Pazar, Aralık 27, 2015

Ara Güler ve serseriler…

Yıllar önce basketbol camiasınca da pek tanınan bir antrenörü (Bursa’da görev yaptığı yıllarda) bir yazımın satır arasında “oyuncuları onu sevmiyor” diye eleştirmiştim…
Bunun üzerine hocam üşenmeyip bizzat ziyaretime gelip hiç unutamadığım şu karşılığı vermişti bana:
“Ben onların sadece antrenörüyüm. Beni sevmek zorunda değiller. Gitsinler analarını, babalarını, eşlerini, karılarını sevsinler. Bana sadece saygı duysunlar ve görevlerini yapsınlar yeter”
Kulağıma küpe olan bu dersten sonra, şunun altını en baştan çizmek isterim: Kimse kimseyi sevmek zorunda değil…
Ama biz toplum olarak sevmek ile saygı duymayı ne birbirinden ayırt edebiliyoruz, ne de becerebiliyoruz.
Birini ya çok seviyoruz ya da nefret ediyoruz…
Gri yok…
Siyah ve beyaz var…
Ara Güler bu ülkenin yetiştirdiği müstesna karakterlerden biri…
Daha düne kadar da, gerek medya dünyasında gerekse sanat camiasında, taraflı tarafsız her kesim tarafından adı takdirle ve hayranlıkla yâd edilirdi…
Sonra, bu ülkenin en muktedir, en azametli, en kudretli adamı Recep Tayyip Erdoğan, fotoğraflarını çekmesi için Ermeni asıllı 87’lik delikanlı Ara Güler’i tercih edince ortalık da karıştı…
Aslında karıştı demek belki biraz abartı kalabilir…
Ortalığı karıştıranlar, o saygı ve sevgi baremini bir türlü dengelemeyi başaramayanlardan başkası değildi…
O saygın ve pek muteber Ara Güler, sırf işini yaptığı için malum kesim tarafından bir anda lanetleniverdi…
Çünkü fotoğrafını çektiği kişi Recep Tayyip Erdoğan ve ailesi…
Vay, Ara Güler Erdoğan’ın fotoğraflarını nasıl çekermiş?
Erdoğan vakti, zamanında “af adersiniz Ermeni mi ne…” demiş…
Ermeni Ara usta aslında usta falan değil abartılmış ve şişirilmiş basit biriymiş te miş miş…
Peki Recep Tayyip Erdoğan kim?
Halkın %50’sinin oyu ile seçilmiş ilk cumhurbaşkanı, bu BİİİRRR…
Ara Güler fotoğrafçı değil foto muhabiri (Fotoğrafçılığı kabul etmeyip kendisini tanımladığı meslek foto muhabirliği) bu da İKİİİ...
Patavatsızlığı ile nam salmış Ara Güler’in bu tepkilere tepkisi de farklı olmadı…
“Cumhurbaşkanı’nı çekmeyecektim de serserileri mi çekecektim?!”
Bir insanı sevmeyebilirsiniz. Kabullenmeyebilirisiniz de ama konumuna, makamına saygı başka bir şey. Ara Güler de halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğraflarını çekmiş.
Eğer Erdoğan mahallede bir kasap olsaydı ve o kasap gelip de ona "Ağabey beni şöyle fiyakalı çeksene" dese emin olun gider onun da fotoğraflarını çeker… Ki esnaf, köylü, balıkçı, memur, sanatçı ve benzeri (ünlü-ünsüz) yüzlerce insanı fotoğrafladığı bilinir.
Toplum olarak sapla samanı, elma ile armudu ayırt etmeyi beceremediğimizin kanıtı bu olanlar!
Dediğim gibi, kimse kimseyi sevmek zorunda değil (ki ben de sevdiğimi söyleyemem, sevmek zorunda da değilim, Erdoğan babamın oğlu değil nihayet) ama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamından ötürü saygı duymak hepimizin uyması gereken basit bit kural.
Ara Güler işini yaptığı için hakaret etmek ise sadece zayıflık.
Çünkü Ara Güler’in işi bu. O da işini yaptı ve Erdoğan’ın fotoğraflarını çekti.
Sırf Erdoğan düşmanlığı yüzünden Ara Güler’i itibarsızlaştıranlara söyleyeceğim tek şey şudur: Malumlardan bir farkınız olsun… Küçülmeye devam ediyorsunuz haberiniz ola!

Nokta...

Pazartesi, Aralık 07, 2015

Portakal’ın üstündeki gölge!

Bu portakal bildiğiniz gibi değil, altından portakal bu, maddi değil ama manevi değeri paha biçilemez.
Hani derler ya “altın çamura bulansa değerini yitirmez” diye…
Fakat, Altın Portakal’a leke geldi miydi ya da gölge düştü müydü, değeri kaybolmasa da tadı kaçar, ne lezzeti kalır, ne de heyecanı…
Antalya yılardır Türk Sinemasının en önemli ve en köklü organizasyonuna ev sahipliği yapıyor.
Şöyle böyle değil, nalına mıhına ülkemizin en ciddi, en mühim ve en etkili sinema organizasyonu Altın Portakal Film Festivali.
Bu organizasyona üç yıl aradan sonra geçen hafta yeniden katıldım.
İnSanat Derneği’nin azimli belgeselci üyesi Serdar Güven’in (Daha önce Ermenistan’da katıldığımız) çalışması Akhisar-Sucuna belgeselinin sunumunu Antalya Altın Portakal Film Festivali Film Forum kapsamında görücüye çıkardık.
Gerçekten de Zeynep Atakan’ın organize ettiği muhteşem organizasyonda sinemacılar filmlerini konunun uzmanlardan oluşan uluslararası jüri önünde sunma fırsatı buldu.
Ufak tefek aksaklıklar dışında ki, her festivalde yaşanan sıkıntılardı bunlar, sorunsuz bir etkinlik yapıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Atakan’ın ekibini tek tek kutlamak gerek!
Forum cephesi bu şekildeydi…
Ancak festivalin ana karargâhında yolunda gitmeyen bazı şeyler vardı.
Ve Portakal üzerinde dolaşan bu negatif hava konukları tedirgin ediyordu.
Oysa Antalya Büyük Şehir Belediye başkanı Menderes Türel film festivalini itibar organizasyonu olarak görüyor ve aksaklık yaşanmaması için her şeyi yapmaya hazır görünüyordu.
Organizasyonunu üstlenen Elif Dağdeviren ve ekibinin de hakkını vermek gerek. Türel’in güvenlerini boşa çıkarmadıklarını söylemeden geçemeyeceğim.
 Ancak, cumartesi akşamı yapılan ilk kapanış törenindeki gecikme ve verilecek ödül fazlalığı nedeniyle töreni iki ayrı güne almaları, hoşnutsuzluğun kaynağını oluşturdu.
Festivalin son gününde, cumartesi akşamı verilemeyen ana ödüllerin sahiplerini merak edenler Piramit’e gelirken doğal olarak heyecanlanmıştı.
1 Kasım seçimleri münasebetiyle tarihleri değiştirilen bu şaşalı festivalin daha coşkulu ve enerjik olabilmesi için neler yapılmalı diye iyice düşünmek gerek…
Çünkü yurt dışındaki emsallerinin etkisinin yanında Altın Portakal ne yazık ki, umulan tadında değil.
Hele bir de kapanış törenini ekrana canlı taşıyan ATV grubunun yan kanalı AHaber’in uyguladığı saçma sapan sansür Altın Portakal’ın üzerindeki lekeyi de gölgeyi de iyice ayyuka çıkardı.
Gerçekten de yazık oldu. Özellikle de Antalya’nın genç belediye başkanı Menderese Türel’e ve organizasyonun aksaksız yapılması için didinen Elif Dağdeviren ve Zeynep Atakan’ın ekiplerine…
İki satır eleştiriye bile tahammülü olmayan AHaber, hem kendisini, hem de festivali rezil ettiler!
En iyi Erkek oyunu seçilen Nadir Sarıbacak ödülünü almaya çıkmış dostluktan, kardeşlikten muhabbetten söz ediyor ama buna bile tahammül edemeyen AHaber Sarıbacak’ın sözünü kesip üstüne Antalya manzarası koyuyor.
Sarmaşık ile ödüller alan yönetmen Tolga Karaçelik ise Can Dündar ile Erdem Gül’e sadece başarısını atfediyor  ve buna da sansür uyguluyor.                                          
Ve üstelik AHaber’in ekranın kenarında” YSK ve  RTÜK Sansüre hayır” etiketi durduğu halde!
Benim bu tür insanlara karşı bir sözüm var: Bunlar gölgelerinden dahi korkan, bulundukları yere birilerinin iteklemesiyle gelen, minnet duymak ile yalakalığı birbirinden ayırt edemeyen gölge korkakları hepsi.
Olan Altın Portakal’a oldu.
Geçen yıl belgeselleri sansürlemişlerdi, bu yıl da birkaç kelimeyi…
Ancak böyle giderse, bundan sonraki festivallere katılacak film bulamayabilirler.
Böyle yaparak sadece rezil olurlar, kepaze olmaları da uzak değil…
Uyarması benden…

@SuatOktySnck

Cuma, Kasım 27, 2015

Yıldırım’da tiyatro komedisi(!)

