Pazar, Aralık 28, 2014

Kağıt toplayıcısı o çocuk var ya o çocuk…

Bursa’da hava soğuk mu soğuk… Kirlilik ise cabası…
Doğal gaz pahalı, odun kömür daha ucuz, birçok gariban aile doğal gazını iptal edip eski yöntem sobalı sisteme geçti ve havayı 90’lı yılların kasvetli, zehirli günlerine döndürdü…

Ama yazımın konusu hava kirliliği değil, vahşi kapitalizmin insanlarımızı nasıl da duygusuzlaştırdığı, vicdanlarını nasıl körelttiği üzerine olacak…
Nilüfer ilçesinde bir esnafın cep telefonuyla çektiği görüntüler haber kanallarına yansıdı hemen.
Takriben 10 yaşlarında bir kağıt toplayıcısı çocuk, boyundan kat be kat büyük arabasını kontrol edip sürüklemek için çabalıyor…
Teknoloji bu kadar yayılınca her yurdum insanı içindeki gazeteci potansiyelini de açığa çıkarmış oldu. İşte, içinde gazetecilik ateşi yanan bir vatandaş, sarılıyor cep telefonuna ve yüksek pikselli kamerasını da açarak başlıyor kaydetmeye.
10 yaşlarında bir çocuk, yol kenarında atık kağıt ve naylonla yüklediği  el arabasına hükmedemiyor. Tam da o anda kahraman Türk polisi Hızır gibi yetişiyor imdadına ve bir çırpıda arabayı yola getirip çocuğun işini kolaylaştırıyor.
Buraya kadar her şey “haber niteliği taşıyor mu” sorusuna karşılık gelecek özelliklere sahip. Üstelik finalde mutlu son bile var, sanki…
Ancak asıl yöneltilmesi gereken soru şu: Bu polisler 10 yaşında çalıştırılmak zorunda kalan bu çocuğa iyilik mi yapmışlar, yoksa kötülük mü? O çocuğun yükünü omuzlaması için yardım ederken akıllarına gelmemiş mi sormak? "Evladım senin anan baban yok mu? Bu saatte okulda olman gerekmiyor mu? Seni zorla mı çalıştırıyorlar? Sen bu topladığın kağıtları nereye ve kime götürüyorsun? Senin çalışman ve çalıştırılman yasalara aykırı, seni zorla çalıştıranlara götür bakalım kimmiş bunlar?”
Bunları soruyor mu kahraman Türk polisi?
-Hayır…
-Ne yapıyor?
-Çocuğa yükünü daha rahat taşıyabilmesi için arabayı doğrultup yollarına devam ediyorlar!
Peki ya o çocuğa ne oluyor, ondan sonra ne yapıyor? Gerçekten de hakkını alabiliyor mu?
Yok… Ondan sonrası muamma…
E hani gazetecilik “5N1K” idi…
Bu çocuk “NE yapıyor?”
Peki ya diğer sorulara yanıt verilmiş mi?
Polisler yardım ettikten sonra çocuk “NEREYE” gitti, “NEREDE, NASIL” yaşıyor?

“NASIL” bu hale düştü?
“NE ZAMAN”dır bu halde?
Ve bu çocuk “KİM?”
Bir tek FOX TV haberi hazırlarken görüntünün üstünde, “10 yaşında ama okulda değil, sokakta” KJ’sini ekranın üstüne yazmakla yetiniyor!
Sorular her zamanki gibi havada asılı kalıyor, yanıt verecek bir babayiğit hala ortada yok!
Türkiye’de zaman akıyor…
Kimi malum saraylarda gününü gün ediyor, kimi de 10 yaşında vahşi kapitalizm değirmeninin en acımasız çağında/çarkında öğütülmeden var olmaya çalışıyor.
Böyle bir ülkenin parçası olduğunuz için teşekkürler hepinize(!)
FoxTV’de yayınlanan o haberin videosunu buradan izleyebilirsiniz: “10 yaşında ama okulda değil, sokakta”



Perşembe, Aralık 18, 2014

Cehenneme “hoş” geldiniz(!)

Âdem yasak meyve elmayı, Havva'nın da yardımıyla yemeye kalkınca günah işlemiş ve bunun sonucu da cennetten kovulmuştu. Tabi Havva ile beraber… Geçenlerde, arkadaşlarla oturmuş bu konuyu tartışırken şu soru ortaya atıldı: Eğer Adem ile Havva işledikleri günah yüzünden cennetten kovulduysa nereye gönderildi?

***
Dünyadan, dünya gezegeninin Türkiye ülkesinden, Bursa kentinden herkese selamlar olsun!
Bu satırları okuyan herkese merhaba…
Bu yorum, 2008’de kaleme aldığım “YOKSA CEHENNEM BURASI MI?” başlıklı yazımın güncellenmiş halidir.
Geçen gün arkadaşlarımızla yaptığımız o malum tartışmanın ardından konuyu bir kez daha buraya taşımaya karar verdim. Geçen gün değil aslında sürekli tartıştığımız bir konu bu!
Cennetten kovulan Âdem ile Havva neden dünyaya gönderildi?
***
Din adamlarının bu soruya nasıl bir yanıt vereceğini üç aşağı beş yukarı biliyoruz artık.
1800'lü yılların sonundan başlayarak insanoğlunun gelişimine ve dünyanın haline baktığımızda bu soruya yanıt vermek pek de zor olmasa gerek.
Savaş, kan ve gözyaşı…
Katledilen siyahlar, Kızılderililer, Japonlar, Yahudiler, Müslümanlar, milyonlarca masum ve günahsız…
Birinci Dünya savaşında 20 milyona yakın insan ölmüş…
İkinci dünya savaşında ölenlerin sayısı ise 45 milyonu buluyor.
Tarihin önceki sayfalarını karıştırdığımızda da farklı manzaralar çıkmıyor karşımıza. Hep kan, gözyaşı… İnsanlar insanları öldürmüş, işkenceden geçirmiş, yok etmiş. Kimi din için yapmış, kimi toprak, kimi de dünyaya hükmetmek, kendi ırkını yüceltmek ya da…
… Ya da egosunu tatmin etmek için.
Savaş, kan, gözyaşı= acı, ıstırap, azap, yok oluş…
***
Âdem ile Havva neden dünyaya gönderildi?
Yoksa burası cehennem mi?
Oysa yer yüzünde cenneti yaşayanlar da var. Ama konumuz onlar değil. Zaten cenneti yaşayanların cenneteymiş gibi yaşayabilmesi için birilerinin hayatının cehenneme dönmesi gerekiyor.
Yaşananlara bakılınca, ne anlam çıkar ki başka…
Hele şu (genel ve yerel) ekonomik krizler, hayat pahalılığı, terör bir çeşit eziyet, işkence, zulüm, azap değil mi?
Son model arabalara binen, din adamı ya da siyasetçi kisvesi altında, ceylan derisi koltuklara oturarak, dünya denen cehennemdeki azap derecesini belirleyen zebaniler olmasın sakın?
Parayı yaratarak, bir kararla bankaları batırıp uluslararası ekonomik kriz çıkaran, ülkeleri batmanın eşiğine getiren, borsa denen azap kuyuları, kapitalizm denen, toplumların kanını emen yakıcı ve yıkıcı sistemi geliştiren şeytani akla nasıl bir tanımlama yapmak uygun düşer ki?
***
Burası dünya, (dini inanışlara göre) insanoğlunun sınanacağı bir sınav bölgesiyse, Adem ile Havva cennetten kovulup neden dünyaya gönderildi?
Burası dünya gezegeni değil de dünya denen bir cehennem olmasın sakın?(!)
2015 dünyasında ve elbet Türkiye'sinde olanlara bakınca siz de cehennemi yaşadığımız duygusuna kapılmıyor musunuz?
Ekonomik krizlere, Ergenekon, Paralel yapı ve cemaat, siyasetin maskarası olmuş bir dini ideoloji, AKP, PKK, El Kaide türevi IŞİD ve Taliban terörü, ülkemizdeki trafik canavarıyla yarışan kadına arsızca uygulanan şiddete neden çözüm bulunamıyor?
Siyasetçi ya da gazeteci-yazar kılığına bürünmüş, kendine yontan, kargaşa yaratan bürokrat görünümlü, üniforma giyip aramıza karışmış bir kısım zebani değil de ne ki?
***
Dünya'da olup bitenleri algılamanıza yardımcı olacak ve mutlaka izlenemsi gereken bir belgesel film önermek istiyorum size.
Peter Joseph imzalı Zeitgeist adlı 2007 yapımı bu belgeseli Türkçe alt yazılı izleyebileceğiniz linki de ekliyorum alta: http://www.youtube.com/watch?v=EkFL7wSW9Nk

Bu belgeseli izlediğinizde dünyanın bir cehennem haline geldiğini ve tüm zebanilerin nerede toplandığını daha iyi anlayacaksınız. Başka söze de gerek kalmayacak.

