Perşembe, Ocak 24, 2008

Yuhtube!

Tövbe tövbe…Yahu bu ne mantıktır böyle! Dünyada bizim kadar kendi kendini el âleme güldüren bir başka millet var mıdır? Youtube sitesini, üstelik mahkeme kararı ile kapatmışlar. Vah vah, Youtube yönetimi kahrından yıkılmıştır, var ya(!)

Kaş yapayım derken göz çıkarmak mı desem, vurayım derken öldürmek mi desem, vallahi bu duruma uygun bir atasözü denk getiremiyorum bir türlü!

-Youtube'a erişim engellemesi kime yapılıyor?

- Bu memleketin insanına?

- Peki ya dünyanın bir başka yerinden isteyen o malum videoyu izleyebiliyor mu?

- Eveeeettt!

- Eeee, madem o video hala o sitede veya başka sitelerde de gösterilmeye devam ediyor da, koskoca siteyi Türkiye'den erişimi yasaklasan ne olur, yasaklamasan ne olur!

Bir de o videoyu koyanlar, "Ulen bu Türkler amma kızdı ha. Dur şunları gocundurmak için biraz daha yarasını kaşıyalım(!) diyerek daha başka aslı astarı olmayan videolar hazırlarsa ve onları tüm görüntü paylaşım sitelerine koyarsa ne etçeniz? Dünyadaki tüm siteleri mi yasakliceniz?

A benim aklı evvel (!) hukuçu, parlamenter, üst düzey yönetici ve bürokratım?

-Amacınız nedir?

-Korumak mı?

-Korkutmak mı?

-Dünya aleme bizi rezil etmek mi?

En son İran kendi halkını korumak için ülke genelinde batılı sitelere erişimi engellemek adına böyle uygulama yapmıştı.

Ama anlaşıldı ki, o sitelere erişmek isteyen bir yolunu buluyor! Yasaklamak, engellemek çözüm değil, kendinizi rezil etmekten gayri bir işe yaramamakta yapılanlar!

Mustafa Kemal için kim ne derse desin, önemli olan bizim bakışımız. Biz onun ne denli büyük bir insan olduğunu biliyoruz zaten. Tuna Kiremitçi konuyla ilgili Vatan Gazetesi'nde kaleme aldığı yazısında dediği gibi, "Gücü yeter mi Atatürk'ün gönlümüzdeki yerini zedelemeye? Bu kadar kolay mı Atatürk'e zarar vermek?"

Öyle tabi…

Ne idüğü belirsiz biri(leri)nin yaptığına kızıp, yorganı yakmak komik duruma düşmekten başka bir işe yaramadı.

Eloğluna yumuşak karnımızı gösterip sürekli bizi sinirlendirmesine fırsat veriyoruz. Ermeni meselesinin de böyle bir şey olduğunu düşünüyorum bazen!

Bir şeyi çok ciddiye almak, o yapılan işe önem ve değer biçmek demek değil midir?

O videoyu Youtube'a koyan şahsı bir düşünsenize! Koskoca Türkiye Cumhuriyeti kanunu, dandik bir video için, kendi halkını cezalandırıyor!

"Vay beee, ne yapmışım ben böyle(!)" diye düşünmesine ve daha çok azmasına neden olmaz mı?

O zaman ne işe yaradı bu yasak, ne için o mahkeme kararı?

***

Yapılacak tek şey görmemezlikten gelmek?

Nasıl mı?

Amerikalılar gibi?

Geçen ay ne vardı gündemde?

Siular'ın (Kızılderililer) ABD'den ayrılacakları ve bilmem kaç milyon hektarlık araziyi geri almak istediği yansıdı kamuoyuna?

Peki bunu hangi Amerikalı ciddiye aldı?

Kaç ABD vatandaşı ya da bürokrat, çıkıp da "bu ülke bölünmez, bir avuç toprak bile vermeyiz!" şeklinde açıklama yaptı?

Duydunuz, gördünüz, okudunuz mu?

Kaldı ki ABD'nin sabıkası o kadar kabarık olduğu halde, hiç de gocunmadılar nedense(!)

Bırakın kim ne video koyarsa koysun, kim ne derse desin!

Önemli olan bizim duruş ve davranışımız, kendimize olan güvenimiz!

Youtube bir bataklıksa, oradaki tek sinekle uğraşılmaz.

Bataklıktan yararlanmanın yollarını bulmak gerek!


http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=10024

Cuma, Ocak 04, 2008

KIZILDERİLİLER'İ KİM KIŞKIRTIYOR?