Geçen hafta Bursa’nın merkez ilçe belediyelerinden olan Yıldırım çok önemli ve anlamlı bir organizasyona imza attı…
Süheyl-Behzat Uygur Tiyatrosu’nun Marko Paşa oyununu Yıldırım İlçesi’nde yaşayanlar izlesin diye Barış Manço Kültür Merkezi’ne getirdi ve kitap karşılığında davetiye vererek, oyunun izlenmesini sağladı.
Şahane ve gerçekten de çok güzel ve bir o kadar da alkışa değer bir uygulama…
Yıldırım Belediyesi bununla da yetinmedi ve oyunu izlemek için salona giremeyenlere Barış Manço Kültür Merkezi’nin içine barko vizyonla canlı yayın da yaptı.
Bravo…
Tiyatro sevgisini aşılamak, toplanan binlerce kitapların doğudaki öğrencilere ulaşmasını sağlamak takdire şayan…
Fakat…
Ama…
Ve lakin…
Organizasyon berbat mı berbattı…
Kimse kusura bakmasın, doğruları alkışlamak kadar, yanlışlar söylemek de eli kalem tutan ve düşünen birey olarak bunu yazmak görevim... 
Güzel olması gerekirken amatör ötesi organizasyon yüzünden oyun tam 20 dakika geç başladı. Kitabını verip de davetiye alanlar, kitap bağışlayıp da davetiye alamayanlar aynı anda salona üşüşünce kaos da kaçınılmaz oldu.
Üşüşünce diyorum, çünkü kültür merkezine gelenler tiyatro oyunu izlemeye gelir gibi değil de, sanki düğüne ya da kadınlar gününe gidiyormuş havasındaydı.
Bebeğiyle gelen mi ararsınız, oyun sırasında telefonla konuşan mı, ne isterseniz vardı.
En sonunda, Behzat Uygur’un anonsuyla, gelenler yerlerine oturtulmadan oyun başladı.
***
Yaşananlar, üstte yazdığım güzellikleri gölgede bırakacak denli kötüydü.
Yıldırım Belediyesi, ilçede yaşayanlara tiyatroya, düğüne gelir gibi gelinmeyeceğini öğretmekle mükelleftir.
İzleyiciye, yetişkin oyunlarına 10 yaşından küçüklerin getirilmemsi gerektiğini de…
Tiyatro oyununu izlemek için en az yarım saat öncesinden gösterinin yapılacağı salonda hazır olmalarını ısrarla ve üstüne basa basa belletmeli…
Oyun duyurulduğu saatte başlamalı. Oyun başladıktan sonra (istisnalar hariç) kimse salona alınmamalı…
Maalesef Marko Paşa oyunu güzel bir komediydi ama öncesinde yaşananlar, Uygurların sahnelediği komediyi gölgede bırakacak denli trajikomikti!
İstanbul’dan ünlü isimleri getirmek, Yıldırımlılarla buluşturmak yetmiyor. Bundan önce vatandaşına ciddi ciddi “nasıl tiyatro izlenir?” dersi vermeli, yoksa rezil olmaları kaçınılmaz görünüyor…
Türkiye’nin bir çok yerinde tiyatro izlemiş, sahneye çıkmış biri olarak söylüyorum.
Yıldırım İlçesi ne yazık ki, Nilüfer İlçesi’nin çok çok gerisinde.
İzleyici kalitesini artırmak için Yıldırım Belebiyesi’nin bundan sonra yapması gereken ilk iş, ünlü oyunları getirmekten ziyade halkını bilinçlendirmek ve iyi birer izleyici olmalarını sağlamak olmalı!
Çünkü Yıldırım Belediyesi bu konuda sınıfta kaldı. Hem de fena halde…

@SuatOktySnck

Perşembe, Kasım 19, 2015

Saygı, vicdan ve barbarlık!

Kendi yurttaşlarının ölümüne bile üzülmeyen bir güruhun, Fransızlara üzülmesini beklemek abeslerin en büyüğüdür. Biz toplumsal bir vicdansızlık yaşıyoruz. Neye, nasıl ve ne gibi tepki vereceğimizi asla öğrenemeyeceğiz.
Bir futbol karşılaşmasında, saygı duruşu esnasında, yuhalayarak, ıslıklayarak, "Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye haykırıp tekbir getirmek, sığ egoların tatmininden öteye geçmez.
Bu ilk değil, son da olmayacak anlaşılan!
Bunu yapan, bir ya da beş-on kişi değil, on binler veya yüz binler ya da milyonlardan oluşan ezik kalabalıklar. Çünkü ellerinden gelen sadece bu, haykırmak, küfürle hakaret etmek…
Eloğlu aya ve marsa gidecek teknoloji üretirken, ezik toplumlar başlarını kuma gömen deve kuşlarından farksız olduklarını asla idrak edemeyecekler.
İslam dininin hâkim olduğu toplumların çağın gerisinde kalmasının altındaki gerçeği görmediğimiz sürece bunu daha uzun yıllar yaşayacağız gibi görünüyor.
Hani hep "eğitim sorunu" der durular ya, tanım yanlış!
Sorunumuz eğitim değil "eğitimsizlik"dir...
Eğitimsiz birey ezik bireydir.
Ezik birey kontrolsüz ve tehlikelidir.
Hem cahildir, hem de bilgisiz.
İşin kötüsü de bilgisiz olduğunu asla kabul etmez, seviyesizce tepki göstermeye hakkı olduğunu sanır.
Bakın, “sanır” diyorum, “düşünür” değil.
Çünkü sanmak ile düşünmek aynı eylem şekli değildir.
Sanmak, güdüseldir.
Düşünmek ise zekâ ve eğitim gerektirir.
Eğitimli insanlar hem başkalarına, hem de kendine saygısı vardır.
Eğitimsizlik sorununu ortadan kaldırmak ise başlı başına köklü ve çağdaş bir devrimi gerektirir.
“Tek bir şeye ihtiyacınız var: çalışkan olmak” diyen Mustafa Kemal Atatürk bunu denedi, fakat bugün Türkiye’nin geldiği durumdan anlıyoruz ki; BAŞARAMAMIŞ.
Güvendiği bu toplum, yani genç nesil emanete hıyanet etti.
Konyalılar Ankara’da öldürülen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sivillere saygısızlık etmişti, Ankara katliamından sonra oynanan Milli maçından önce…
İstanbullular ise Paris’teki saldırıda öldürülen siviller için aynı şeyi yaptılar.
Fatih Terim maçta sonra “Ne oluyor bize?” diye tepkini göstermiş.  
Ne olacak ki? Ya da ne olmasını bekliyoruz ki?
Vicdansız ve hoşgörüsüz, zalim ve kindar bir toplum haline geldiğimiz ortada değil mi? Fatih Terim ya da diğerleri, kendi pencerelerinden bakınca anlayamıyorlar mı?
Tıpkı birilerinin bizi görmek istediği gibi, görmek istedikleri seviyeye indirildik.
Barbar, acımasız, saygısız ve zalim!
Yıllarca batı bizi bu şekilde tasvir etmedi mi?
“Barbar Müslüman Türkler”
Gerçekten barbar mıydık, yoksa “barbarsınız” diye diye barbarlaştık mı?
E peki İslam dinin o engin hoş görüsüne ne oldu?
Gerçekten, yine malum birilerinin değdi gibi, o hoşgörü hiç yoktu da biz mi var sanıyorduk; yoksa vardı da onu da mı yok ettiler?
E madem Türkler barbardı da, yüzlerce yıl neden Balkanları Türkçe konuşabilen Müslümanlar haline getirmedi? Fransızlar Cezayir’i 150 senede Fransızca konuşan toplum şekline sokmak için 1 buçuk milyon Arap sivili katlederken, Osmanlılar asırlarca kaldığı coğrafyalarda onlar gibi yapmadığı için aptal mıydı, yoksa toplumlara saygılı mıydı?
Saygı göstermek erdemlerin en büyüğü…
E hani Osmanlı bizim ecdadımızdı?
Ecdadımız kadar saygılı olamıyorsak, neden birilerinin istediği gibi davranıp kendi kendimizi dünyaya rezil ediyoruz?
Eğitimsiz ve cahil bırakılmış olmamız kader değil, anlamadınız mı hâlâ?
Yapmamız gereken sadece çalışkan olmak ve okumak!
Okumak, okumak ve okumak!

@SuatOktySnck

Pazartesi, Kasım 16, 2015

Fransa'nın düşmanı kim?