Perşembe, Kasım 27, 2014

1 Yahudi 100 Müslümana bedel(!)

Yıllar önce eski başbakanlarımızdan Süleyman Demirel, “Nüfusumuz 100 milyon olunca dünyayı titreteceğiz” demişti.
Bunu duyan bir diğer eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevit ise “Nicelik değil nitelik önemlidir” şeklinde bir yanıt vermişti.
Öyleyse soralım ve yanıtını arayalım: Nitelik mi önemli, yoksa nicelik mi?
Bununla ilgili bir şeyler karalamaya hazırlanıyordum ki, “kim ne yapmış, neler yazmış” internette bir bakayım, google amcaya da bi danışayım, dedim ve daha önce, üstelik Müslümanlar için, Pakistanlı Dr. Faruk Saleem tarafından hazırlanmış epey uzun bir makale buldum. Türkçesine Ekşi sözlükte rastladığım bu araştırmayı aynen burada da kullanıyorum:
Gerçi daha önce önemli gazetecilerimiz yazının içeriğini köşelerinde konu etmiş ama ben yine de paylaşmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Müslüman bir ülke olan Türkiye ve halkının bu halde olmasının nedenlerine da yerinde açıklamalar getirdiğine inanıyorum.
Yazı biraz uzun oldu, sıkılacağınızı sanmıyorum ama konu biraz moralinizi bozabilir. İsteyen okumayabilir, ancak unutmayın ki, okumaktan vazgeçerseniz yazıda anlatılanların haklılığını da kanıtlamış olacaksınız:
İşte Dr. Faruk Saleem’in araştırma yazısı:         
Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi var. (Kuzey ve güney Amerika'da 7 milyon, Asya'da 5 milyon, Avrupa'da 2 milyon ve Afrika'da 100 bin Musevi yaşıyor) Yeryüzünde 1 Yahudi’ye 100 Müslüman düşüyor. Buna rağmen Yahudiler tüm Müslümanların toplamından yüz kat daha güçlüler.
Nedenini hiç merak ettiniz mi?
Tüm zamanların en etkin bilim adamı ve Time dergisi tarafından ’Yüzyıl’ın Adamı’ seçilen Albert Einstein, Psikanalizin babası Sigmund Freud, Karl Marx, Paul Samuelson ve Milton Friedman Yahudi’ydi. Son 105 yılda 14 milyon Yahudi içinde bilim dalında 100 ün üzerinde Nobel ödülü kazanırken, 1.4 milyar Müslüman arasında yalnızca üç kişi Nobel kazandı. Neden Yahudiler bu kadar güçlü?

ABD’de sinema, müzik ve spor sektörünün yönetici kademesinde mutlaka bir Yahudi vardır.
Bunlardan en bilinen ismi David Joel Stern’dir. 1984’de NBA'in başkanı olan Stern NBA’yi yerel bir lig olmaktan çıkarıp dünyanın en büyük spor organizasyonlarından biri haline getirmeyi başardı.

Rothschild ve Rockefeller ailelerini de unutmamak gerekir ki, bu iki aile dünya ekonomisine yön veren tartışmasız en etkili ailelerdir.

Soru şu: Neden Yahudiler bu kadar güçlü?

Aslında çok yanıt verilebilir ama Saleem’in yazısına bir parantez açıp yıllar önce İsveç’te tanıştığım bir Türk ekonomi profesörün bana anlattıklarını sizinle paylaşmak istiyorum:  Bir departmanda üst seviyeye gelmiş bir Yahudi, bulunduğu departmana rastlantıyla gelen bir başka Yahudi’yi de kendi seviyesine çıkarabilmek için uğraşır. Sonra o ikisi, bir başka Yahudi’yi bulup üst seviyelere getirir. Sonra hepsi bir başka Yahudi’yi aynı şekilde yukarılara taşırlar. Ve bunu yaparken de asla Yahudiliklerini ön plana koymazlar...

Şimdi, Dr. Faruk Saleem’in bu soruya verdiği yanıtlara bakalım:
SORU: Yahudiler neden bu kadar güçlü?
YANIT: “Sorgulayıcı, Araştırıcı, Yaratıcı Eğitim”
Peki Müslümanlar neden bu kadar güçsüz?
YANIT: Din Eksenli, Sorgusuz, Araştırmasız, Ezberci Eğitim veya Sıfır Eğitim! (Yani eğitimsizlik)

Dünyada yaklaşık 1.476.233.470 Müslüman yaşamaktadır. Asya’da 1 milyar, Afrika’da 400 milyon, Avrupa’da 44 milyon ve Amerika kıtasında 6 milyon. Toplam dünya nüfusu içinde her beş kişiden biri Müslüman inancına sahip. Her bir Hindu’ya iki Müslüman düşmektedir, her bir Budist’e karşılık iki Müslüman vardır ve her bir Yahudi’ye karşılık 100 adet Müslüman bulunmaktadır.
Müslümanların bu kadar kalabalık olmasına rağmen neden başarılı olamıyor?
 Nedeni şudur; İslam Konferansı Örgütü’nün (OIC) 57 üyesi var ve ülkelerin tümünde 500  üniversite var. Üniversite başına 3 milyon Müslüman düşüyor. Sadece ABD’de 5 bin 758 üniversite bulunuyor. 2004 yılında Shanghai Jiao Tong Üniversitesi, Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi’ hazırlamış ve ilginçtir ki Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç birinden ilk 500 e giren üniversitesi yok. UNDP tarafından toplanan verilere göre Hıristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse % 90 ve bunlardan Hıristiyan çoğunluğa sahip 15 ülkede okuma-yazma oranı % 100 dür. Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı yaklaşık % 40 olup, %100 okur-yazar oranına sahip bir Müslüman ülke yoktur. Hıristiyan dünyasındaki ’okur-yazar’ın %98’i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran % 50dir. Hıristiyan dünyadaki okur-yazarların % 40’ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında %2’yi geçememektedir.
Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki toplam bilim adamı sayısı 230. Her bilim adamına düşen Müslüman sayısı 1 milyon kişidir. ABD’de ise her 1 milyon Amerikalıya karşılık yaklaşık 4 bin bilim adamına, Japonya ise 5 bin bilim adamına sahiptir. Tüm Arap dünyasındaki tam-zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35.000 kişidir ve her bir milyon Arap nüfusa 50 teknisyen düşmektedir. (Bu sayı Hıristiyan dünyasında bir milyon kişiye 1000 teknisyendir.) Ek olarak İslam dünyası gayrı safi milli hasılasının yalnızca % 0.2 sini araştırma-geliştirme bütçesi olarak ayırmaktayken Hıristiyan dünyası % 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır. 

Sonuç: İslam dünyası bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur.

1000 kişiye düşen günlük gazete sayısı ve bir milyon kişiye düşen kitap çeşidi bilginin toplum içine yayılıp yayılmadığının iki önemli göstergesidir. Pakistan’da 1000 kişiye 23 günlük gazete düşerken bu sayı Singapur’da 360’dır. İngiltere’de her 1000 stand için 2000 çeşit kitap bulunurken, Mısır’da kitap çeşidi 20’dir.

Sonuç: İslam dünyası bilgi yayılmasını gerçekleştirmekte başarısızdır.

Bilgi uygulamasının önemli göstergelerinden biri ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat içindeki oranıdır. Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oran % 1, Suudi Arabistanın % 0.3, Kuveyt, Fas, ve Cezayir’in aynı şekilde % 0.3tür. Singapur’da bu oran % 58 ’dir. 

Sonuç: İslam Dünyası bilgi uygulamasını gerçekleştirememektedir.
Neden Müslümanlar güçsüzdür?
Çünkü bilgi üretmiyoruz.
Neden Müslümanlar güçsüzdür?
Çünkü bilgiyi yayamıyoruz.
Neden Müslümanlar güçsüzdür?
Çünkü bilgiyi uygulamıyoruz. Ve gelecek bilgi-temelli toplumlara aittir.

İlginçtir, OIC üyesi 57 ülkenin gayrı safi milli hasılalarının toplamı 2 trilyon doların altındadır. ABD, tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmekte, Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3.8 trilyon dolar ve Almanya 2.4 trilyon dolarlık üretim yapmaktadır. (Satın alma gücü eşitlenerek hesaplama yapılmıştır.) Petrol zengini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar hep birlikte 500 milyar dolarlık mal ve hizmet üretmektedirler ve bunların çoğu petroldür. Mal ve hizmet üretimi İspanya’da 1 trilyon doların üzerindedir. Katolik Polonya 489 milyar dolarlık mal ve hizmet üretim gerçekleşmektedir. Budist Tayland 545 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretimi yapmaktadır. İslam Dünyasının gayrı safi milli hasılasının tüm dünya gayrı safi milli hasılası içindeki oranı hızla azalmaktadır.
O halde Müslümanlar neden bu kadar güçsüzdür? 
YANIT: Eğitim Yoksunluğu. Tam anlamıyla söylersek kaliteli eğitim yoksunluğu. Çok kesin biçimde söylersek akılcı olmayan, din eksenli ve çağdışı eğitim.

Yani neymiş, nicelik değil, “NİTELİK” önemliymiş. Eğer siz insanlarınızı doğru ve çağın gerektirdiği şekilde eğitemiyorsanız, teknoloji üretemiyorsanız, 14 milyon Yahudi’nin elinde oyuncak olmanız da kaçınılmazdır.
Ne demiş atalarınız: “Nazar etme ne olur, ÇALIŞ  senin de olur!”
Peki ya Mustafa Kemal Atatürk bu konuda ne demiş: Tek bir şeye ihtiyacınız var, çalışkan olmak! (1923, İzmit)

***
Yatırım dünyasın ünlü Yahudileri: (markalar); Ralph Lauren (Polo), Levi Strauss (Levi’s Jeans), Howard Schultz (Starbuck’s), Sergei Brin (Google), Michael Dell (Dell Bilgisayar), Larry Ellison (Oracle), Donna Karan (DKNY), Irv Robbins ( Baskins & Robbins ), Mark Zuckerberg (Facebook)

Ve Hollywood’un bir kaç ünlü yahudisi: Harrison Ford, George Burns, Tony Curtis, Charles Bronson, Sandra Bullock, Billy Crystal, Woody Allen, Paul Newman, Peter Sellers, Dustin Hoffman, Kirk ve Michael Douglas, Sihirbaz Houduni (Erik Weisz),  Goldie Hawn, Cary Grant, William Shatner, Jerry Lewis ve Peter Falk (Komiser Colombo), Ben Stiller, Barbra Streisand, Bar Refaeli, Natali Portman, Adrien Brody.
Yönetmenler: Steven Spielberg, Mel Brooks, Oliver Stone, Aaaron Spelling (Beverly Hills 90210 ), Neil Simon ( The Odd Couple ), Andrew Vaina (Rambo serisi), Michael Mann (Starzky and  Hutch), Milos Forman (One Flew Over The Cuckoo's Nest, Amadeus), Douglas Fairbanks (TheThief of Baghdat ), Ivan Reitman        (Ghostbusters), Kohen Kardeşler, Wachowski kardeşler (Matrix serisi), William Wyler. William James Sidis…