Bir kaç gündür gerek yazılı, gerek, görsel, gerekse internet medyasında yarı şaka, yarı ciddi, ABD'li Kızılderililerin ayrılık türküleri yansıyor. Kimi için gerçekten eğlenceli haberler bunlar.
Muhtemelen Amerikalılar için de benzer duygular ifade etmekten öteye geçmiyordur!
Oysa Kızılderililerin talepleri bizim başımızı ağrıtan Kürtler ve Ermenilerin taleplerinden aşağı kalır tarafı yok.
Evet, ABD birleşik bir devlet! Fakat bu birleşik devletler içinde Kızılderililerin ne yıldızı var ne de bayrakları!
Bırakın bunları, tamamen yok sayılmış kovboy filmlerindeki kötü imajlarının dışında ABD kültüründe neredeyse kazınıp, silinmişler!
Oysa şimdi beyaz adama karşı bir uyanış içinde yeni dünyanın yerlileri ve haklarını talep ediyorlar! Gelen son haberlere göre, 150 yıl önce atalarının ABD ile imzaladığı anlaşmaları feshettiklerini açıklayan Lakota kabilesi (Siyular), ABD hükümetinden toprak talebinde bulunduğu öğrenildi.
Oturan Boğa ve Çılgın At gibi büyük kabile şeflerinin mensup olduğu Lakota kabilesinin temsilcisi Russel Means, AFP'ye Güney Dakota'dan telefonla yaptığı açıklamada, "ABD'den yaklaşık 24,3 milyon hektar toprağın mülkiyetini almak için talepte bulunduk" diye konuşmuş!
Ee boru değil(!) 24,3 milyon hektar! Kürtler veya Ermenilerin böyle bir talepleri olsaydı, kim bilir ne olurdu, kaç masum daha katledilirdi.
Oysa Beyaz adam Kızılderilileri kandırırken, katledilenleri ise anımsatmaya gerek bile yok! İşte şimdi ABD'ye yüklenmenin tam sırası!
ABD karşıtı kim varsa ister alenen, ister el altından Siyuları silahlandırmalı, kışkırtıp ayrılıkçı bir terör örgütü kurdurmalı! Adı da SKÖ (Siyu Kurtuluş Örgütü) olmalı(!) 
Çünkü hakları var. Bu haklarını alabilmeleri için de örgütlenmeleri gerekmez mi, ne dersiniz? Bence en büyük görev bizim gizli servisimize düşüyor ve hemen birilerini gönderip, (ne de olsa Kızılderililer de Türk(!) zaman kaybetmeden haklarını almaları konusunda onları örgütlemesi gerekiyor.
Apaçık değil, çaktırmadan(!) yapsın. Mesela birkaç Kızılderili canlı bomba eylem yapabilir öncelikli olarak. Turistik bölgeler Havayi, Florida Ni York gibi yerlerde eylemler ses getirebilir.
Ve tabii ki önce kendi halkına katliamlar yapabilir, sonra da bunların suçunu Amerikan ordusuna atabilirler(!) (Zaten Coni'nin sabıkası da kabarık(!)
Olanaksız ve gerçekleşmesini hiçbir zaman arzulamayacağımız bu yazılanları okurken tebessüm ettiğinizi görebiliyorum! Oysa yazıyı kaleme alırken Diyarbakır'dan gelen patlama haberi, tebessümleri kursaklarda bırakacak kadar gerçekti. Ne kadar trajik değil mi?
Bir yanda gerçek anlamda soykırıma uğramış Siyular, öte yanda, ülkenin en ünlü yönetmeni, müzisyeni, sporcusu, politikacısı ve hatta mafyası dahi olabilen Kürtlerin düştüğü durum!
Siz hiç ünlü bir Kızılderili gördünüz, duydunuz mu star olmuş?
Ya da bir yerli bir politikacı var mı ABD parlamentosunda?
Hiçbir ABD'li Kızılderili ile kardeş değil, olamaz da! Beyaz adam Avrupa'dan gelmiş, yerliler ise zaten YERLİ!
Fakat Anadolu'da yaşayan tüm halklar kardeştir, on binlerce yıldır!
Peki kardeşin kardeşe yaptığı nedir Allah aşkına!
Gelin o zaman hep beraber acı çeken, haklarını dahi arayamayan Siyu halkı için dua edelim: Allah onlara sabır, bizimkilere de akıl fikir versin!