Kana kan, dişe diş, intikam! Neyin intikamı?
Evet evet, neyin intikamı?
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın kanlı saldırılardan sonra söylediklerini duyunca, her PKK saldırısından sonra bizim siyasetçilerin yaptıkları açıklamaları anımsadım.
“Kanları yerde kalmayacak!”
Yani şiddeti şiddetle durdurmaya çalışmanın beyhude çabası…
Tıpkı 2001’de 11 Eylül saldırılarının ardından Sam Amca’nın söylediği gibi.
"İntikam alınacak!"
Sonuç: Önce Afganistan, sonra Irak ve son raddede Suriye’de olanlar, binlerce sivil ölümü, milyonlarca dolar zarar…
Şimdi aynı ve tanıdık tepkiyi Hollande veriyor:  Düşmanla savaşacağız.
İyi ama düşman kim?
Karşında bir cephe, bir mevzide duran düşman vardır, bilirsin ki oradadır, seni bekliyordur. Tankla, topla, tüfekle, uçakla askerle gider savaşırsın!
Buradaki düşman kim?
IŞİD mi?
IŞİD kim?
Ülke mi?
Müttefikleri kim?
Kimden silah buluyor, kaynakları nelerdir?
Dünyaya bela olduğu aşikar.
Sadece Fransa ya da Türkiye’nin  düşmanı değil…
Belli ki medeniyetin de belası…
Ve elbette en zararlı çıkan Müslümanlar…
İyi ama bu IŞİD’in arkasında ya da altında veya özünde ne ve kimler var?
Nasıl bu kadar palazlandı?
Kimler göz yumdu?
İlk önce ortadoğuyu cehenneme çeviren, on binlerce günahsız (çoğu da Müslüman) insanı katleden bu cehennem kaçkınları bu kadar kısa sürede nasıl böylesine etkili hale gelebildi?
“IŞİD militanlarına İsrail'de ve Türkiye’de tedavi” başlığını yazın Google amcaya, soruşturun ve sonuçlara şaşırıp kalın!
Buna rağmen bize olanlar ortada…
İyi ama IŞİD neden İsrail’e saldırmıyor?
(Bu soru İsrail’e de saldırsın anlamında sorulmamıştır!)
Ama şu bir gerçek ki, dünyayı tehdit eden IŞİD bugüne dek değil İsrail’e saldırmak tek bir satırlık tehditte bulunduğu henüz görülmedi!
Filistin’e yaşattığı zulümle zaman zaman Yahudilerin bile tepkisini çeken İsrail’e IŞİD’in şimdiye kadar “gık” bile dememesi akılları karıştırıyor!
IŞİD’in gerçek amacı ne?
IŞİD bu gücü nereden ve kimden alıyor?
IŞİD neden sürekli Fransa ve Türkiye’ye saldırıyor?
Evet belki Rus uçağını da onlar düşürmüş olabilir.
Peki Türkiye’de yapılan saldırıları neden üstlenmedi IŞİD?
Oysa Fransa’da ki son saldırıları günü dolmadan üstlenmesine rağmen, Türkiye’de yapılan saldırılarla ilgili bunca zaman “evet biz yaptık” demedi.
Neden?

Cumartesi, Ekim 03, 2015

Mastikalı bir oyun ve ‘Bulantı’lı bir film…

Önce oyunumuza bakalım…
Oyun derken, sanırım tiyatro oyundan söz ettiğim hemen anlaşılmıştır…
Bursa Devlet Tiyatrosu AVP Sahnesi’nde 2015-2016 sezonunun perdesini Nilbanu Engindeniz’in kaleme aldığı “Bana Mastikayı Çalsana” oyunu ile araladı…
Önceki akşam, sade ve gösterişsiz, cılız bir prömiyerde Bursalı izleyici ile buluşan AVP Devlet Tiyatrosu’nun çalgılı çengili, yani bol müzikli oyununu Murat Atak sahneye koydu.
Özellikle (ilk perdesi 1 saat 15 dk) uzun olması handikap gibi görünse de, dekoru, ışığı, rejisi ile bir hayli hareketli, zaman zaman duygulandıran ve yer yer düşündüren bir oyun izleme şansı bulacak Bursalı sanatseverler.
Bursa Devlet Tiyatrosu oyuncularının yeteneklerini konuşturma fırsatı bulduğu, tüm oyuncularının üstün bir performans gösterdiği Bana Mastikayı Çalsana’ya reji anlamında getirebileceğim tek eleştiri, bazı sahnelerde aynı anda bir çok unsur olması. Ortalama tiyatro izleyicisinin bu durumda neyi nasıl takip edebileceğini şaşırabileceğini anımsatmak isterim.
Oyunculardan hangi birini saysam bilemiyorum: Hafize Gün, Berrin Kulya Balkanlar, Ecehan Şarman Çetinkaya, Yener Sezgin, Sitare Tuna, Hatice Sezer, Levent Uzunbilek, Ayşe Dinç, Nejat Orbay Sehlikoğlu, Emre Nurettin Örük, Cenk Turan, Mustafa Salih Salcan, Utku Duman, Tümay Revşan Kargın ve diğer tüm oyuncular, hepsi de bir değil binlerce kocaman alkışı hak ediyorlar!
Özetle, “Bana Mastikayı Çalsana” mutlaka görülmesi ve alkışlanması gereken bir oyun.  
***
Ve Bulantı bir film…
Yönetmeni Türk sinemasının önemli isimlerinden Zeki Demirkubuz.
C-Blok, Masumiyet, 3. Sayfa. Yazgı, İtiraf ve Kader gibi Türk sinemasında iz bırakan çok önemli işlere imza atan Demirkubuz, özellikle Bekleme Odası ile sinema çizgisini daha kişisel bir noktaya çekmişti. Kıskanmak ve Yeraltı filmleriyle eski etkisini yakalamaya çalışsa da Bulantı ile sinema anlayışını bir kez daha hayranlarının bekleme odasına aldığını anlamış olduk…
Eğer Bulantı’yı kendi kişiliğini baz alarak bir biyografik çalışma düşüncesiyle tasarladıysa ayrı tabi… Ama bu bir biyografik deneme değilse ve eğer birilerine bir şeyi kanıtlama çabası içine (inat uğruna) girmediyse…
Keşke sadece yönetmen olarak kalsaydı...
Hem film, hem de kendisi için daha sağlıklı olabilirdi.
Oysa Zeki Demirkubuz’un iyi bir yönetmen olduğunu söylemeye gerek yok…
Ama, fakat, lakin tekrar anımsatmakta yarar var: Zeki sen iyi bir yönetmensin!
Ve iyi bir senarist…
Kurgu da yapabiliyorsun, sorun yok!
Oyunculuk?
Hem kamera önü, hem de kamera arkası aynı anda…
Zor…
Ve bir kez daha anlaşıldı ki; terzi kendi söküğünü dikemiyor, beyhude bir çaba olmuş…
Kanıt: Bulantı ve öncesinde Bekleme Odası…
(Kimse bana Nuri Bilge Ceylan’ı örnek vermesin, zira İklimler NBC’nin en kötü işi, bence…)
Ahmet’i keşke kendi oynamayaymış... (İnsanın kendi kendisini yönetmesi ne kadar zordur bilenlerdenim çünkü) Kısa filmde bile bu iş zorken, uzun metraj bir filmin ana karakterinin altına oyuncu olarak yatmak ve filmi yönetmeye çalışmak... Cesaret falan değil, ciddi ciddi megalomanlık!
75 milyonluk bir ülkede oyuncu bulamaması da pek mandar geldi bana…
Çınar Oskay’a verdiği röportajda, "Benimle çalışmak için geberdiğini söyleyen bazı oyuncular bile -çok iyi biliyorum- sevişme sahneleri yüzünden kıvırdılar" benzeri bir açıklaması vardı…
Sonra da, “Ben oyunculara iyi oyuncu olduklarını gösterme fırsatı çıkaran senaryoyu verebilen, buna göre sahneler yazabilecek, -neredeyse değil- tek insanım bu ülkede” demişti…
Ahmet karakterinin ete kemiğe bürünmüş hali bu. Ama sözel anlamda; megaloman, kibir…
Sözel evet ama görsel anlamda bu sözlere karşılık gelecek bir performans çı-ka-mı-yor!
Sonra biri çıkar ve “E madem bu alanda Türkiye’de tek adamsın, bu fırsatı neden kullanmadı oyuncular?” diye yazar bir yerde(!)
Söz konusu sahneleri izledik, anladık ve karar verdik: “sevişme sahneleri yüzünden kıvırdılar” sözünü destekleyecek bir erotizm göremedik!
Yani, sırf bu sahneler için, o aktörler nasıl olmuş da iyi oyuncu olduklarını kanıtlama fırsatını kaçırmışlar, hayret doğrusu(!)
Kızlarımız aslanlar gibi oynamış ama erkeklerimiz nedense bu sahneleri oynamakta imtina etmiş, pes vallahi(!)
Bulantı filmi için yazdığı ana karakter aslında Zeki Demirkubuz’un kendisi, " o karakteri en iyi ben oynarım" diye düşünmüş... Ve hem kendine hem de filme yazık etmiş! Çünkü hem yazmak, hem yönetmek, hem kurgulamak, hem de çıkıp oynamak her babayiğidin harcı değil. Hele ki, oyunculuk hamurunda yoksa...
Ve hele ki böylesi zor bir rol için…
Keşke çıkıp da “karakterde benden çok iz vardı, kendim oynamak istedim ve oynadım” deseydi de röportajdaki sıkıntılı açıklamayı yapmasaydı…
Peki filmde iyi bir şey yok mu?
Şunu anımsatmakta yarar var: Bulantı Zeki’nin en kötü filmi değil.
Süre belki biraz daha kısa olabilir miydi, 100 dk gibi…
Kadın karakterlerin hepsi çok iyi. Hatta Nurhayat yenge bile gayet başarılı.
BJK’li küçük çocuk dahi sırıtmıyor, çünkü doğal…
Gerçekçi ve doğal görünmeyen tek karakter Ahmet…
Hele ki, Ahmet’in kardeşini canlandıran Çağlar Çorumlu’ya hayran kaldım. Özellikle Zeki Demirkubuz’la olan sahnelerde öyle ezici bir üstünlük kurmuş ki... İşte bu sahnelerde Zeki hükmen mağlup sayılmalı(!)
Her ne kadar Ahmet’te kendinden yoğun izler, genetik ve karakteristik ortak özellikler olsa da bu işi bilene bırakıp, filmi yönetmekle ilgilenseydi, kamera önündeyken öyküyü daha güçlü anlatacak, yeni metaforları kaçırmayabilirdi.
Kapının kendi kendine açılması yetmiyor artık, yıl olmuş 2015, …
Hem yetmiyor, hem de yemiyor…