Buluşlarıyla insanlığa hizmet etmiş Yahudi mucitler: Benjamin Rubin: İnsanlığa aşı iğnesini verdi. Jonas Salk: İlk çocuk felci aşısını geliştirdi. Albert Sabin: Çocuk felci aşısını daha da geliştirdi. Gertrude Elion: Lösemiye karşı ilacı verdi. Baruch Blumberg: Hepatit B aşısını geliştirdi. Paul Ehrlich: Frengiye karşı bir tedavi buldu. Elie Metchnikoff: Bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla Nobel ödülü kazandı. Bernard Katz: Nöromüsküler iletişim (kas -sinir sistemi arası iletişim) alanında Nobel ödülü kazandı. Andrew Schally: Endokrinoloji ( metabolik sistem rahatsızlıkları, diabet, hipertiroid) Aaaron Beck Cognitive: Terapi (akli bozuklukları depresyon ve fobi tedavilerinde kullanılan psikoterapi yöntemi) geliştirdi. Gregory Pincus: İlk doğum kontrol hapını geliştirdi. Gerald Wald: İnsan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü kazandı. Stanley Cohen: Embriyoloji ( embriyon ve gelişimi çalışmaları ) dalında Nobel aldı. Willem Kolff: Böbrek diyaliz makinesini, Peter Schultz: optik lif kabloyu, Charles Adler trafik ışıklarını, Benno Strauss pazlanmaz çeliği, Isador Kisse sesli filmleri, Emile Berliner telefon mikrofonunu, Stanley Mezor ilk mikro-işlem çipini buldu. Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü, Charles Ginsburg video tape kayıt makinesini geliştirdi…

Peki biz Türkler insanlığa ne verdik?
Yoğurt ve ayranı vermişiz, daha ne olsun(!)
E öyleyse afiyet olsun! ;)



Cumartesi, Kasım 22, 2014

“Dersim”iz makul ve mantıklı olmak…

E biraz da vicdanlı olmak da önemli tabi…
Ama önce makul olalım…
Biri diyor ki, “Dersim’de katliam yapıldı ve CeHaPe özür dilemeli!”
Sonra bir başkası da ekliyor hemen, “Ermenilere de soykırım yapıldı, bir milyon Ermeni, 500 bin Kürt katledildi…”
Yahu, Türkler ne cani milletmiş öyle arkadaş. Bu iddialara bakınca vallahi Naziler bile masum kalmış yanında(!)
Dünyayı katletmişler de haberimiz yok…
Herkesi kesmiş ve katletmişler katletmesine de, bu Alevileri, Kürtleri, Süryanileri, Arapları, Çingeneleri ve tabi Lazları, Boşnak, Çerkes, Arnavut, Rum, Pomak, Çeçen, Gürcü ve Anadolu’da yaşayan, adını saymadığım bilumum halkları nasıl ortadan kaldıramamış, hayret…
…hem de çok hayret, HAYRET(!)
Sen o kadar katlet, insanları yak, yık, bombala, süngüden geçir, katliam yap, ama sonra onlar mantar gibi yerden bitsin tekrar, olacak iş mi bu şimdi(!)
Peki neden?
Var sayalım devlet gitti uçaklarla, süngülerle Dersim’de katliam yaptı, ama neden?
Durup dururken mi, "Ben gideyim şu Alevileri yok edeyim, zaten gıcığım hepsine, katliam yapayım da Naziler gibi namım yürüsün" mü dedi, ne oldu da bu olaylar yaşandı o zaman?
Size mantıklı geliyor mu, sebepsiz ve yalan söylentiler, haberler üzerine mi bombalandı dersim?
Durup dururken ne diye böyle bir canavarlık yapsın devlet?
Mazeret değil, sadece bir sebep arıyorum!
Neden Diyarbakır, Hakkari, Van, Mardin değil de Dersim'de böyle bir şey yapılmış olsun? Yoksa gerçekten de abartıldığı kadar büyük olaylar olmadı da, birilerinin gazına mı geliyor insanlar? 
...ama bazı arkadaşlarımızın, PeKaKa'nın yaptığı somut katliamları görmezden gelip, gerçekliği hala ispatlanamamış Ermeni soykırımı, Dersim katliamı gibi iddialara lapin gibi atlamalarına kimse şaşırmıyor nedense.
Ha bi de Roboski olayı var ki söyleyecek söz bile bulamıyorum!
En çok da bu konuda CeHaPe’ye yüklenilmesine anlam veremiyorum.
Var sayalım iddia edildiği gibi Dersim’de devlet, nedensiz ve gerekçesiz bir katliam yaptı? Peki bunun emrini gerçekten de MK Atatürk mü verdi? Dönemin Başbakanı Celal Bayar’ın, Genel Kurmay Başkanı, Fevzi Çakmak’ın, o zaman partinin bir vekili olan Adnan Menderes ve daha sonra Demokrat Parti’nin bünyesinde siyaset yapacak olan diğer vekillerin suçu yok mu?
O tarihteki tek parti CHP ile bugünkü CeHaPe aynı parti mi?
Eğer Celal Bayar ve Menderes’in bunda payı var ise e o zaman Adalet ve Kalkınma Partisi nasıl oluyor da katliam yapmış siyasetçilerin kurduğu Demokrat Parti’nin devamı olduğunu iddia edebiliyor?
Sadece, soruyorum, makul ve mantıklı bir açıklama bulmaya çalışıyorum?
Durup dururken AKePe ne diye Dersim’i kaşıyor ve ne diye suçu CeHaPe’ye yıkmaya çalışıyor?
İşte bütün mesele bu?
Neden?

Pazar, Kasım 16, 2014

Velev ki Müslümanlar keşfetti!

Neresinden bakarsanız bakın, CumhurBaşbakınımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklama gündemi meşgul etmek için satır arasına sıkıştırılmış usta işi bir manipülasyon aslında!
Usta işi dediğime bakmayın, bu saptama sadece bizim coğrafyada işe yarayan bir ustalık. Yoksa okuma, yazma ve okuduğunu algılama oranı yüksek toplumlarda böyle bir söylev hiçbir işe yaramaz; aksine 2 dakikada toplum gözünde madara oluverir insan, makamı veya mevkii ne olursa olsun…
Oysa sorulması gereken gerçek soru şu:
Halkın oylarıyla seçilmiş ilk ve tek Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'nın dediği gibi, Amerika'ya ilk ayak basan Kolomb değil de Müslmanlarsa eğer, o Müslümanlara daha sonraki yıllarda ne oldu?
İslamiyet Amerika kıtalarında neden yayılmadı?
Asırlar içinde tüm kıta Müslüman olmadı da aksine neden koyu katolikleşti.
Diyelim ki İspanyollar Müslümanardan sonra kıtaya geldiğinde herkesi zorla Hıristiyan yaptı. İyi de aynı şeyi Kuzey Afrika’da neden olmadı? Oraya da Fransız’ı, İngiliz’i Portekizlisi İpanyolu, çağın, ne kadar sömürgecisi varsa hepsi Afrika’ya gitti misyonerlerle birlikte yapmadıklarını bırakmadılar…
Veya Endülüs’te İslamiyet yayılırken neden önüne geçemediler?
Velev ki Kolomb, Hindistan sandığı Küba kıyılarında Erdoğan’ın iddia ettiği gibi bir cami gördü ve bunu anılarında anlattı…
O gün yapılan bir tek İslami eser neden günümüze kalmadı?
Onca, Maya ve İnka eserleri günümüze kadar ulaştığı halde, hiç mi bir taş, bir tuğla veya bir takunya sıkışmaz bir yere?
Muhtemelen, Mısırlı denizciler ve Vikingler de Amerika Kıtası'na gidip gelmişlerdir. Müslümanlar da oralara gitmiş olabilme ihtimali yok denemez ama bu Amerika'yı Müslümanler keşfetti anlamına gelmez. Mesele, keşfettikten sonra oraya bayrak dikmek, koloni kurabilmek. Bunu yapan kim, ona bakmak gerek. Vikingler gitmiş gelmiş bi'numara olmamış, Mısırlılar da öyle...Ve Müslüman din kardeşlerimiz de gitmiş gelmiş ve orada bi'nane yapmak akıllarına gelmemiş nedense... 
Kim yapmış bunu; İspanyollar, 
E o zaman adamlara da saygı duymak lazım... 
Gavur oraya koloni kurmayı akıl ederken siz ne yaptınız, arkadaş? 
Hadi diyelim ki Amerika’yı keşfeden bir Müslüman! E peki o mübarek, o yüce Müslüman kimdir, nedir, nerelidir ve neden tarih onu değil de Kristof Kolomb ve kıtaya adını veren Amerigo Vespuci'yi yazar?
NEDEN?
Sayın CumhurBaşbakanımız bunların soruşturulmayacağını mı sanıyordu, bir aklı evvelin bu soruları sormayacağını mı düşünüyordu acaba?  Ama az biraz zekâsı işleyen sokaktaki vatandaşımız şunu geçirecek aklından: Bin odalı Ak Saray yaptırmak milyon dolar, dünyaya rezil olmak bedava! 
Evet  REZİL olmak…
Tüm dünya bu açıklamasıyla dalga geçecek ve tarih Recep Tayyip Erdoğan, tarihi gerçekleri işine geldiği gibi manipüle eden bir siyasetçi olarak alaycı bir üslupla anacak.
Erdoğan her fani gibi yeryüzünden göçüp gidecek ama dünya Türkiye Cumhuriyeti’nin düştüğü bu komik durumla hep dalga geçecek!





Cumartesi, Kasım 08, 2014

Başbakanın biri Bursa’ya gelirse…

Haftanın son günü Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı bir dizi açılış için Bursa’ya geldi…

Geleceği yaklaşık 10 gündür biliniyordu, zira kentin dört bir yanına afiş ve posterleri asılmış, o da yetmediği gibi, gösteri yapmaya hazırlanan sirklerin tanıtımı gibi minibüslerle ana caddeleri turlayan cazgırlar bangır bangır anons etmişti yapacağı icraatları. “İktidar olan bir partinin başbakanı için böyle bir yaygaraya ihtiyaç var mıydı?” diye soranlara, “Evet, vardı; onlar ne kadar çok bağırırsalar, seslerinin o kadar çok duyulacağına inanıyorlar ve bu uğurda yaptıkları her eylem, her girişim mubahtı!”