https://twitter.com/inSanatDernegi

Çarşamba, Ocak 02, 2008

ŞAŞI BAK ŞAŞIR! (2)

Şaşı bakmaya var mısınız? Hadi gelin o zaman hep beraber şaşı bakıp şaşalım bir kez daha… Memlekette tas da aynı, hamam da vesselam…DTP Van Milletvekili Özdal Üçer, Ağrı parti binasında Kürtçe yaptığı konuşmadan sonra, Türkçe açıklama isteyen gazetecilere, "Kürtçe bilen tercüman edinmelerini" önerdi, herkes (yazarınız da dâhil) şaşı bakıp şaşırdı.

Oysa, DTP'nin ateşe benzin dökme ısrarlarından vazgeçmediği aşikarken, yaptıklarının kini büyütmekten öte işe yaramadığını kimse tartışmıyor nedense.

Şaşı bak şaşır!

Başbakan Erdoğan bayram namazına müteakiben ana yolun tam da göbeğinde basın toplantısı düzenlemiş; trafiği engellediğini anlayamamasına da şaşırdık cümbür cemaat…

Ve Başbakanımız için 15 dakika geç başlatılan cuma namazına şaşırsak mı, ne etsek bilemiyorum!

(Bu ülke Başbakan eşleri için daha önce geç başlatılan futbol maçı görmüştü de, cuma namazına ilk defa rastlandı )

Şaşı bak şaşır!

Feldkamp hasta olduğu bahanesiyle maçlara çıkmadı iki haftadır. Medya şaşkın, sanki ak saçlı Alman'ın ilk icraatıymış gibi…

Şaşı bak şaşır!

Sivasspor ilk yarıyı Süper Lig'de lider kapattı. Yeditepeli medyanın gözü 3 renkten başka bir şey görmezken, Anadolu şaşkın, İstanbul 'dan yükselen nağmelerin tınısı ne kadar da tanıdık(!)

Şaşı bak şaşır!

Ali Kırca 70 bin dolar aylıkla Show yapıyor, gene şaşkınız ne hikmetse…

Şaşı bak şaşır!

Fazıl Say'ın söyledikleri ise ayrı bir şaşkınlık vesilesi.

Say'a karşılık veren bakan ve müsteşarların tepkileri ise şaşkınlık sınırlarımızı zorluyor.

Haydi hep beraber: Şaşı bak şaşır!

Bak şu işe; meğerse Sarkozy'nin kökleri Osmanlı'ya dayanıyormuş… Dedesigil ve amcagil Galatasaray Lisesi mezunuymuş, vay be… Besle kargayı, torunu oysun gözünü(!)

Şaşmamak elde değil…

Şaşı bak şaşır!

Her kurban bayramı bildik manzaralar gene şaşkınlık yaratıyor, kaçan boğalar, kovalayan andavallar… Her yer mezbaha, kan-revan, pislik şaşkınlıkla karışık tiksinti… Batsın geleneğiniz dememek için direnirken birileri çıkıp biraz da sesli "Kurban Bayramı yasaklansın" diye mırıldanınca kıyamet kopmuyor!

Şaşı bak şaşır!

Cumhurbaşkanı Gül bu defa Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak ve Ali Bayramoğlu'nu köşke davet etmiş. Medya bir kez daha afallamış vaziyette. Çandar-Barlas ikilisi her devrin adamı değilmiş de, rüzgâra göre dönen, iktidarlarla ilk kez dans ediyorlarmış gibi şeşi beş herkes(!)

Şaşı bak şaşır!

Şaşkınlık yaratan son gelişmelerden biri de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin uygulamasıyla kamuoyuna yansıdı.

BŞ Belediyesi, Kamu İhale Kurumu'nun internet sitesinden "Sanatçı ve teknik eleman personel hizmeti alınacaktır" diye ihale duyurusu yapmış. İhaleyle tiyatro sanatçısı almayı planlayan BŞ Belediyesi'nin bu uygulamasına Can Dündar da çok şaşırmış.

Son derece hiciv dolu yazısında "Kaç tane sanatçımız var?" diye soruyor üstat, aklıma işsiz meslektaşlarımız geliyor, derken olmayan bir takım hakları…

Şaşı bakıp şaşırma sırası bende gene…

Nasıl oluyor da gazeteciler, her dalda ahkâm keserken söz konusu kendi hakları olunca, maymuna dönüyorlar…

Başbakan bile dalga geçiyor medya ile bu kez kimse şaşırmıyor!