Bakalım sıradaki filmi “Kor” nasıl olmuş?

Çarşamba, Eylül 30, 2015

HDP mitingde bayrak asmamış yuhhh(!)

Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, AkSaray’da gerçekleşen geleneksel haftalık Muhtarlar buluşmasında HDP’nin Almanya’da yaptığı mitingde her ülkenin bayrağı asılı olmasına rağmen Türk bayrağı asılmamasını eleştirmiş.
Yani HDP Türk bayrağı asmış olsa mesele yok…
Bütün mesele bayrakta…
Peki, artık HDP kalleş parti, daha düne kadar onlarla barış süreci yürüttüğünüz, “Diyarbakır’daki mitinglerde, İmralı müzakerelerinde el ele gönül gönüle olduğu parti hangisiydi?” diye sormuyorum.
Erdoğan, HDP’yi bu şekilde eleştirirken, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ABD'de yaptığı resmi görüşmede  İran İslam Cumhuriyeti bayrağı yer alırken Türk Bayrağı'nın olmadığı dikkat çekti.
Şimdi…
HDP Almanya’da resmiyeti olmayan bir etkinlik yapıyor. Mitingin yapıldığı salonda hemen hemen her ülkeden bayrak var. Ama Türk bayrağı yok. Belli ki, o bayrakları asan HDP değil, salonun gerçek sahipleri. Yani Türk bayrağı olsa ne olur, olmasa ne olur. Bundan HDP sorumlu olamaz ve kaldı ki Türk bayrağının asılı olması da zorunlu değil!
Niye değil?
Çünkü resmi bir etkinlik değil.
Anlaşıldı mı?
Peki ya Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile yaptığı görüşme?
Resmi mi?
Evet resmi…
Neden Türk bayrağı yok?
Ama İran bayrağı var…
Hangisi daha büyük sorun?
Davutoğlu’nun resmi görüşmesinde bayrak olmaması mı, HDP’nin gayri resmi mitinginde bayrak olmaması mı?
Mesela Başbakan Davutoğlu ABD'de Aleksis Çipras ile de görüşme yaptı ve o görüşmede Yunanistan bayrağı ile Türk bayrağı vardı…
İran ile görüşmesinde neden Ayyıldız’lı bayrağımız yoktu?
Bunu CHP de MHP de sordu ve Davutoğlu ne dedi biliyor musunuz?  
“Ucuz bir polemik. Dikkat ederseniz bayrak da masaya konan sembolik mahiyettedir”
Ha, CHP ve MHP eleştirince ucuz bir polemik oluyor, ama Recep Tayyip Erdoğan söyleyince önemli bir mesele haline geliyor öyle mi?
Sadece bu değil…Sayın Erdoğan’ın daha önce İran ile yaptığı görüşmelerde de Türk bayrağı yer almamış. Neden acaba?
İran’ın Türk bayrağına karşı nasıl bir alerjisi var bilmiyorum ama benzer durumun Erdoğan’ın Suudi yetkilerle yaptığı görüşmelerde de ortaya çıktığını unutmadık. Suudiler’in de Türk bayrağına tahammül edemedikleri bir gerçek.
Anlaşılamayan konu Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’lilerin bu konudaki tutarsızlığı.

Başka söze gerek yok, fotoğraflar ve söylenenler her şeyi anlatmaya yetiyor.











Recep Tayyip Erdoğan'ın İran ve Suudi Arabistan ile yaptığı resmi görüşmelerin hiçbirinde Türk Bayrağı kullanılmadı! Putin'in İran ile yaptığı görüşmelerde ise Rusya bayrağının yer aldığı görülüyor!

(Not: Fotoğrafları büyük görmek için üstüne tıklayın)

Salı, Eylül 29, 2015

Ben olsam istifa etmiştim..

Bursaspor taraftarı, Eskişehir maçında tarihe utanç puntolarıyla geçecek bir tepkiyle, önce yönetimi, sonra da Ertuğrul Sağlam’ı istifaya davet etti.
Pek neden?
Taraftar ne istiyor?
Hep başarı istiyor, kazanan bir takım istiyor, herkesi yensin, coştursun istiyor?
Evet ama böyle bir takımı herkes destekler?
Geçen yıl ki kadrosundan en önemli oyuncularını şu ya da bu nedenle kaybetmiş ve yeniden yapılanmış. 
Hem de lig başlamadan bir hafta önce. Çok önemli ve güvendiğin iki yıldız oyuncun, en ciddi rakibine kaçarcasına gitmiş…
Yeni oyuncular gelmiş ve üstelik hepsi de birbirinden yetenekli, önemli isimler.
Takımın başında bu kente şampiyonluk armağan etmiş Ertuğrul Sağlam gelmiş…
Bu kadro sezon öncesi hazırlığını yapamamış. Uyum sorunu olacağı belli…
İhtiyacı olan tek şey destekti… O efsane taraftarının desteğine..
Uyumsuz olan bu kadro ne yazık ki tarihinin en kötü başlangıcını yaptı.
Yapması da kaçınılmazdı.
Toplama bir takımdan başka ne beklenebilir ki?
Üstüne bi de şansızlık eklenince…
İşte bu zor dönemeçte taraftara büyük iş düşüyordu…
Bu taraftar en zor anında bu takımı yalnız bırakmamıştı.
Filmini yaptım, biliyorum, ikinci ligde bile yalnız bırakmamıştı takımını…
Ama bir şeyler oldu bu taraftara… Doydu mu, sapıttı mı, bağlılığını ve asal görevini mi umuttu?
 “Biz şampiyon takımı sevmedik, sevdiğimiz takımı şampiyon yaptık!” diyen hangi takımın taraftarıydı?
Hani "Adı Aşk'tı Bu Eziyetin?"
Bu mu büyük taraftarlık?
Ligin henüz 6. Haftası.
Rakip Eskişehirspor. Geçen yılki kadrosunu korumuş, oturmuş bir rakip…
İşte bu takıma karşı, yeni kurulan Bursaspor bir ara %70’e, %30 topla oynama üstünlüğü sağlamış, sağlı sollu akınlarla rakibi bunaltmışken…
Birden, önce yönetime, sonra da Ertuğrul Hoca’ya tepki yağmaya başlıyor. Oysa takım iyi oynuyor, her an gol atabilecek haldeyken.
“Yönetim istifa, Sağlam istifa…”
Akıl alır gibi değil… Bu nasıl bir ihanettir!
Allah'tan takımın çoğunluğu yabancı ki tepkileri anlamıyor.
Ertuğrul hoca kenarda yıkılıyor…
Hadi yönetimi istemiyor, Bölükbaşı’nı sevmiyorsunuz…
Sana şampiyonluk rüyası yaşatmış Ertuğrul Sağlam’a bu nankörlüğü nasıl yaparsın bre zındık?
Yazıklar olsun hepinize! Bursa taraftarının adını tarihe “nankörler” diye kara bir leke olarak yazdırdınız.
Takıma bu dönemde sahip çıkmayacaksan ne zaman destek vereceksin?
Madem Sağlam ve yönetimin başarılı olmasını istemiyorsan, maça gelme, destek olmuyorsan köstek olma?
Takıma ihanet etmek için mi geldiniz stada, takımın yenilmesi sizi mutlu mu edecekti?
Ve 2-0’dan sonra yaptıklarınızın başka ne anlamı olabilir ki?
Ben olsam Sağlam’ın yerinde, bu maçın ardından istifa eder giderdim.
Bu kadar cahil ve bilinçsiz taraftar yığını Bursa tarihinin hiç bir döneminde bir araya gelmemişti.
Var sayalım sizin tepkinize karşılık önce hoca sonra da yönetim istifa etti.
Ee, ne olacak?
Her şey tak diye düzelecek mi?
Yeni gelecek yönetimin ve hocanın elinde sihirli değnek mi olacak, şak diye kupalar mı kazandıracak?
Anlaşıldı ki şampiyonluğu da hak etmemiş bu taraftar!
Şampiyon olmuş bir kentin taraftarı bunu yapıyorsa, yuh olsun hepsine…
Süper Lig fazla size, yeriniz 2. Lig…
Çünkü böyle bir taraftar süper ligi de hak etmediğini belli etti. Böyle devam ederlerse, destek yerine köstek olacaklarsa aha buraya yazıyorum, bu takım düşer...