Yeni Türkiye’nin yepis yeni gıcır gıcır başbakanı Ahmet Davutoğlu Bursamızı onurlandırdı. Onurlandırmak ne kelime, adeta ayağa kaldırdı ve “illallah” dedirtti.
Trafik allak bullak oldu.
Adım başı polis, çiçeği burnunda başbakanımızı kendi halkından ve hatta ki hatta AKP kalesi, Bursalı seçmeninden kordu, demek mübalâğa olmaz!

Olağanüstü polis koruma ordusunu gören iki vatandaşımızın konuşmalarına kulak misafiri oldum:
-Bunlar acaba ne günah, ne suç işledi de halkından bu kadar korkuyorlar ki, böylesine polisleri yollara dizmişler.
-Kimi kimden koruyorlar?
-Yazık bu polislere, yazık Türk polisine, halkı korumaları gerekirken, siyasetçileri halktan koruyorlar!

Neyse, Allahtan Cumhurbaşbakanımız gelmedi de şimdilik sadece başbakan ile atlattık durumu(!) Ya bir de o gelseydi, yaşanacak kargaşanın ebatlarını tasavvur bile etmek istemiyorum.

Tabi bunlar benim dışarıdan gözlemlediklerim. Bir de işin medya ayağı var ki, onu da ÇGD Bursa Şubesi'nin yaptığı açıklamadan öğreniyoruz: Meğerse Bursalı meslektaşlarımın başına neler gelmiş neler: İşte ÇGD Bursa Şubesi'nden yapılan "Bursa basınından özür dileyin!" başlıklı duyuru:
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, dün gerçekleştirdiği Bursa programı tam anlamıyla bir güvenlik terörüne sahne olmuştur. Başbakan'ın konuştuğu miting alanının çevresi demir bariyerlerle kapatılmış, Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nin kapıları kilitlenmiş, AKP'nin üst düzey yöneticilerine bile kimlik kontrolü yapılmıştır. Gazetecilere yapılan muamelenin ise bugüne kadar eşi, benzeri görülmemiştir. Gazeteciler, eni yarım metre olan ve dar bir kafesi andıran demir parmaklıklara hapsedilmiştir. Buna itiraz eden gazeteciler, Başbakanlık korumaları tarafından hakarete varan sözler işitmiştir. Ayrıca Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nin kapıları, sabaha kadar kilitli tutulmuştur. Başbakan'ın bir gece önce terk ettiği bir mekanın kapılarını kilitli tutacak kadar, akıl dışı bir güvenlik tedbiri alınmıştır. Rezaletin ikinci perdesi Başbakan Davutoğlu'nun Çelik Palas Oteli'nde gerçekleştirdiği toplantıda sahnelenmiştir. Başbakan'ın programında olmasına rağmen, oteldeki toplantı, önce basına kapatılmış, ardından otel görevlileri muhabirleri aşağılayıcı bir tutum içine girmiştir. Otelde, Başbakan'ı izleyen muhabirlere önce yemek servisi yapılmış, çok kısa süre sonra "Basına yemek yokmuş" diyen garsonlar, muhabirlerin önünden yemek tabaklarını alarak bir başka skandala imza atmıştır. Otelde, muhabirlere çay ve su bile verilmemiş, su isteyen meslektaşlarımıza, "Sizin rütbeniz yok, size su parayla" diyen otel görevlileri, gazetecileri aşağılama yoluna gitmiştir. Yine aynı akşam Başbakan Davutoğlu'nun Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nde katıldığı "Ekonomiye Değer Katanlar Ödül Töreni" basına kapatılmış ve davetli gazeteciler bile, kapıdan döndürülmüştür. Başbakan, ödül töreninden ayrıldıktan sonra bile, iş adamlarından görüş almak isteyen muhabirler içeri alınmamış, Başbakanlık korumaları tarafından buradan kovulmuştur. Ayrıca ödül gecesine gazeteci alınmamasına rağmen, BTSO yetkilileri, mesleğimizle ilgisi olmayan kişilere kapılarını açmıştır. Bu durumda, gerçek gazeteciler geceyi takip edemezken, BTSO yetkililerinin davetiyle, meslek dışı kişiler, gazeteci sıfatıyla içeriye alınmıştır. Gecenin finalindeyse aynı tutum sürmüştür. AKP İl Başkanlığı'nda Davutoğlu'nu takip eden muhabirler, Başbakanlık korumaları tarafından buradan da kovulmuş ve "Defolun gidin" denilerek hakarete maruz bırakılmıştır. Tüm bunlar olurken, AKP'nin yetkilileri olaylara seyirci kalmış, yerel yönetimler ve resmi makamlar üç maymunu oynamıştır. Ayrıca Basın Yayın ve Enformasyon İl Müdürü Kadir Akarkaya, yeni bir akreditasyon skandalına imza atarak, gazetecilik mesleğiyle ilgisi olmayan kişilere basın akreditasyon kartları dağıtmıştır. Tüm bunlar, sadece bir günde yaşanmıştır. Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şube Yönetimi olarak, Türk basın tarihine kara bir leke olarak geçen olaylar zincirinin sorumlularını kınıyor, iktidar temsilcilerini, resmi makamları, Basın Yayın ve Enformasyon İl Müdürü Kadir Akarkaya, BTSO ve Çelik Palas yetkililerini, Bursa basınından özür dilemeye çağırıyoruz. 
Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şube Yönetimi
---
Manisa’nın Soma ilçesini, kurban verdiği 301 madenci ile tanıdı tüm Türkiye. Fakat dün sabah Soma yine gündeme oturdu ve Yırca Köyü’nde yaşanan bir başka katliam ile yüreğimizi sızlattı. Termik santrali yapılacağı iddiasıyla yıllardır süren köylülerin haklı direnişi 6 bin zeytin ağacının katledilmesine engel olmadı.
Bir değil, beş değil, yüz değil. Tam 6 bin zeytin ağacı. Termik santralini yapacak şirketin özel korumaları (ki onlar da TC vatandaşı ve gariban ailelerin çocukları) Zeytinliklerine sahip çıkmaktan gayri gailesi olmayan masum köylülere saldırıyor…
E bu köylüler uzaylı değil, bizim insanımız, bizim köylümüz.  Özel güvenlikçiler patronlarından aldıkları “hücum” emriyle gariban köylüye saldırıyor ve ülkemizin emniyet ve asayişi, kamu düzenini sağlamakla yükümlü askeri kolluk kuvveti, Türkiye Cumhuriyeti jandarması yaşananları seyrediyor!
İşte Yeni Türkiye böyle bir şey…
Köylü mazlum…
İşçi mazlum…
Memur mazlum…
Öğrenci mazlum…
Peki zalim kim arkadaş, şu zalimi bir türlü öğrenemedik ve anlayamadık, bu kadar mazlum ve ahı ortada dolanırken, ilahi adalet ne zaman tecelli edecek, sabırsızlıkla bekliyoruz.
---
Soma’da yaşanan maden faciasının ardından, Ermenek’te de benzer acılar içimizi yaktı… Diri diri gömüldükleri mezar ocaklarından 10 gündür çıkarılmayı bekleyen garibanlardan sadece ikisine ulaşılabildi, geriye 16 mazlum  ve ciğeri yanık aileleri kaldı.. Ölen öldü de esas film kalanlar için şimdi başlıyor.
Bu son değil; evet ilk de değil…
Bütün mesele çağdaş ülkelerdeki koşulların bu ülke insanı için de sağlanması.
Bu insanlar AKP’ye bunun için oy verdi, güvendi ve 12 yıl önce iktidara taşıdı.
Bu güven fos çıktı…
Bu güveni iktidar suiistimal etti ve etmeye de deva ediyor, bakalım nereye kadar…
Zira mazlumların ahı çok birikti, çoook…
---
İnsan kaçakçılığı…
Modern çağların en büyük suçlarından biri…
Modern çağların en büyük trajedisi ve vahşi kapitalizmin ürünü…
Bu insanlar vatanlarını, yurtlarını neden terk ediyorlar?
Neden; çünkü ülkelerinde savaş var, yokluk var, zulüm var, ülkelerinde insanlık ölmüş!
Bunu bizzat görmüş, onların içine girerek, onlar gibi yaşamış belgeselini ve kitabını yazmış biri olarak söylüyorum:
İnsan ticaretini önlemenin tek yolu, bu savaşların sorumlusu olan ülkelerin, mülteci kabul etmesidir. Ülkelerinden kaçmaya çalışan insanlara kapılarını resmi olarak açmadıkları sürece, İstanbul boğazında geçen hafta yaşanan, önceki yollarda Ege’de Akdeniz’de, İtalya’da, Yunanistan’da yaşananlara göz yaşı dökmeye devam ederiz!
Batı, ya bu ülkelerden elini ayağını çekecek, ya da kaçanlara kucak açıp, bu büyük trajediye dur diyecek!
Başka çaresi yok!

Çarşamba, Ekim 29, 2014

İyi Bayramlar Türkiye…

Cumhuriyet Bayramı kutlama fikri ilk defa ilkokullu yıllarımda zihnime yerleşmişti. Okullar açıldığında ya da ben okula başladığım ilk yıl kutladığım ilk bayram 29 Ekim’di.. Ardından 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’ü anma ama anlayamama etkinliği, sonra 23 Nisan Egemenlik Çocuk Bayramı, ardından 19 Mayısı Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı ve dini bayramlar; Ramazan, Kurban… Kandiller… Yerli malı haftası, vs vs..