Hayret yani, şaşı bak şaşırma!

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9856

BAŞIMIZDAKİ BİTLER, PAÇAMIZDAKİ İTLER!

Fazıl Say'ın Alman medyasından saldığı bombalar peş peşe patlarken, Silahlı Kuvvetler sahici bombalarla Kuzey Irak'taki kampları yerle bir etti bile. Can Dündar'ın programında ilk Kültür Bakanı Talat Halman ile son bakan Ertuğrul Günay, yazar Adalet Ağaoğlu bir bölümde, baba Ahmet Say ise ayrı bir koltukta oğlunu haklı çıkarmak veya savunmak için ekran karşısına kurulmuştu.

Daha sonra tartışmaya İskender Pala da eklendi.

Kuzey Irak'a karadan askerlerimiz girerken Can Dündar "Neden?" diye soruyordu, "Fazıl Say neden böyle bir tepki gösterdi?"

Son Kültür bakanı Günay'ın ortamı yumuşatmak için çabaladığı görüldü. Say'ı aradığını ve daha sonra da konuştuğunu vurguladı. Talat Halman kendi bakanlık dönemini anlatırken Fazıl'ı çocukluk yıllarından tanıdığını anımsattı.

Baba Say ise oğlunu savunmanın gururu ile konuyu irdeledi. Sıra Adalet Ağaoğlu'na geldiğinde usta yazar, Fazıl Say'ın açıklamalarından bir bölüm okudu ve tam da taşı gediğine koyup gecenin en önemli sorusunu yöneltecekken, telefona esas oğlan bağlandı(!)

Adalet Ağaoğlu Dündar'ın uyarısıyla beklemeye koyuldu. Fazıl gerçekleri bir kez de kendi ağzından anlatırken anlaşıldı ki, bir takım çeviri hataları olayın yanlış algılanmasına vesile olmuş.

İyi de hangi açıklama yanlış çevrilmişti, anlaşılamadı. Say, AB tarafından 2008 Avrupa kültürler arası diyalog yılı ilan edildiğini ve seçilen 7 büyükelçi arasında kendisinin de bulunduğunu açıkladı.

Gurur verici bir olay.

İşte bu noktada, "Kültürler arası diyalog büyük elçisi seçilen bir sanatçının ağzından çıkanı kulağının duyması gerekmiyor mu?" sorusu akıllarda asılı kaldı! Ertuğrul Günay'ın da vurguladığı gibi elbette sanatçı muhalif olmalı, eleştirmeli de…

Ama işine geldiği gibi değil, objektif olarak. Amcası bildiği Metin Altıok oratoryosu sansür edildiği veya Cumhurbaşkanı davet etmediği zaman isyan etmemeliydi. Keza, uzanamadığı ciğere 'mundar' diyen kedi misali, köşke katılan birçok değerli sanatçıyı top yekûn "ıvır-zıvır" sepetine doldurma gafleti Fazıl Say'ın hanesindeki eksilerden sadece biriydi!

Eminim Adalet Ağaoğlu da, sözü telefonla kesilmeseydi buna benzer şeyler diyecekti ki, ardından da Erkan Mumcu telefona bağlandı. Ağaoğlu daha sonra konuyu toparlayıp, sadece 'Biz yüzde 30, onlar yüzde 70, bizi dışlıyorlar' konusunun altını çizerek rahatsızlığını dile getirdi.

***

Bu ülke deve misali değil mi, neremiz doğru ki müzik alanında işler yolunda gitsin! Maksat, yiğidi öldürürken hakkını yememek!

Ve ne yazık ki Fazıl Say kardeşimiz sadece canı yanınca ciyaklayan çocuk konumuna düştü. Lakin bu ülkenin tartışma raflarında bekletilen çok daha önemli sorunlar var…

-İşsizlik gibi mesela…

-Henüz netleşemeyen düşünce özgürlüğü de işin cabası…

-Sağlık sorunları çözüldü mü dersiniz?

-Eğitim sorunu sere serpe önümüzde duruyor, tek sorun müzik dersleri olsa ne âlâ!

-Çalışanların bir takım hakları ne âlemde?

-Bir de medya çalışanların durumu var ki…

Geçen haftalarda Başbakan Erdoğan'ın medya çalışanlarının haklarıyla ilgili açıklamalarına kaç baba kalemşör, televizyoncu ya da köşe sahibi karşılık verdi. Medya mensuplarının gasp edilen hakları kaçını ilgilendiriyor acaba?