Pazartesi, Eylül 21, 2015

Bursa’da adam mı yoktu?

AKP, 1 Kasım seçimleri öncesi aday listelerini açıkladı ve 18 kişilik listenin ile iki sırasına Bursa ile alakası olmayan Mehmet Müezzinoğlu ile Efgan Ala’yı koydu…
Müezzinoğlu 7 Haziran seçimlerinde de ilk sıradaydı ve o gün de garipsemiştim. Şehit cenazesi sırasında yaşananlar sonrası, Bursalılar’ın tepkisinden güç bela kaçırılarak kurtarılması dikkate alınmadan yeniden, hemi de ilk sıradan aday göstermesine daha da çok şaşırdım.
Beni bundan da çok şaşırtan Efgan Ala’nın Bursa’dan ikinci sıradan aday gösterilmesi oldu aslında.
Daha önce, memleketi Erzurum’dan meclise girmesine rağmen neden tekrar Erzurum’dan değil de Bursa’ya sürgün gönderilircesine aday gösterilmesi gerçekten de tartışılması gereken bir durum…
Bursa’nın bağrından çıkmış, kenti iyi bilen Faruk Çelik yine Urfa’ya, Bursa’yla alakası olmayan "Yiğitlerin âlâsı" sloganıyla hemşerilerinin bile tepkisini çeken Ala Bursa’ya…
Ala’nın Bursa’da ne işi var?
Müzezzinoğlu’nun Bursa’ya ne faydası olabilir?
Evet, fayda…
Ben konuya, çok sevdiğim şehrime maksimum fayda noktasından bakıyorum…
O nedenle partilerin adı sanı değil, bu kente, bu ülkeye, millete ne verecek, ne yapacaklar, diye düşünüyorum.
Mesela CHP, 7 Haziran seçimleri öncesi ön seçimle belirlediği adayların büyük çoğunluğuna sadık kalarak 1 Kasım’a girmeye hazırlanırken, seçilebilecek adayların tamamı Bursa’nın özünden çıkmış, kenti tanıyan sorunlarını bilen isimler.
AKP ise temayül yoklamasında ilk sırada çıkan partililerin sevip değer verdiği Önder Matlı ve Yüksel Yeni gibi Bursa’yı bilen isimleri liste dışı bırakırken, Dr. Musrafa Esgin gibi bir adayı da 12. sıraya koyarak Bursa’ya aslında hiç önem vermediğini de kanıtlamış oldu.
Nüfusu 3 milyona yaklaşmış bir kenti ya umursamıyor AKP teşkilatı, ya da ”Bursa’dan odunu da aday göstersek bu halk seçer” diye düşünüyor olmalı.
Bu Bursa’nın mı ayıbıdır yoksa AKP teşkilatının mı, 2 Kasım sabahı hep birlikte görecez.  
Fakat görünen o ki, Erzurum’dan dışlanarak Bursa’ya sürülen Efgan Ala ile Bursalılar tarafından yuhalanan Mehmet Müezzinoğlu’nun yer aldığı bu liste, Bursa’nın AKP kalesi unvanını zedeleyerek kalede gedik açılmasına neden olabilir…
Zira hem Ala, hem de Müezzinoğlu’nun sevimsizlikleri ayyuka çıkmış durumda!

Perşembe, Eylül 17, 2015

5 Yıl önce 5 yıl sonra aynı acılar...

Beş yıl önce, 2010'da kaleme almışım alttaki yazıyı ve "Burası Türkiye mi Kürdiye mi?" diye sormuşum...

İktidar yanlıları, barış sürecinde "12 yıldır analar ağlamıyordu" diyorlardı ya, arşivden çıkardığım bu yazımdan da anlaşılacağı üzere, anaların gözyaşları hiç dinmemiş, ağıtlar, yakarışlar, yalvarmalar hiç susmamış ki...

Beş yıl sonra gelinen süreçte de aynı korku filmini, gözyaşları içerisinde izlettiriyorlar bize, kan daha kırmızı, acı daha acı, gözyaşları daha delici, yürek dağlayıcı...

Bugün de sorulan “İllallah ettiren, canımızdan bezdiren terör nasıl biter?" sorusunu 2010'da da sormuşum...

..ve şöyle devam etmişim sormaya, sorgulamaya:
Bölücü, parçalayıcı, yıkıcı, yakıcı ve acı veren PKaka örgütünün yaptıkları söz konusu olan!
Dünya tarihi itibariyle 2010 Haziran ayına vardığımız şu günlerde yaşananların Kürt halkıyla ve haklarıyla ilgisi olmadığı, örgüt amacının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu bir kez daha anlaşılıyor!

Bugün aylardan eylül, Yıl 2015 değişen bir şey olmuş mu?
HAYIR...

Bakın 2010'da ne yapmış iktidardaki hükumet:
TSK’nın sınır ötesi operasyonlarının bunca yıldır sonuç vermediği, bundan sonra da hiçbir işe yaramayacağı aşikâr!
Malum terör örgütünün ‘taşeron’ olduğu da her geçen gün biraz daha belirgin şekilde anlaşılıyor.
İşte, İsrail ile yaşadığımız bu krize paralel İskenderun’da yapılan son saldırılar birbiriyle ilintili gibi görünmekte.
Ha, bir de şu var!
Biz ne zaman Sam Amca’yla bir polemiğe girsek, çıkarlarımız çatışsa, karşı gelip dik dursak Güneydoğu’da bir şeyler olmuş. ‘Maşa’nın ucundaki zehirli kor parçası yüreğimizi yakmış. Eskiden bu ambargo ya da ekonomik kriz şeklinde karşımızı çıkarken, bugün “terör” olarak içimizi parçalar olmuş.
30 yıldır çözüm bulamamışız. İsrail göstere göstere zülüm ederek yarattığı terörü bitirmedi. Zira şiddet şiddeti doğuyor.
Hadi onlar ektiğini biçiyor, ya biz!
Güneydoğu da yaşanan trajediyi inkâr etmemekle birlikte Ortadoğu’da, Kuzey Irak’ta emperyalist işgalci kuvvetlerin, İsrail’in yaptığı zulmün kaçta kaçını Kürtlere biz yaptık da Pekaka kan dökmeye devam ediyor?!
Elebaşları içerdeyken nasıl oluyor da terör saldırılarının önüne geçilemiyor?  Cumhur’un başı, Genel Kurmayın Başı, Millet’in Başı çaresiz kalmış, hatta önceki hükumetler buna çözüm bulamamışlar!
Neden, nasıl, niçin?
***
O tarihte, uzun metraj filmime yapımcı arayışlarım için 10 gündür İstanbul’daymışım ve şunları yazmışım gözlem olarak:.
"Öyle kalabalık, öyle etkileyici ve yorucu, öyle kaotik ki İstanbul! Her taraf Kürt… Aksaray, Sirkeci, İstiklal Caddesi, Levent, Maslak, Kartal, Kasımpaşa, Beylükdüzü, Sefaköy… Terörden kaçan Yeditepeli dev değirmende almış soluğu… 15 milyonluk nüfusun ne kadarı Kürt’tür dersiniz?
Yalan, inanın bana yalan! Mesele Kürt sorunu değil, insanlık sorunu…
Her yer Kürt, her işte Kürtler… Elini sallasan bir Kürt’e çarparken, İstanbul’a Kürtler hükmederken, en ünlü artistler, şarkıcılar, mafya babaları, tiyatrocular, yönetmenler, gazeteci-yazar ve politikacılar Kürt’ken, hangi terörden, hangi haktan hukuktan, adaletten söz edilebiliriz!
Ülkenin adı Kürdiye olsa veya Türkiye olsa ne yazar, olmasa ne çıkar!
Türkiye adındaki bu ülke İstanbul’dan ibaret görülüyorsa, Diyarbakır İstanbul’a ne kadar uzaksa, Bursa’da o kadar yakın kalıyorsa, nasıl çözülecek sorunlar!
***
Ortada bir oyun var ve bu oyunun kuralını 25 milyon oldukları sanılan Yahudiler mi koyuyor, yoksa onlar da mı taşeron?. Biz ise mahalle maçlarındaki topu olmayan çocuk misali bu oyuna dâhil olmaya çalışıyoruz.
Tek bir seçenek kalıyor geriye: Ya biz de bir top bulup oyunun kadrosunu ve kuralını kendimiz seçeceğiz ya da başka bir oyuna gireceğiz.
Tabi oynayacak bir top ve takım arkadaşı bulabilirsek…