Geriye dönüp baktığımızda tüm bayramlarımızın ya da değerlerimizin içinin boşaltıldığını acı şekilde görebiliyorum! 
Okulumuzun düzenlediği Milli Bayramlardaki tören kortejinde yer almak inanılmaz bir heyecandı. İlk dahil olduğum tören “Cumhuriyet Bayramı”ydı ve Atatürk Caddesi’nden elimizde bayraklar, üstümüzde beyaz yakalı kara önlüklerle yürüdüğüm günü hayal meyal da olsa anımsayabiliyorum. Sonra törenler Atatürk Stadı’na taşınmıştı…
Hele o Atatürk Stadı’nın yer yer çimli çorak zemininde, kiremit tozla döşeli atletizm pistinin kulvarlarında yürümek büyük bir ayrıcalıktı…
Yer kırmızı gök beyazdı.
Bir Türk cihana bedeldi…

Televizyon siyah beyaz gelmiş, değil cep, telefonun T’sinin hayali bile hayaldi, bilgisayar nedir bilmez, fakir ama bahtiyardık…
Sonra, sonra… Daha sonra bir şeyler oldu bize.
Keyfimize limon sıkıldı, kavramların içi boşaldı, boşluklara öfke, öfkeye kin, acı ve gözyaşı eklendi.
Eloğlu aya giderken, biz aval aval baktık “vayy beee” diyerek…
Biz o kadar meşguldük ki birbirimizi yemekle, onlar aldı yürüdü, bizim elimizde sadece anlı şanlı bir bayrak kaldı!

Ne güzel bayrağımız var değil mi, kırmızı ve beyaz, ay ile yıldız; dünyanın en anlamlı bayrağı, “Bayrağı bayrak yapan ‘KAN’dır eğer uğurunda ÖLEN varsa VATAN’dır” dediler,
Elimizde bayrak, gözümüzde yaş, dilimizde bir marş: “Korkma sönmez bu şafaklarda…” Ezbere bildin miydi marşını, hele ay yıldızla donattın mıydı dört bir yanını, işlem tamamdı. Yere çöp atmışın, içine tükürmüşün, vergi kaçırmışın, çalmışın, çırpmışın ne gam, ”Ne mutlu türküm” diyerek andını da içtin miydi, damarlarında dolaşan asil kan seni koruyacak(tı)!

Sonra birileri çıkıp da bayrağımızı yakınca celallendik, öfkemize öfke kattık, katmer ettik nefreti…
91 yılık cumhuriyet tarihimize baktığımızda vardığımız durum, sizi bilmem ama beni hiç mutlu ve umutlu kılmıyor…
Pisi pisini ölen işçiler, çağdaş devletlerin gerisinde kalmış, teknoloji üretemeyen, güçsüz bir ekonomi, basiretsiz ve kendinden ve yandaşlarından başkasını umursamayan siyasi iradeler ve ellerimizde bayrak…
Birileri yakmak için, birileri de öpüp tapmak için sallıyor!

Yıl 2014… Neredeyse bir asır olmuş ve biz neyle, nelerle uğraşıyoruz…
Bayrak yakılmakla, yırtılmakla itibar kaybedilmeyeceğini hala anlayamamışız…
Dünyada en çok bayrağı yakılan ve yırtılan devletler İsrail ve ABD'dir, görememişiz…
Mühim olan güçlü ve muktedir devlet olabilmektir, bilememişiz…
Eğer güçlüyseniz, ekonomik olarak halkınızın refah düzeyi yüksekse, küçük beyinli zavallılar sizin bayrağınızı yırtar, yakar, ama siz o bayrağı yeniden üretir alıp, taa uzaya, aya, marsa dikersiniz, diyememişiz…
Yok eğer zayıfsanız, birkaç şerefsizin bayrağınızı yakmasına sinirlenir ama sizi ve dininizi sömüren, emeğinizi çalan, yozlaştıran, sizi cahil bırakan, yalan söyleyen, doğanızı yok eden, ülkenizi soyanlara söyleyecek söz bulamadığınızı 91 yıl sonra bile öğrenememişiz…

 Öyleyse iyi bayramlar Türkiye... Cumhuriyet kavramını idrak ederken, bu günden geçmişe bakarken, "biz nerede yanlış yaptık, neden bu haldeyiz?" diye sormayı da unutmayalım, bayramınız kutlu olsun!
"İyi Bayramlar Türkiye…" Hala bayram kutlamaya mecaliniz varsa...

Pazartesi, Ekim 27, 2014

İhanetin dik alası…

 Daha önce da burada yazmıştım, “PKK Ne İstiyor?” diye sorduğumda, amacının üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Ama anlatamadım, taraflı tarafsız birçok kişi bana tavır aldı, küstü, tepki gösterdi…
Bir çok dostum fotoğrafın tamamına değil de satır aralarına takıldı..
Neyse; gelelim konumuza...
Barışmak için önce küs olan iki taraf gerekli…
Ve iki tarafın da barışmaya istekli olması lazım.
Ancak taraflardan biri “mış” gibi yaparsa bunun adı barış olmaz.
PKK bugüne kadar bu süreçte hep “mış” gibi yaptı, yapmaya da devam ediyor, Oslo görüşmelerin ilk gününden, Habur sınır kapısındaki gösterilere ve son olarak gerçekleşen suikastlara kadar, tekere çomak sokma pozisyonu hiç değiştirmedi…
Bu eylemlerin tamamı ayrılıkçı terör örgütü PKK tarafından gerçekleşmiş.
PKK’nin niyeti belli; keskin ve kanlı bir ayrılık istiyor ve bunun referandumla, el sıkışarak, kucaklaşarak olmayacağını, Kürtlerin batıdaki rahatlarını bozup Kürdistan’a koşa koşa ve seve seve gitmeyeceklerini biliyor.
Bunu zorla yaptırma maksadında ve bunun için de tek yöntem, sokaktaki masum Kürtleri ile Türkleri birbirine saldırtmak!
Plan çok açık ve net…
“Yeter artık, canımıza tak etti!” diyerek sokağa dökülecek Türklerin batıdaki Kürtlere karşı olası bir ayaklanmasının sonucunu, ellerini ovuşturarak izlemeye hazırlanan kitle etkinliğini sürdürüyor. Önümüzdeki aylarda terör örgütünün kışkırtmaya yönelik daha kanlı saldırıları olacağını tahin etmek müneccimlik değil.
Bu artık ihanet tanımlamasını geçti, kalleşlik, kahpelik kelimeleri hafif kalıyor. Zira, PKK’nın elinden gelen en basit şey bu, var oluş nedeni de bu. "Silahsız ve güvende olmayan insanlara saldır, korku yarat!"
1982'de başladı bu kahpelik. ilk önce Kürt bebeleri, masum  günahsız nineleri katlettiler, sonra da Kürtler adam olsun diye gönderilen öğretmenleri, ardından da birliklerine teslim olan acemi erleri kurşuna dizdiler, gözlerini bile kırpmadan..
Hepsi yanlarına kâr kaldı, bebek katili namı ile anılan cani ele başı İmralı'da krallar gibi 10 yıldızlı tatilini yaparken, Allah'tan belalarını bulmalarını dilemek, çaresizlikten öte bir şey değil, 30 küsur yıldır hiç bir şey olmadı, bunda sonra da olmaz, ölen hep gariban, maşa olup kardeşine saldıran gariban!
Yani anlayacağınız PKK bu kalleşliği ilk defa yapmıyor, bunların fıtratında(!) var bu canilik…
Taa Kürdistan kurulana, Türkler ve Kürtler birbirini (Suriye’de olanlar gibi) kesmeye başlayana kadar devam edecek.
Acı ama gerçek, bu gerçeği, özellikle batıda yaşayan Kürtlerin anlamasını dilemekten baka bir şey gelmiyor elimden!
***
İhanet dedim de, bu coğrafyada ihanet sadece vatana millete olmuyor…
Talanı, hırsızlığı, yalanı, dolanı, kadına şiddeti saymıyorum, bile…
Bir de yaşadığı kente, kentin değerlerine, tarihi ve kültürüne ihanet edenler var.
Hangi akla hizmet, hangi mantığa binaen Bursa logosonu yenileme ihtiyacı hissetmişler, anlamak mümkün değil!
Bursa Valiliği’nin canı sıkılmış, Bursa’nın logosunu değiştirmek için kolları sıvamış.
Hay sıvamamış olaydı. Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan birini bulun ve ona deyin ki, “Bursa’ya bir logo tasarlayacaz, ne tavsiye edersin, nasıl olsun?” İnanın bu kadar ahmakça bir şey ortaya çıkmazdı!
Bu kentle, kentte yaşayan insanlarla dalga geçmekten, onları ciddiye almamaktan başka bir şey değil.
Merak ediyorum acaba bu ihanetin bedeli ne kadar? Bursa valiliği bu ucube logo için devletin kasasından ne kadar harcadı?
Bilen varsa bana bildirsin lütfen, Bir Bursalı olarak aptal yerine konmak gücüme gidiyor, bari aptallığımızın ederi ne kadarmış, öğrenelim!


Salı, Ekim 14, 2014

Bursa'da yaşamak suç mu?

Türkiye İsveç’ten daha mı zengin?
İsveç’in nüfusu 10 milyona yakın…
Ben, 2003-2005 yılları arasında oradayken 9 milyonuncu siyahi İsveçli doğduğunda, bayram yapmışlardı…
10 yılda muhtemelen nüfusları da 10 milyona yaklaşmıştır diye düşünüyorum…

Evet soru şu: Türk halkı bir İsveçli’den ekonomik olarak daha mı zengin, daha mı çok kazanıyor?
İsveç’in ikinci büyük şehri Göteborg’ta yaşadığım yıllarda, adamların sistemlerine hayran kalmıştım. O dönem Göteborg yaklaşık 500 bin nüfusa sahipti ve Göteborgs Posten Gazetesi günde 400 bin kişi tarafından okunuyor, diye acayip hava atıyor, reklam yapıyorlardı.
Biz ise 2 buçuk milyonluk Bursa’nın en büyük gazetesi Olay 20 binin üstüne çıktığında adeta bayram yapıyoruz, iyi mi?

Neyse asıl değinmek istediğim konu o değil. Göteborglular ile Bursalıların yaşam kalitesi. Özellikle de ulaşım yönünde Bursa’da yaşadığımız için ne kadar talihsiz olduğumuzu anlatacağım size.
Hani dedim ya üstte, Türkler, İsveçliler’den daha mı çok kazanıyor, diye?
Hayır, elbette çok kazanmıyor ama Bursa BŞ Belediyesi Bursalıları yolunacak kaz gibi görüyor ve buna tepki verecek bir muhalif ses olmadığı için de Avrupa’nın en pahalı ulaşımı, en pahalı (kireçli) suyunu ve en pahalı elektriğini kullanırken kimsenin gıkı bile çıkmıyor.

