru söze ne denir! dedi ve fotoğraf sanatçısı Abit Kullebi TC tepki verdi!
Sonra da altına şu yorumları yaptım:
Peki solcu olup da işsizleri düşünmeden hala çalışabilen ve kendine solcu diyen gazeteciler, öğretmenler, memurlar, utanmadan kendilerine nasıl hala solcuyum diyebiliyor?
--
Diyelim ki solcular dinsiz, imansız, kimilerine göre de vicdansız(!) Peki alnı secdede olup da işsizleri düşünmeden hala çalışabilen ve kendine "elhamdülillah Müslümanım" diyen gazeteciler, öğretmenler, memurlar, utanmadan kendilerine nasıl hala ümmeti Muhammet diyebiliyor?
--
Evet, solcular iktidarda değil yaptırımları yok, iyi ama ülkenin kontrolü, "elhamdülillah Müslümanım" diyen mümin kardeşlerimizde, peki onlar neden ülke refahını artırmak için bi şey yapmazlar, neden emekli olmuş bir vatandaş çalışmak zorunda bırakılır ve (resmi ya da özel) kurumlar neden işsizler ortada perişan haldeyken emeklileri tercih eder ve siyasi otorite neden buna bir çözüm üretmez, üretemez?
--
 "elhamdülillah Müslümanım" diyen güruh iktidar sarhoşu olmuş durumda, onlara ne desek nafile, 15 yıldır tıksırıncaya kadar yandaşlarını ihya ettiler, emekliler mi çalışıyormuş, işsizlerin durumu perişanmış, bunu dert edecek durumda değiller ama benim üzüldüğüm konu, özellikle medyada "Hak hukuk Adalet" diye slogan atan, "Ben solcuyum uleyn, solcuuu!" diye böğüren bazı tatlı su solcularının, emekli olmalarına rağmen hala utanmadan çalışıyor olmaları ve işsiz onca meslektaşları için gıklarını bile çıkarmamaları... Sonra anlıyorum ki, "yok aslında bir farkları, ha solcu, ha Müslüman, ha süslüman, hepimiz aynı b.kun sineğiyiz, çürümüşlük, toplumun sağından solundan, altından üstünden, tepeden tırnağa kadar kangren gibi sarmış her yanımızı... Çaresi yok, çürüyen organ kesilip atlır, lakin çürüyen organ baş olunca sonumuzu varın siz düşünün!
…diye yazdım, yazdım da ne oldu!?
Hiç… Tıpkı, “aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın” modunda ahali, üç değil dört maymun vaziyette herkes; “Duymadım, görmedim, söylemedim ve çükümde bile değil!”
Çok mu sert oldu.
Olsun, sert olsun! Çürümekten, vicdansız kalmaktan iyidir.
Sahi, siz kaçıncı maymundunuz?