Show TV'ye 70 bin dolar aylık maaşla transfer yaptığı konuşulan Ali Kırca siyaset meydanında hiç tartıştı mı, yanında çalıştırdığı elemanlarının durumunu. Ya Can Dündar "Neden?" diye sorup grev hakkı bulunmayan meslektaşlarına destek vermeyi düşündü mü, programında tartıştı mı?

Hadi Fazıl Say'ı bu konu bağlamaz, Mehmet Ali Birand, Soner Yalçın-Cüneyt Özdemir, Fehmi Koru, Taha Akyol, Mehmet Barlas, Ahmet Hakan, Ruhat Mengi, Nazlı Ilıcak ya da Uğur Dündar sordu mu hiç, duydunuz, gördünüz veya okudunuz mu, konu ettiler mi işsiz meslektaşlarının ne halde olduğunu, sorgulayıp, "Grev bizim hakkımız söke söke alırız!" demeyi, diyebilmeyi akıllarından geçirdiler mi?

Evet, mum dibine ışık vermezmiş!

Türk Silahlı Kuvvetleri Kuzey Irak'tayken, söküğünü dikemeyen terzi misali, bir yanda kendi hakkını arayamayan bir medya, öte yandan Fazıl Say'ın kuyuya attığı taşı konuşuyor, tartışıyoruz!

Gündem bombardımanı bombaları patlıyor, anlık değişiyor gündem, dün Başbakanın medya hakları, 5 yıl erken emeklilik hakkının iptali konusunda yaptığı açıklamalar güme gitti, dün Fazıl Say, bugün Kuzey Irak konuşuluyor.

Yarın?

Yarın, Allah kerim, gündemi sarsacak, titretecek bombalar cepte bekliyor ne de olsa, hazır 70 bin dolara transfer patlatan alan Kırca gibi ankırmenlerimiz, 125 bin YTL maaş alan Ulusal Takım teknik patronlarımız da mevcutken…

Bu ülkenin başı bitten, paçası itten kurtulmaz!

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9835

KİM TUTAR SENİ FAZIL (!)

"Orta çağ karanlığına teslim olmayacağız" demiş ünlü ve pek de besteci ve ayriyeten piyanist Fazıl Say! Teslim olmayacak, peki ne yapacak Say kardeşimiz?Ülkeden kaçacak, gidip başka diyarlarda piyanosunu tıngırdatacak! O gidince düzelecek her şey ya!

"Eyvahhhh!" diye paçaları tutuşacak birilerinin "Fazıl giderse biter bu ülke… Cahil kalacak. Ne etçez gari(!) Tühhh!"

Hey gidinin Fazıl Say'ı hey!

Sen ne diyon, ne ediyon kardeş?

Bu ülke kimleri hacamat etmedi mapus damlarında, kimler uçup gitmedi başka diyarlara; sen kim olun kı?

Gitsen n'oluuur, gitmesen n'olur?

Batar mı bu ülke?

Hıı, batsaydı, bunca hortumlamalar, bunca soygun ve talandan sonra batmaz mıydı? Sahi memleket hortumlanırken, soyulup soğana çevrilirken, halkın %90'ı krizlerle inim inim inlerken Türkiye'de miydi Fazıl?

Buradayken ya da her neredeyken; piyanosundan hiç acı nağmeler, dilinden serzenişler duyulmuş muydu?

Birden patladı Say nedense… (Biri fitilini mi ateşledi nedir(!) Öyle bir patlama ki, gören de bir şey var sanacak(!)

Aklı sıra kaçacak, kaçıp kendi paçasını kurtaracak. Tabi, vardır böyle bir hakkı, gider de gelir de...

Kim tutar ki Fazıl'ı?

Gider, kendini kurtarır da, ya kalanlar ne olur?

Kaçıp gitmek kolaydır da, zor olan mücadele etmektir. Ya piyanonun veya klavyenin tuşlarına basarak, belki de deklanşöre dokunarak, vizörden bakıp film yaparak verilir asıl mücadele. Orta "Çağ karanlığına karşı ışık yakmak gerek değerli Fazıl kardeş!"

Kolayı değil de zor olanı yapmak zor!

"Sabah 5'te kalkıyor. Bazen bir havaalanının tuvaletinde traş oluyor, yüzünü kolonyalı mendille siliyor, uçakta kahvaltı yapıyor" diye anlatmış Can Dündar bir yazısında.