Mesela Göteborg’ta toplu taşıma araçlarını kullandığınızda her hangi bir otobüsten otobüse veya tramvaydan tramvaya bindiğiniz zaman, bir saat ücretsiz yolculuk yapabiliyorsunuz.
Ben ise geçen akşam, metro görünümlü hızlı tramvaya bindim, 2 TL ödedim, FSM istasyonunda indim, 15 dakika sonra gelip tekrar bindim, 2 TL daha ödeyip oradan 100. Yıl istasyonuna gelip Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne geçtim, 20 Dakika sonra dönüp tekrar bindim ve 2 TL daha ödeyerek Şehreküstü istasyonuna geldim.

Eğer ben Bursalı değil de bir Göteborglu olsaydım ve benim başkanım Recep Altepe değil de Göteborg Belediye Başkanı Lena Malm olsaydı eminim bu sorularımın da bir anlamı olmazdı. Zira benim yaşadığım dönemde Göteborg Belediye başkanının ne bir afişini, ne bir posterini gördüm, ne de bizim Altepe gibi her akşam TV’lerde yüzüne rastladım.
Amma ve lakin Bursa, Götebotg’dan daha pahalı bir şehir; hem daha pahalı, hem de halkı çok ama çok talihsiz, şansız, bahtsız. Bir Göteborglu, bir saat içinde ucuza yolculuk yapabiliyorken bir Bursalı inek gibi sağlıyor. İn-bin: 4 TL, geçmiş olsun. Sadece otobüsten tramvaya, tramvaydan otobüse binerken indirim varmış, o bile parayla! Ama elin gavur(!) Göteborglu'nun hem gelir düzeyi yüksek, hem ülke ekonomisi süper, hem refahı ve huzuru yerinde, hem de sosyal devlet olmanın her türlü imkanı önüne sunuluyor. Bir saat içinde istediği kadar indi bindi yapabiliyor.
Bir Göteboglu’nun evinde akan su kireçsiz ve kaliteli ve ucuzken, su cenneti Bursa’da bir Bursalı hem kireçli su içiyor, hem marketten gidip damacanayla su satın almak zorunda bırakılıyor, üstelik Avrupa'nın en yüksek faturasını ödeyerek!

Avrupa şehri Bursa kalite yerine standardını fiyatta aşmış da haberimiz yokmuş, helal olsun valla(!)
Yani anlayacağınız Bursalı’nın gelir seviyesi düşük ama olsun aslanlar gibi pahalı ulaşımı var(!)
***
Hazır İsveçlilerden söz açılmışken, geçenlerde Ulucami, Orhangazi Parkı’nın orada bir grup İsveçli turist ile karşılaştım. Hafızamda kalan birkaç kelime İsveççe ile çat-pat da olsa, her Türk evladı gibi Bursa’yı nasıl bulduklarını, memnun kalıp kalmadıklarını sordum, merakla. Tam o esnada tarihi belediye binasının önüne gelmiştik ki, Atatürk Caddesi üzerinde, TKM yanında durup, kocaman bir posteri gösterip, “bu fotoğraftaki adam kim, çok önemli tarihi bir şahsiyet olmalı” diye sordular bana?
“Bunu nereden çıkardınız? diye afallamış şekilde sordum tabi ben de.
“Arkada çok güzel tarihi bir bina varken, böyle birinin posteri önüne asılmışsa, o binadan daha önemli biri olmalı” diye eklediler.
“Evet” dedim ben de, “Bu kişi çok önemli birdir. Belediye Başkanıdır. Adı Recep Altepe’dir, o kadar önemlidir ki, arkadaki tarihi belediye binası bile yanında önemini yitirmektedir” diye ekledim.
Bana tuhaf tuhaf baktılar ve bir belediye başkanının kentin değerlerinden nasıl daha öneli olabileceğine anlam vermeye çalışarak, tavsiyem üzerine Kebapçı İskender’e döner yemeğe gittiler.
***
Ne demiş şair Orhan Veli;
Bedava yaşıyoruz, bedava; Hava bedava, bulut bedava; Dere tepe bedava; Yağmur çamur bedava; Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekanlar bedava; Peynir ekmek değil ama Acı su bedava; Kelle fiyatına hürriyet, Esirlik bedava; Bedava yaşıyoruz, bedava.

Evet sevgili Bursalılar, siz de bedava yaşamanın tadını çıkarın, bu kentte yaşamanın da kıymetini bilin, pahalı bir Avrupalı olmak her Türk’e nasip olmaz(!) ;)

Cuma, Ekim 10, 2014

PKK ne istiyor?

Ya da ne yapmak istiyor?
Öncelikle şunu anımsatmakta yarar var: PKK bir terör örgütüdür. Bu örgütün lideri ömür boyu hapis cezasıyla İmralı’da cezasını çekmekte. Yani suçu sabit. O bir “Bebek Katili” Ayrılıkçı terör örgütü PKK’nın kurcusu ve 40 bin kusur insanın yaşamını yitirmesinde bir numaralı suçlu.
Peki PKK Lideri, yani Apo lakaplı Abdullah Öcalan suçlu da, TC suçsuz mu?
Elbette, en az PKK ve Apo kadar TC’nin bu güne dek gelmiş geçmiş tüm hükümetleri de suçludur.
PKK ve Apo’nun var oluş amacı Türkiye’den ayrılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak.
Bugüne kadar eylemlerini ve katliamlarını bu amaç doğrultusunda yaptı.
İlk eylemlerinde de doğrudan masum Kürt köylülerini hedef aldı.
Şiddet kullanarak Kürt halkını yıldırmayı, sonra da saflarına çekmeyi amaçladı. Buna TC de ciddi katkı sağladı (bilinçli ya da bilinçsiz şekilde) zemin hazırladı, katkı sağladı.
Son dönemlerde, AKP hükümeti ile yürütülen barış süreci kapsamında, “bölünme” dillendirilmese de, gönüllerinde yatan gizli emel, “mutlak ayrılık, bağımsız Kürdistan”
Ancak bunun nasıl olacağına dair somut bir plan yok ortada. Zira, Suriye’de farklı bir Kürt oluşumu, Irak’ta farklı, Türkiye’de farklı ve hatta İran’da bile daha farklı bir Kürt ideolojisi söz konusu…
Olası bir Kürdistan devletinin hangi liderin yönetiminde olacağı en büyük sorun.
Bir başka sorun da TC içindeki Kürt nüfusun bu olası ayrılıkta takınacakları tavır.
İşte bütün mesele de burada.
Yarın öbür gün TC bölünüp de Kürdistan kurulduğunda, kaç TC vatandaşı Kürt batıdaki rahatını bozup Kürdistan’a gidecek?
Oysa bir referandum yapılsa belki de sorun çözülecek.
Kürtlere, “TC’den ayrılmak istiyor musunuz?”, Türklere de “Kürtlerlerle bir arada yaşamak istiyor musunuz?” diye sorulsa…
Sonuç ne olur?
İskoçya bunu halkına sordu ve çoğunluk ayrılığa, “Hayır” dedi.
E Türkiye’de de durum farklı olmayacak. Çünkü sokaktaki Kürt batıdan ayrılmaya hiç de niyetli değil.
İşte bunu bilen ayrılıkçı terör örgütünün üst düzey yöneticileri, bu ayrılığı seve seve değil, zorla gerçekleştirmek için şiddete baş vuruyor, batıdaki Kürd’ü, sokaktaki Türk’e saldırtmayı amaçlıyor.
Bununla ilgili çok oyun oynandı, çok kan aktı. Bayraklar yakıldı, fabrikalar yağmalandı, masum öğretmenler katledildi…
Ama olmadı da olmadı.
Hani Ermenilere soykırım yapmakla itham edilen Türkler var ya; nedense Almanlar gibi silkelenip(!) Kürtlerin evlerine çarpı işareti koyarak onları gaz odalarına atmayı düşünmedi, Sırplar gibi toplu katliamlar yapmadı, Klu Klux Klan’lar gibi saldırılarla Kürtleri hedef almadı…
Türkler uyuşuk millet. Saddam’ın Halepçe’de yaptığı gibi Kürtleri kimyasal ile zehirlemeyi bile akıl edemedi…
Şimdi, yani bugün PKK güdümündeki Kürt kardeşlerimiz, sokaktaki masum Kürtleri hedef haline getirmek için, Türkleri kışkırtmaya başladı yine.
Yine bayrak yakma, okul yıkma, hatta ve hatta Atatürk büstlerini parçalama taktikleriyle arı kovanına çomak sokmaya çalışıyor.
Olan Türkiye’de yaşayan tüm halklara oluyor. Huzur yok!
Peki kim mutlu?

İşte asıl yanıtlanması gereken soru bu?
Müslümanların yaşadığı coğrafyada neden “huzur yok?”

E hani ‘Huzur İslamda’ydı?