2010'da, "Hem Devlet, hem de gerilla terörüne kurban güdenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyor, bu eylemi gerçekleştirenleri ve bugüne kadar durdurmayı başaramayanları da lanetle anımsıyorum!"derken, "2015'te ne değişmiş ki?" diye sormadan edemiyorum bugün... Ve saf aklımla şu notu düşmüşüm yazını altına: 

Not: Pekaka terörünün bitmesi için bir yol daha var ve hiç denenmedi: Ülkede refah içinde yaşayan tüm Kürt kökenli entelektüel sanatçı, politikacı, gazeteci, yazar ve işadamları, işkadınları çıkıp konuşmalı ve bitmek bilmeyen, cana ve mala, ekonomiye, huzurumuza mâlolan bu şiddetin durması için, başka ana ve babaların ağlamaması için ortak bir MANİFESTO yayınlamalı!  Ve Kürt halkına seslenmeli. “PKK Kürt halkının temsilcisi değildir. PKK bir maşadır” diye haykırmalı yoksa “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla sessiz kalmak, her türlü beslendikleri bu ülkeye ve halklarına İHANETTİR!

Salı, Eylül 15, 2015

Allah'a iftira atmanın arsızlığı…

Takdiri ilahi ne demek?
Açıklamasını da yapatım hemen: Bizim bir suçumuz yok ilah öyle buyurdu, takdir onun.
Yani buradaki ilah Allah, yani yaratıcı, yani âlemlerin rabbi…
İnananlar için her şeyin gerçek sahibi, var oluş nedeni: Türkçesi Tanrı, İngilizcesi God, Arnavutçası Zot, İbranicesi Rab, Hıristiyanların Kutsal Ruhu, Arapların Allah diye tanımladıkları tek ve yüce varlık…
Yani yeryüzünde olan insanların başına gelen bütün kazaların, belaların, kötülüklerin suçlusu o, öyle mi?
İnsanların hiç hatası, kusuru, kabahati yok…
Ne oluyorsa takdiri ilahi, öyle mi?
Suudi Arabistan’ın başkenti Mekke’de bulunan Müslümanların hac merkezi, en kutsal mekanı, en yüksek mertebesi Kabe’de geçen hafta, ibadet etmekte olan hacıların üstüne vinç devrildi, 107 Müslüman öldü. Kabe’nin etrafı kan revan oldu.
Yıllardır tamamlanamayan ve kutsal bir mekândan çok AVM’yi andırmaya başlayan Kabe’nin genişletme çalışmalarını yürüten Bin ladin Grubu kazayı “takdiri ilahi” olarak açıkladı.
Evet, vincin devrilmesinin suçlusu da Allah imiş, geçmiş olsun!
Mukadderat…
Pekiiiii…
Takdiri İlahi diyerek suçu üzerlerinden atanlar Allah’a iftira etmiş olmuyorlar mı?
Elbette bu bir iftiradır…
İye de Allah buna itiraz edebilir mi?
Yani, “Bi dakka ya, kendi hatalarınızı, kusurlarınızı ne için bana yüklüyorsunuz! Bu sizin suçunuz!” der mi?
Demez elbet…
Çünkü Allah bu, kaportacı Abdullah değil…
İnsanlık tarihi boyunca bu iftira mütemadiyen Allah’a atıldı durdu ve atılmaya devam ediyor.
Alemleri var ettiğine inanılan bir güçse söz konusu, kalkıp evrende mikro organizmadan da daha küçük organizma olan bir mahlukatın kendisine iftira atmasıyla uğraşmıyor.
Uğraşmadığını anlamak için ulema olmaya gerek yok.
Aynı iftira 1999 depreminde de atılmadı mı?
Evlerin, apartmanların hem çürük, hem de fay hattı üstüne yapılmasına göz yumulduğu halde, müteahhitler, belediye başkanları, ruhsatlara imza atan mühendisler yerine, “takdiri ilahi” denilerek yaradan suçlu ilan edilmedi mi?
O kadar da geriye gitmeye yok…
Daha birkaç yıl öncesine kadar, Soma’da, Ermenek de kömür madenlerinde yüzlerce işçi göz göre göre, diri diri toprağa gömülürken muktedirler, “Bu işin fıtratında var” diyerek suçu ve suçluları göz ardı etmeye kalkmadı mı?
Ölen öldü, yapacak bir şey yok “Takdiri İlahi…”
Ama derler ki, “Allah’ın sopası yok…” diye..
Yok ama atalarımız buna da şöyle karşılık veriyor:  Sap döner keser döner, gün gelir hesap döner!
Eğer bir toplum çürümüşse, o toplumun içi çürük bireyleriyle tek tek uğraşmak yerine belki de toplu bir “duuuur hele…” uyarısı gelecektir, belli mi olur.

Ne de olsa “takdiri ilahi(!)”

Cuma, Eylül 04, 2015

E hani huzur İslam’daydı?

Müslümanlar neden kaçıyor, nereye kaçıyor?
Aslında neden kaçtıklarını biliyoruz da, biraz daha açayım istedim…
Müslümanlar kaçıyor, çünkü ülkelerinde savaş var?
Savaşı kim başlattı, kim kışkırttı, kim körükledi, savaşan gruplara kim destek veriyor, kimin silahlarıyla birbirlerini öldürüyorlar?
Bu sorunun yanıtı belli, sır değil!
Batılı gelişmiş ülkeler…
ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya…
İsveç, evet İsveç…
Silah ve ilaç üreten, bunların satışı, pazarlaması ve dağıtımı kontrolünde olan ülkeler bunlar.
Yani Ortadoğu’da akan kanın vebali ve gerçek sorumlusu bu ülkeler…
Peki, savaştan kaçan Müslüman halk nereye gidiyor, hangi ülkeye sığınmaya çalışıyor?
Ülkelerindeki kaostan, kandan, şiddetten, ölümden bıkıp daha medeni olduklarını düşündükleri Hıristiyan ülkelere…
Bu ilk değil…
15-20, 30 ve 40 yıl önce de vardı bu durum, bugün de var!
Savaşların sorumlusu ülkeler kendilerine sığınan bu Müslümanlara kapılarını açmak zorunda…
Türkiye’nin bu olaylarda katkısı ve payı ne kadardır bilen biliyor ama zaten yıllardır göçmenlerin sığınılacak son limanı Türkiye değil miydi?
 Şimdi ise daha medeni odluklarını düşündükleri batı ülkelerine gitmek için geçiş noktası durumunda ülkemiz.
Ölümü göze alarak, ülkemizden sadece geçip, huzur ve mutluluk, barış dolu bir yaşam için batıya koşuyorlar!
Buna rağmen Türkiye’de 3 milyona aşkın Suriyeli göçmen olduğu tahmin ediliyor.
Fakat burada olanlar da fırsatını bulsalar, bir saniye bile Türkiye’de kalmayacakları malum.
Neden?
Çünkü Türkiye onlar için de medeni bir ülke değil.
Medeniyet daha batıda…
İslamiyet’in merkezi Kabe'nin bulunduğu Mekke’ye (Suudi Arabistan’a) değil, Katar’a değil, Ürdün’e değil, Kuveyt’e, BEA’ya değil, gavur diye hakaret ettikleri Hıristiyan ülkelere gitmek istiyorlar!
Türkiye ise sadece bir köprü, geçiş noktası…
Huzuru İslamiyet’te değil Müslüman olmayan başka ülkelerde arıyorlar…
E hani huzur İslam’daydı?
Bunu tüm Müslümanlar sorgulamalı?
Müslümanlar neden huzuru Hıristiyan ülkelerinde arıyorlar?
NEDEN?
Neden Müslümanlar bu kadar cahil?
Müslümanlar birbirlerine düşecek kadar neden geri kalmış?

NEDEN?

https://twitter.com/inSanatDernegi

Çarşamba, Eylül 02, 2015

Vicdanlar rahatladı, haydi şimdi yatmaya(!)

Sosyal medyada sapır sapır kıyılarımıza vuran mazlumların cansız minik bedenlerinin fotoğrafları paylaşılmaya başlandı…
Bir baktım, ikinciye yüreğim el vermedi bakmaya…
İlk kareyi gördüğümde şunu sordum kendime: Bir ana-baba, evlatlarını nasıl böylesi bir tehlikeye atabilir ki?
Üstelik o yolculuğa çıkmak için üstüne para da ödüyorlar…
Bir ölüm kaç para?
Benim hayatım ne kadar eder?
Ya sizin ki?

Ölümden kaçıp ölüme koşmuşlar, koşuyorlar, bu gidişle, dur denilemezse koşmaya devam edecekler.
Bu yazıyı kaleme almaya başlamadan önce Bursa Fomara Meydanı’ndan geçip Zafer Plaza AVM’nin klozetlerinden yararlanıp malum ihtiyacımı halletmeye gidiyordum. Giderken de, İnSanat’ın hemen yakınındaki Suluki Cami’nin avlusuna konuşlanıp mendil açmış bir Suriyeli aile gözüme ilişti, hemen az ötede ise minik kızları, yere şapka sermiş belki de bir lokma ekmek için para bekliyordu…
elim cebime gitti, "avuçladığım bozuklukları versem, biter mi sorun, çözülür mü?" dedim kendi kendime... Peki ya yarın, öbür gün? Peki ya gelemeyenler?
Kim bilir Suriye’nin hangi şehrinden, binlerce kilometre yolu kat edip Bursa’ya ulaştı bu aile ve iki küçük çocuk…

Türkiye’de 3 milyonu aşkın Suriyeli mülteci olduğu tahmin ediliyor.
Siz bu satırları okurken kim bilir kaç kişi daha yola koyuldu.
Barack Hussein Obama, bu saatlerde tatlı rüyasından uyanıp sabah kahvaltısını yapmaya hazırlanıyorken Beyaz Saray’da…
Dünyanın e zengin ailesi Rothschild (Jacob Rothschild) mensupları da ABD’de, Avrupa’da, Avustralya’da…
Vladimir Vladimiroviç Putin sevgilileriyle Moskova’da fingirderken…
Suudi kralı Salman bin Abdülaziz el-Suud, Kabe'ye karşı sabah namazını ifa ederken...
Recep Tayyip Erdoğan AkSaray’da gece uyurken rahat mıdır, mutlu ve huzurlu mudur?

Kim bilir kaç kişi daha IŞİD tarafından katledildi, kim bilir kaç kişi daha huzurlu yuvasını terk etmek zorunda bırakıldı, ölümüne yola çıktı, bilinmezliğe, kan ve karanlığa…
Ve şu an, tam da şimdi kim bilir kaç kişi daha Akdeniz’in ortasında Allah’a yalvarıyordur “Kurtar bizi ya rab!”
Siz, sahillerimize vuran o cansız bedenlerin fotoğraflarını paylaşarak vicdanınızı rahatlatırken bunları da bilin istedim.

Bilmenizi isterim ki, bu satırları yazanın ailesi de bir zamanlar balkanlardan kaçıp bu topraklara sığınmış göçmen bir ailenin evladıdır… Ve bilmenizi isterim ki, bunları yazan mültecilerin belgeselini yapmış ve kitabını yazmış, bir dönem İsveç’te onlarla birlikte yaşamış, onların hayatlarına, umut ve hayallerine tanıklık etmiş biridir.

Siz o fotoğrafları paylaştıktan sonra gidip özçekim (selfi) yapacaksınız, akşam yemeğinizi yiyecek, belki sinemaya veya bir yakınınızın düğününe gideceksiniz… Ya da elinize kumandanızı alıp dizilerle dalıp unutacaksınız az önce paylaştığınız sahile vuran o cansız bedenin fotoğrafını...

Recep Tayyip Erdoğan başkan olup tek başına bir ülkeye hükmedip, etrafındaki yandaşlarının hayatını garantiye almanın planını yapacak…
Kemal Kılıçdaroğlu da, Bahçeli de onu devirmenin hayalini kuracak…
PKaka ise ortadoğu (etrafımız) yanmıyormuş gibi ülkemizin tükenmiş umut ve huzuruna dinamit koymanın sinsi ve hain planlarını kurmaya devam edecek.

Evet, kıyamet yakın diyorlar…
Bence kıyamet yakın falan değil, kıyamet işte bu.. Kopuyor da farkında değiliz, cayır cayır yanıyoruz kıyamet ateşinde de kimse farkında değil.
Varsa yoksa ben, hep ben, sadece ben, bir tek ben, ben ben…
Bazen ateş düştüğü yeri yakar, bazen de ateş yakacak yer bulamayınca her yeri yakar.

Vicdanınız rahatladı mı, haydi şimdi yatmaya, dağılın…

İsveç'te mülteciler ile ilgili yaptığım belgeseli izlemek isteyen tıklasın:"Gölge Adamlar" 

Cuma, Ağustos 28, 2015

Plan tıkır tıkır işliyor…

Facebook’taki eski paylaşımlarına baktım dün…
7 Ağustos 2014’te, yani bir yıl kadar önce, Kürt aslılı gazeteci Namık Durukan’ın 28 Şubat 2013’te Milliyet’ten manşette yayınlanan “İmralı Zabıtları” başlıklı haberi paylaşmışım.
O haber yayınlandıktan sonra, özellikle AKP cephesinde İmralı’da yapılan gizli görüşmeler ifşa olmuş ve bu haber yüzünden, hafızam beni yanıltmıyorsa, Namık Durukan işinden kovulmuştu.
Peki o haberde ne vardı da AKP kıyameti koparmış, ortalık karışmıştı?
Haberin içeriğine göre yapılan gizli görüşmelerde Apo, ciddi ciddi Türkiye’yi tehdit ediyor, eğer sözünde durulmazsa “50 bin kişi ile halk savaşı olacak” diyor.
Sadece bu da değil Abdullah Öcalan’ın tutanaklara geçen sözleri. AKP’ye ve Recep Tayyip Erdoğan’a verdikleri desteğin önemine de dikkat çekiyor ve “Biz Tayyip Bey’in başkanlığını da destekleriz. Biz AKP ile bu temelde başkanlık ittifakına da gireriz” diyerek yapılan gizli anlaşmanın en önemli maddelerinden birini daha açığa çıkarıyordu.
AKP ile PKK ya da Apo ile Erdoğan arsında belli ki bir pazarlık yapılmış ve karşılıklı sözler verilmiş.
Fakat bu tutanaklardan Tayyip Erdoğan’ın, Apo’ya ne vaat ettiğini tam olarak anlayamıyoruz.
Apo’nun “Eğer verilen sözler tutulmazsa 50 bin kişi ile halk savaşı olacak” sözüne karşılık gelecek vaat neydi?
Apo’nun serbest bırakılması ve Güneydoğu’da özerk bir bölge (Kürdistan) olabilir mi?
Peki bu nasıl olacak?
Oldu da bitti maşallah, nazar değmez inşallah, şeklinde olması beklenemezdi elbette.
Kanlı olmalıydı, öyle kanlı ki, öyle bir şey olmalıydı ki, millet “yeter artık, bırakın şu Apo’yu, kurun şu Kürdistan’ı da yetti gayri, yeter ki kan dursun, analar ağlamasın” aşamasına gelinmesi amaçlanıyordu.
Çünkü mesele sadece Kürdistan’ın kurulması da değil. Mesele batıdaki (rahatları yerinde) Kürtlerin kurulacak Büyük Kürdistan’a gitmek isteyip istememeleriydi…
İşte bütün mesele bu!
Çünkü Apo da biliyor, Erdoğan ve Sam Amca da biliyor ki, batıda yaşayan Kürtlerin hiçbirinin Kürdistan umurlarında değil.
Hepsi tek bir şey istiyor: HUZUR
HDP ve Selahattin Demirtaş’a o nedenle güvendi yüz binerce kişi… Demirtaş öyle bir sempati ile boyadı ki insanların gözünü, tüm engellemelere, tüm provokasyonlara rağmen 80 milletvekili çıkartarak beklenmedik şeklide barajı geçmeyi başardı ve planları alt üst etti.
Demirtaş istemediği halde, bir anda barışın umudu oldu, Abdullah Öcalan’ı gölgede bırakan bir popülariteye ulaştı.
Böyle bir yıldızın gölgesi altında kalmak demek Apo gibi bir despotun ve yönettiği terör örgütünün kabulleneceği bir durum olamazdı…
Dünkü çocuk, bir anda tüm Kürtlerin ve huzur isteyen Türklerin barış umudu olamazdı!
Üstelik AKP ile yürütülen gizli planın da ötesindeydi. Çünkü HDP’nin barajı geçip AKP’nin tek başına iktidar olamaması demek, hem Apo’nun özgürlüğünün, hem de Kürdistan’ın önünün kesilmesi demekti.
Ve 7 Haziran seçimlerinin hemen akabinde, verilmeyen 400 milletvekilinin hesabı sorulmaya, Demirtaş ve HDP’nin parlayan yıldızının üstü kanla örtülüp söndürülmeye başlandı.
Önce Suruç katliamı, ardından iki polisin uykuda katledilmesi, ve kan ve kin, acı ve gözyaşı.
Öldürülen yüzlerce Kürt genci, haince ve kalleşçe pusuya düşürülen güvenlik görevlileri ve kaçan huzur, yıkılan barış umutları!
Hep bir planın pis ve kanlı hamleleri olarak sırıtıyor önümüzde.
Plan o kadar belli ki, o kadar aleni ki…
Bugün gelinen süreçte, HDP ve Demirtaş’ın göstermelik PKK ve akan kana yönelik tepkileri ve AKP-PKK savaşının şifreleri, Apo’nın Milliyet Gazetesi’nde Namık Durukan’ın haberleştirdiği tutanaklarında gizli…
Aslında gizli de değil, görmek isteyene her şey ortada…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın erken seçim istemesi ve öncesinde koalisyon kurulamaması…
MHP’nin meclis başkanlığı sırasında tutumu…
Çocuklar gibi küsen CHP'nin tuzağa düşüp geçici hükumete bakan vermemesi...
Ve seçim hükümetinin sadece AKP ile HDP arasında kurulacak olması…
Hepsi ama hepsi bir planın sonucu…
2 Kasım pazartesi sabahı Erdoğan istediğini alamazsa…
Veya planın dışında bir başka sonuç çıkarsa, 7 Haziran’dan sonra olanları düşündükçe yaşanacakları tasavvur bile etmek istemiyorum…