Çarşamba, Ekim 08, 2014

3 sınıf komedi senaryosu

Rahmetli Necmettin Erbakan, “Kanlı mı olacak, kansız mı?” diye sormuştu, yıllar önce…
Sanırım bu sorunun yanıtını alacağımız günlerin içindeyiz…
İki terör örgütü var karşımızda. IŞİD ve PKK…
“Hangisi daha acımasız, hangisi daha zalim?” sorusunun yanıtını dün sorsaydık başka, bugün sorarsak başka yanıtlar alacağımız kuşkusuz…
Ama ortada bir gerçek var: Al IŞİD’i, vur PKK’ya…
İnsanlık, modern çağların vicdani ilkelliğini yaşıyor.
Dün, bebekleri, nineleri katleden, çocukları dağa kaçıran, canlı bombalarla terörü yayan, korku salan, acemi erleri kurşuna dizen PKK terör örgütü ile kafa kesen, kadınlara tecavüz eden, sinek gibi insan öldüren, yağmalayan IŞİD arasında bir fark görülmüyorken, PKK kıskacına girmiş bir kısım Kürt kardeşlerimin bize horozlanması niye?
***
IŞİD’e demokratik ve çağdaş tepki göstermekse maksadınız, eyallah; hep beraber çıkalım meydanlara, el ele, omuz omuza tavrımızı koyalım. Nasıl ki Gezi Parkı’nın ortasına Apo’nuzun posterini, sözde örgütünüzün bayrağını asarken kimse size “bu nedir böyle, nasıl asarsınız Mustafa Kemal Atatürk’lü ayyıldızımızın altına o paçavrayı?” diye sormadıysa, yine de yan yana TOMA’lara karşı koyacak, gaz maskesiz direnecektik.
Şimdi yalnız(sınız) Kürt kardeşim, nasıl ki her türlü aşırı milliyetçiliğin karşısında olduysak, Kürt faşizminin de karşısındayızdır!
***
Durduk yerde Atatürk heykellerine saldırdınız, sokaktaki sıradan TC vatandaşın sabrını taşırdınız…
Çok zorladınız sevgili Kürt kardeşim, bu halkın sabrını çok zorladınız. Bayrak indirip yırttınız, okul yaktınız, kırdınız, parçaladınız…
Hep sabrını test ettiniz birilerinin.
“Ya sabır!” çektiler hep… “Ya sabır…”
Evet, maksadınız hâsıl olmaya başladı. Farkındaydım ve hala da farkındayım… Maksadınız sokaktaki sıradan TC vatandaşını, olaylar ve konuyla ilgisi olmayan batıdaki Kürt vatandaşı birbirine kırdırmak.
Biliyorsunuz ki, yarın öbür gün resmi olarak kuracağınız olası Kürt devletine, batıdaki rahatını bırakıp hiçbiri gitmeyecek!
İşte tüm derdiniz bu; Kürd’ü Türk’e kırdırıp, amacınıza ulaşmayı planlıyorsunuz. Tıpkı siyonistlerin Nazileri kullandığı gibi...
Bugüne kadar tüm girişimleriniz sonuçsuz kalmıştı. Amma ve lakin bu sefer zamanın uygun olduğunu düşünüp, “fırsat bu fırsat” diyerek,  kaos ateşinin fitilini yaktınız.
***
Eğer niyetiniz, bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olsaydı, TC sınırları içinde değil, Kobani’ye gider, orada savaşan yandaşlarınıza katılırdınız. Zira IŞİD yandaşları, ABD’den, Kosova’ya, Sudan’dan,  Rusya ve hatta Avustralya’ya kadar hasta ruhlu yandaşlar buldu ve hepsi de koşa koşa IŞİD’e katıldı. Peki ya siz ne duruyorsunuz, ne diye TC vatandaşlarının huzurunu bozup, okulumuza, bayrağımıza Ata’mıza saldırıyorsunuz?
Çünkü, sizin niyetiniz, Kobane mobene değil. Siz sadece önünüze konan senaryoda, size biçilen rolü oynuyorsunuz:
Ekşi sözlükte “portakalkoy” adlı kullanıcı “3 sınıf komedi senaryosu” başlığıyla olayları ve olacakları şöyle tanımlamış:
Bir terör örgütü (PKK), başka bir ülkede sempatizanlarına başka bir terör örgütünün (IŞİD) saldırması nedeni ile faaliyet yürüttüğü ülkede (Türkiye) terör eylemleri yapar. Bu sırada diğer terör (IŞİD) örgütünün de aynı ülkede planladığı eylem bulunmaktadır. Türkiye'de PKK'nın eylem yaptığı yere aynı sırada IŞİD'de eylem yapar ve olaylar gelişir.
***
Evet, bence de Türk-Kürt kardeş! Ama sanki Kürt kardeşimiz mızıkçlık yapıyor, kalleşlik ediyor gibi.
E peki ne etçez şimdi, Kürtleri zorla mı kardeş tutacaz?
Bu berbat senaryolu filmin sonunun kötü olduğunu bir tek biz mi görüyoruz, yoksa Kürt kardeşlerim farkında değil mi kötü adamın çıkarlarına hizmet ettiğinin?



Cumartesi, Eylül 20, 2014

Hiç de “Cesur Yürek” değillermiş!

Çekler ile Slovaklar anlaşarak ayrıldı…
Ondan önce Yugoslavya’nın mutlu ve huzurlu aşk yuvası zorla yıkıldı…
O parçalanmanın ardından 7 farklı izdivaç çıktı. Demek ki çoklu evlilik bir süre sonra aile içi huzursuzluğa neden oluyormuş. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde yaşandığı gibi… Kaç devlete bölündüklerini meraklısı saysın…
Kıbrıs’ın zoraki evliliği yürüyecek gibi değildi. Kanlı bir savaşla boşandılar.
Flamanlar ile Valonlar Belçika’da boşanma aşamasına geldiler ama şimdilik izdivaçları devam ediyor.
Tüm bu olanlara rağmen bir boşanma davası haberi de çoklu evlilik içinde olan Birleşik Krallık’tan geldi. İskoçlar, İngiliz hareminden ayrılmak için harekete geçti ve ülke çapında referandum düzenledi.
Kimine göre İskoçlara rahat battı, durduk yerde ayrılma kararı aldılar… Kimine göre de, artan petrol gelirlerini diğer cariyelerle(!) paylaşmamak için ayrılmalarının zamanı gelmiş, hatta geçmişti bile…
5 küsur milyonluk ülkeye yapılan Birleşik Krallık’tan “boşanma” önerisine, İskoçya bağımsız bir ülke olmalı mı?" sorusuna karşılık yüzde 55’lik bir oran “Hayır” dedi…
Yani, İskoçların hiç de Cesur Yürek olmadığı da bu oylamayla ortaya çıkmış oldu. İskoçlar, Birleşik Krallık’ta kalmaya devam edecekler, fakat bu sonuç bile kaos yaratmaya yetti. Ayrılma yanlısı bölgesel hükümetinin başbakanı Alex Salmond istifa etti.
***
Neyse, ülke onların ülkesi… Kendi işimize bakalım da, bizim çorbamız taşmasın…
Çünkü Kürtlerin durumu, ayrılan ve ayrılma ihtimali bulunan ülkelerden pek de farklı değil. Hep diyoruz ya, “Biz Kürtlerle etle tırnak gibiyiz, ayrılamayız!” diye… Oysa pekâlâ etle tırnak ayrılır; ezilip moraran tırnak bir süre sonra da düşer, yerine yenisi çıkar. Bence bu et-tırnak benzetmesi yanlış. Biz Kürtlerle etle tırnaktan da öte, ebruli sanatının içindeki desenler gibiyiz. Öyle karışmış ve iç içe geçmişiz ki, ne Çekler ile Slovaklar, ne de diğerleri gibi kolay kolay ayrılamayız.
Bu açıklamadan sonra şu soruyu da sormak gerekir: Ya Kürtler ebruli desenini bozmak uğruna ayrılmak isterse, onları zorla mı tutacaz ülkede?
Zorla güzellik olur mu?
Bu konuda kişisel görüşüm şudur: Elbette zorla güzellik olmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nde benimle bir arada yaşamak istemeyen her kim varsa, ben de onlarla yaşamak istemem!
Peki, o zaman ne olacak?
Yaklaşık 40 bin cana mal olmuş, adı konmamış savaşı unutup, hiçbir şey olmamışçasına, medeni bir şekilde boşanacak mıyız? Yoksa Yugoslavya örneğindeki gibi parçalanıp, kan ve gözyaşı selinde boğulacak mıyız?
Dediğim gibi, bizimle birlikte yaşamak istemeyen Kürtlerin yolu açık olsun!
İskoçya örneğindeki gibi bir referandum yapılsın ve Kürtlere sorulsun: Türkiye’de TC vatandaşı olarak kalmak mı istersiniz, yoksa (zaten kurulan ama resmi olarak tanınmayan) Kürdistan’da yaşamak mı?
İskoçlar petrol kaynaklarını Birleşik Karlık ile paylaşmamak için ayrılmak istediler. Çekler de daha fakir olan Slovaklarla zenginliklerini paylaşmak istemediği için ayrılmıştı.
Peki ya Kürtler Türkiye ile hangi kaynaklarını paylaşmak istemiyorlar da ayrılmak için her türlü numarayı çekiyorlar? Vergi desen Güneydoğu’dan vergi toplanamıyor… Elektrik desen beleş, su beleş, o beleş, bu beleş!
Ha, Kürdistan’da özgür olacaklarını düşünüp bağımsızlık hayallerinin peşinde koşabilirler elbet!
İyi de burada kaynaklarını paylaşan Kürtler mi, yoksa Türkler mi?
Tabi bu Güneydoğu’dakiler için geçerli ki, tahmini rakamlara göre 15 milyonluk Kürt nüfusunun büyük bölümü batıda yaşıyor.
Elbette, İstanbul’a yapılan yatırım ile Hakkari’ye yapılanlar aynı değil. Fakat durum Çorum, Çanakkale, Tokat ve Uşak gibi iller için de farklı değil… Onlar da İstanbul’a verilen hizmetin onda birini göremiyorlar ki…
Asıl soru şu: Olası bir ayrılıkta, batıdaki Kürtler ne olacak?
Çocuklar babada mı kalacak, ana da mı?
Bir de, evliliklerle karma karışık olmuş aileler var, onlar ne olacak?
Etrafımdaki bazı Kürt dostlarıma bu soruyu sordum: “Böyle bir referandum yapılsa kararınız ne olur?” Boşanmak için, “evet mi, hayır mı?” dersiniz?
Bilin bakalım batıda yaşayanların büyük bölümü ne diyor?
Peki… Varsayalım referandum yapıldı ve sonuç ayrılık için “evet” çıktı… Ne olacak? Batıda yaşayan Kürtler zorla mı Kürdistan’a sürülecek? Mübadele mi olacak? Mübadele kiminle olacak, hangi halkla? Güneydoğu’da Kürt’ten başka halk var mı?
Siz de sorun Kürt arkadaşlarınıza. Ya da Kürt’seniz ve batıda yaşıyorsanız, kendinize yöneltin şu soruyu:  Kürdistan yarın kurulsa, gider miyim? (gGider misiniz?)
Yanıtı zor sorular bunlar…
İşte bu durumu bilen (dış güçler mi desem, içimizdeki hainler mi desem ne desem) bu işin referandumla, gönül rızasıyla olmayacağını bildiği için Kürt yarasını kaşıyıp duruyorlar. Yara çoktandır iltihaplı, hatta kangrene bile çevirmiş olabilir.
Bu zoraki boşanma için sokaktaki Türkler çok tahrik edildi ama bu tuzağa düşülmedi.
Fakat Kürtler düştükleri tuzağın farkında değiller hala ve tedavi etmek yerine iltihaplı yarayı kurcalayıp duruyor, hem ülkeyi hem de kendilerini güçsüzleştirip, birilerinin ekmeğine de durmadan yağ sürüyorlar!