Son olarak; ben bu coğrafyada Kürtlerle yan yana huzur ve barış içinde yaşamak istiyorum. Benim gibi düşünen çok Kürt olduğunu da biliyorum…
Keşke medeni bir toplum olsaydık da savaşmak yerine, bir referandum ile sorsalardı hepimize: Kürtlerle ayrılalım mı, ayrılmayalım mı?
Hiç olmazsa bu kadar kan akmazdı!  
Kan dökmek yerine el sıkışarak ayrılmak o kadar zor mu?

Not: haberin yayınlandığı Millyet.com.tr'de ana kaynağını bulamadım. O nedenle kaynak olarak bir başka linki ekledim: "İmralı Zabıtarı" haberinin tamamını okumak için tıklayın: http://t24.com.tr/haber/iste-imralidaki-gorusmenin-tutanaklari,224711

Perşembe, Ağustos 20, 2015

Ve bir millet acı çeke çeke uyanıyor!

Herkes değil tabi hala uyanamayanlar da var…
Uyanmak istemeyenler…
Kimi iktidar partisine göbekten bağlı, çıkar ilişkisi olduğu için tüm bedbaht duruma rağmen ortaya çıkan acı tabloyu görmek istemiyor…
Kimi de büyülenmişçesine göremiyor trajediyi ve bu trajedinin asıl suçlusunun kim olduğunu.
Herkesi suçluyorlar, esas suçlanması gerekeni garip bir şekilde suçlamaya dilleri varmıyor ya da cesaret edemiyor, veya hata yaptıklarını, oy vererek büyük günaha ortak olduklarını kabullenmek istemiyorlar!
Fakat, yavaş yavaş, acı çeke çeke gerçeği öğrenen büyük bir kitle var ve o büyük kitle, “400 Milletvekili verin bu iş huzur içinde çözülsün!” sözünün ne anlama geldiğini idrak etmeye başladı…
Bir ay içinde 50 kusur güvenlik görevlisi ve bir de diğer tarafta ölen ve aslında TC vatandaşı olan kandırılmış yüzlerce Kürt genci Çünkü karşı tarafta kaç gencin öldüğünü de tam olarak bilmiyoruz.
Her şehit cenazesinde alışık olmadığımız tepkiler daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandıysa, bu acı uyanışın, bazı şeylerin farkına varmalarının sonucudur.
Hele bir de şehit cenazesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ailelere yönelik Ne mutlu şehit ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına sözü belki de bardağı taşıran son damla oldu.
Anaların, babaların, ablaların, evlatların, kardeşlerin yüreği yanmış, ocakları sönmüş ama sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan onlardan mutlu olmalarını bekliyor.
Bağrı yanık analar, yüreği kavruk babalar, kardeşler, hesap soruyor: Erdoğan'ı başkan seçseydik evladımız ölmeyecek miydi?
Yemiyor artık, bu millet bunu yemiyor ve sormaya devam ediyor: Hep garibanların çocukları mı yanacak, hep garibanların ocaklarına mı ateş düşecek?
Bakan yuhalanıyor, vali kendini tepkilerden zor kurtarıyor. 
Bu savaşın bir kazananı olmadığı apaçık ortadayken bu ekilen nefret tohumları kime yarayabilir ki?
Oysa önce Kürt açılımı sonra barış süreci başlamamıştı.
AKP barış sürecini ciddiye almadığını, bunu bir seçim malzemesi olarak kullandığı iddialarının gerçekliği artık kanıtlandı.  
AKP’nin ne kadar yanlışı varsa HDP’nin de bir o kadar yanlışı olduğunu ifade etmek gerek.
PKK ve KCK'nın aslında hiçbir zaman barıştan yana olmadığını, bugüne kadar süreci sabote etmek için yaptıkları eylemleri anımsadıkça asıl amaçlarının üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu daha iyi idrak edebiliyor herkes!
Ve çünkü kendileri Kandil'de güvenli şekilde kanlı eylemleri organize ederken gencecik insanları, bile bile ölüme yolladıklarını gariban Kürt aileler de anlamış vaziyette...
Evet,  Kürdüyle Türküyle, Lazıyla, Arnavudu, Boşnak’ı, Gürcüsü ile bu millet yavaş yavaş, acı çeke çeke uyanıyor!

Keşke daha önce uyanabilseydik

Pazar, Ağustos 16, 2015

Sabrı olmayan gitsin Bizans takımların izlesin

Bence Bursaspor’a da, yönetimini de, teknik kadroya da haksızlık ediyorsun(uz)..
Yapmanız gereken çözüm önermek, ama ne yazık ki, Bursa'da çözüm önerecek akıl yok.
Ben de soruyorum, siz Bölükbaşı'nın yerinde olsaydınız ne yapardınız?
Bu durumda, Bellushi'yi, Volkan'ı, Ozan'ı, Bakambu'yu nasıl takımda tutardınız?
Onların Gitmesinin suçlusu gerçekten Bölükbaşı ve yönetimi mi?
Battalla'nın nasıl ve neden kaçtığını unuttunuz mu?
Sıradan taraftarın sabırsızlığını ve düz mantıkla düşünmesini anlarım ama gazetecilik yapan eli kalem tutan insanların eleştirirken daha makul ve mantıklı davranmasını, bazı argümanları, koşulları ve bir takım gerçekleri dikkate alarak eleştirmelerini beklerim.
Ne Sağlam, ne Bölükbaşı babamın oğlu değildir...
Yer geldiğinde de (herkes gibi) eleştirilmelidir.
Recep Bölükbaşı'nun (özellikle) üslubu, konuşma tarzı konusunda çok şey söylenebilir. Fakat, takımın düştüğü şu durumu için doğrudan onu suçlamak haksızlık olur. Hele ki Ertuğrul Sağlam'a böyle bir maçta vurmak...
Rakibe tek bir pozisyon verip, (o da karambolden) gol yemiş, şansızlık sonucu direkten bir topun dönmüş ve kaybetmişsin ve daha ligin ilk haftasıyken, telafileri mümkün haftalar önümüzdeyken...
Skor değil, spor yazarlığı yapmanın ne kadar önemli olduğu aklıma geliyor hemen.
Bursa medyası ile İstanbul medyasını ayıran en önemli unsur da galiba buradaydı, ama... Galiba her alanda olduğu gibi medyacılıkta da İstanbul’un arka bahçesi olmuşuz da ben yeni fark etmişim…
Dünkü maçta Sağlam’ı yaptığı değişiklikler için eleştirirken, eğer o top direkten dönmeyip gol olsaydı ve maçı o golle kazansaydık da eleştirebilecek miydik?
İşte bu durumda spor değil, skor gazetecisi olup çıkıyorsunuz…
Her haç, her sezon, her teknik adam, her yönetim ve her takım kendi içinde değerlendirilmelidir…
Bursaspor tarihin en şansız sezon öncesini yaşadı.
Düşünsenize; geçen yıldan 9 futbolcunuzu kaybetmişsiniz ve bunların en önemlileleri, sözleşmeleri devam ettiği halde, hazırlık kampına katılmışlar ve tam da lig başlayacakken, “biz yokuz” deseler, siz ne yapardınız?
Bölükbaşı’nın yerinde siz olsanız ne yapardınız?
Sağlam’ın yerinde olsanız, yaralı Trabzon’a karşı deplasmanda nasıl oynardınız?
Açık futbol oynardım diyenin aklına şaşarım!
Tek pozisyon verip şansız yenilen bir takım için sabretmeye değer.
Sabrı olmayan gitsin başka takımları izlesin, malum Bizans orada!