Unutmasınlar ki Türkiye gemisinin içinde onlar da var. Batarsa hep birlikte dibi boylayacaz. Zira Kürdistan filikası onları taşımaz… Kürekleri de, dümeni de yok!

Perşembe, Eylül 18, 2014

Ters reaksiyon yapan dizi…



Reaksiyon nedir, önce ona bakmak lazım: Tepki, tepkime…
Bir de aksiyon var…
Gerçi, her aksiyon (etki) bir reaksiyona (tepkiye) sebebiyet verir ama bir dizi film projesine eğer “Kod Adı Reaksiyon” adını koyuyorsanız, hakkını da vermeniz gerek…

Öncelikle farklı bir iş çıkarmak için çok iyi bir planlama yapmak, işlenmemiş bir konu bulmak lazım.
Sadece oyuncu kadrosu, bütçesi ya da kullandığınız efektler, teknik malzeme de değil.
Öykünüz özgün, anlatım diliniz farklı, kamera açıları alışılmışın ötesinde olmalı…
Bunları yaparsanız iddialı adınızın altını da doldurmanız mümkün. Yoksa reaksiyon ters tepebilir.

Dizide en çok eleştiri alan da kuşkusuz Erdal Beşikçioğlu oldu. Oysa Beşikçioğlu’na gelmeden önce eleştirilecek o kadar çok şey var ki…

Ama birinin altını çizmek istiyorum: Bölümün sonunda hava alanına üstünde uçak infilak ediyor, parçalar oraya buraya yola felan savruluyor. Patlama efektinin amatörlüğü bir yana, kardeşim gökten yağmur ya da dolu değil uçak parçaları düşüyor, oyuncu arkadaşlarımız o kadar rahatlar ki, başlarını elleriyle koruyorlar. Hani üstlerine koltuk ya da kanat, teker-meker falan denk gelirse bir şey olmasın diye! :D

Şaka değil, valla aynen öyle.
Tamam, Türk’e bir şey olmaz(!), o ayrı mesele de; kardeşim hiç mi gavur neler yapıyor izlemiyorsunuz?
Hiç mi “işin mantığı, matematiği nedir” hesaplamadınız?
Onca bütçeye, onca masrafa yazık değil mi? Onca ekip, onca asistan, yardımcı yönetmen, proje danışmanları, (Bahadır Özdener, Başar Başaran) ve bir de nal gibi yönetmen (Onur Tan) ne iş yapar arkadaş? Kimse uyarmaz mı? “Türk izleyicisi o kadar aptal değil, bu sahneleri yemez” diye!
Ha bir de paraşütle nereye atladığı anlaşılamayan biri var ki…
Bir de yerli yersiz, özensiz döşenmiş Fahir Atakoğlu imzalı müzikler de cabası...

Reaksiyon yeni bir şey vaat etmeyen, çok berbat bir aksiyon TV dizisi… Evet, belki de tıpkı dedikleri gibi Kurtlar Vadisi’nin çakması, hem de kötü çakması. Hiç olmasa onun bir mantığı var(dı)…

Erdal Beşikçioğlu’na gelince…
Kalitesi ortada… Ama Behzat Ç öyle bir yapıştı ki… Oradaki performansı insanları o kadar etkiledi ki…
İster istemez yapacağı her iş Behzat Ç ile kıyaslanacaktır. Ne yazık ki, Reaksiyon’daki istihbaratçı derin devlet adamı Dayı ile asi emniyet amiri Behzat farklı karakterler. Sıradan izleyici bunu ayırt edemez!
Nitekim de öyle oldu. Herkes Beşikçioğlu’nun Dayı’sını yadırgadı.

Erdal Beşikçioğlu güçlü bir aktör. İşi bu, böyle bir rolü kabul ettiği için Beşikçioğlu’nu yargılamaya kimsenin hakkı yok. Çünkü bir oyuncu her rolü oynayabilmeli.
“Böyle bir karakteri oynamayı neden kabul etti?” diye sormaktan çok, “O karakteri  nasıl canlandırmış, başarılı mı, değil mi?” ona bakmalı…

İlk bölümden anlaşıldı ki, “Reaksiyon”u Erdal Beşikçioğlu ve hatta uluslararası üne sahip Ermeni asıllı TC vatandaşı aktör Kevork Malikyan bile kurtaramayacak, zira öykü bildik, senaryo vasat, reji çok kötü!

Çünkü Kod Adı Reaksiyon, ne Behzat Ç'nin ne özgünlüğüne, ne Muhteşem Yüzyılın popülaritesine, ne de Ulan İstanbul'un samimiyetine sahip...

O nedenle, değil Beşikçioğlu ya da Malikyan, Marlon Brando dirilip gelip oynasa, nafile…

Perşembe, Eylül 11, 2014

Ölü işçiler derneği…

Türkiye Cumhuriyeti’nde maden ocaklarında 50 yılda ölen işçi sayısını bilen var mı?
Ben söyleyeyim: 3 binin üzerinde…
Yazarken çok olay; rakamla 3000, yazı ile üç bin…
Hadi maden ocaklarında çalışanların fıtratında var diyelim, peki inşaat sektöründe ölen işçi sayısı hakkında bir fikriniz var mı?
50 yılın değil ama 2013’ün bilançosu elimizde var, rakamla değil, sayıyla da yazmak yeter: 294
Peki 2013’te toplam ölen işçi sayısını da yazayım mı?
Yazayım tabi: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'nin verilerine göre 2013'te 1235 işçi yaşamını yitirdi.
Bu rakamlara 2014 ölümleri dâhil değil.
Bunlar sönen ocaklar, solan nefesler, artık atmayan kalpler. Hepsi toprak oldu. Bunlar üzerinden birileri çok paralar kazandı, devlet bunlardan vergi aldı, belki de alamadı. Bu kanlı paralarla okul yaptırıldı, birçoğu da imam hatip. Buralardan elde edilen gelirlerle yapılan okullarda birileri adam olmaya çalıştı. Kimi oldu, meclise kadar yükseldi, birileri de öyle çok yükseldi ki adamlıkta; arşa erdi adamların en adamı oldu(!)
Toplanan kanlı vergi paralarıyla acayip oranda, müthiş duble yollar, göz kamaştırıcı köprüler, AVM’ler yapıldı. Köprülerin bir kaçı çöktü, yine birileri öldü. Kanlı paralarla yapılan yollarda trafik kazaları, bayram öncesi ve sonrası kana karşılık kan ve can almaya devam etti.
Sırada Kurban Bayramı var,  kim bilir kimlerin taksiratı yollarda kesilecek!
Konumuz işçi ölümleri, hani son inşaat asansörü çöktü ve yine garibanlar öldü ya…
Patronlar suçu yine garibana attılar… Meğer suç işçilerinmiş. 5 Gün önce işe başlayan garibanı asansör görevlisi olarak işe almak suç değil ama o işe başlamış olmak suç.
Hazır bu kadar çok mevta işçimiz var, “Ölü İşçiler Derneği” kurulsa mı ki?
Bi de aklıma gelmişken, bu işçilerin ölüm nedenlerine baksak mı?
155 işçi düşme, 50 işçi göçük ve ezilme, 17 işçi elektrik çarpması, 15 işçi diğer nedenlerden dolayı (kalp krizi vb.) 13 işçi trafik, servis kazası, 10 işçi patlama, yanma, 7 işçi nesne çarpması, düşmesi, 5 inşaat işçisi zehirlenme nedeniyle Ölü İşçiler Derneği’ne kayıt yaptırmış(!)
İnşaat sektöründe beş çocuk işçi, dokuz göçmen işçi ve emekli/emeklilik çağında çalışan 52 işçi hayatını kaybetmiş.
Hayatını kaybeden işçiler arasında Orta Karadenizliler ilk sırada, sonra Doğulular (Kürtler) ağırlıklı  geliyor
Ölü İşçiler Derneği’ne üye kayıtları, 54 ölümle İstanbul, 11 ölümle Ankara, 9’ar ölümle Adana, Bursa ve Kocaeli, 8’er ölümle İzmir ve Kayserii 7 ölümle Ordu, 6’şar ölümle Antalya, Isparta, Konya ve Manisa, 5’er ölümle Aydın, Edirne, Hatay, Tekirdağ ve Trabzon, 4’er ölümle Çorum, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Karaman, Kastamonu ve Mersin, 3’er ölümle Adıyaman, Batman, Çanakkale, Çankırı, Denizli, Malatya, Mardin, Sakarya, Samsun, Tokat ve  Afganistan, 2’şer ölümle Bingöl, Düzce, Erzurum, Kahramanmaraş, Karabük, Kırıkkale, Muğla, Osmaniye, Rize, Siirt, Sivas, Şanlıurfa, Şırnak, Tunceli, Irak ve Özbekistan, 1’er ölümle ise Aksaray, Artvin, Balıkesir, Bilecik, Bitlis, Bolu, Giresun, Iğdır, Kars, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, Muş, Yozgat ve Zonguldak yer aldı.
Yani Azrail’in uğramadığı vilayet ve şantiye kalmamış gibi. Ekstradan bi de Özbekistan’a da gitmiş..
Şaka değil, gerçek desem inanır mısınız?
Sağlıklarında, sendikaları tarafından sahipsiz bırakılan işçilere, Ölü İşçiler Derneği kurulduktan sora birileri harcanmış haklarını iade eder mi?
Yoksa “ölen işçi ölmüştür, kalan sağları sömürmeye devam” mı ederler?