Kimi de Türkiye'nin çağdaş yüzü olarak gösteriyor onu. Çağdaşlık ne demekse… Tek dişi kalmış canavara bakıp bakıp gülsek mi ağlasak mı?

Ne yapsak acep, ne etsek!

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9816

ARTIK KİTAPSIZ DEĞİLİM(!)

2 Eylül 2003'te, Avrupa Basketbol Şampiyonası'nı izlemek üzere Basketbol Milli Takımı'nı taşıyan uçakla İsveç'e giderken, aynı uçakla Türkiye'ye dönmeyeceğimi biliyordum…

Milli, takım hüsran zincirinin ilk halkasını boynuna dolayıp geri dönerken ben 20 ay kaldım!

10 ay (bir haftası mülteci kampı olmak üzere) bizzat mültecilerin arasında, bir mülteci gibi yaşadım.

Oradaki yabancıları, Vikinglerin torunları İsveçlileri, ötekilere bakışını; özetle, bize medeniyet diye yutturulan düzenlerini, Avrupa'nın gerçek yüzünü gözlemle fırsatım oldu!

Her insan yaşadığı çağın tanıdığıdır, biz eli kalem tutan, kameraya hükmedebilen insanların tanıklığının çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Beni bu projeyi gerçekleştirmeye iten en önemli etken işte bu dürtü oldu. Tanık olduklarımı kayıt adlına almak ve geleceğe birer kanıt olarak bırakmak…

İlk olarak belgesel niteliğine yakın deneysel bir çalışmayla gözlemlerimi film yapmak için kolları sıvadım, Gölge Adamlar ortaya çıktı. Zor koşullarda hazırlanan amatör bir çalışmaydı. Süresi 60 dakika ve arada bir İzTV'de gösteriliyor…

Benzeri olmadığını düşündüğüm bir projeydi bu, iki aşamalı…

İlk defa bir gazeteci, mültecilerin arasına girip onlarla birlikte, bir mülteci gibi yaşıyacak ve ardından da bir belgesel ve bir kitap yazacaktı;, daha önce deneyen var mıydı; bilinmez…

Aşamanın diğer bölümüyse yaşadıklarımı, gözlemlerimi kitapta toplamaktı.

Belgesele sığdıramadıklarımı, klavye tuşlarının aracılığıyla yazıya dökmeye çalıştım.

Belgeseli tamamladıktan hemen sonra, 15 Nisan 2005'de yurda dönüş yaptım, ancak kitabı 19 Mart 2006'da başlayabildim.

İşsiz bir medya mensubu olduğum için geçim derdi burada da peşimi bırakmamıştı doğal olarak. Tüm zorluklara karşın 4 Temmuz 2006'da kitaba son noktayı koyarken asıl zorlu süreci yayıncı bulmakta yaşayacağımı henüz bilmiyordum…

Kaç yayıncıya telefon ettim, kaç yayıncıya mail attım, kaçı yanıt verme zahmetinde bile bulunmadı, sayamadım…

Araya birilerini, bir tanıdık, bir dost koymadan olmayacaktı bu iş(!)

Değerli gazeteci ağabeyim Nazım Alpman aracılığı ile Ozan Yayıncılık'a ulaştım, bağlantıya geçtikten sonra Kitabın basım süreci de başlamış oldu.

Ozan Yayıncılık'tan Mustafa Demir ile ilk görüşmemizde Gölge Adamlar belgeselinin DVD'sini de kitabın arasına eklemeyi düşünüyorduk, lakin o gerçekleşmedi.

Çalışmam dün itibariyle kitapçılarda ve internet ortamında piyasaya çıktı.

'Artık kitapsız değilim!' derken bunu kastettim…

Benim bir kitabım var dostlar!

Adı da, "Avrupa'da Mülteci Olmak / Karanlıktaki Gölge"

Hep onlar gelip güneydoğumuzu, Karadeniz, Akdeniz ve İstanbul'un dehlizlerini gezip gözlemlerini işlerine geldiği gibi yazacak değiller ya(!) Bu kez de ben onların arasına girdim. Ve üstelik hepsi mülteci sanıyordu, oysa ben hala gazeteci ve üstelik yönetmendim de…

Ve ayrıca işime geldiği gibi değil, ne gördüysem, ne anladıysam, gerçekleri kurgulamaya çalıştım.

"Ve eğer mülteciyse söz konusu olan, insan bile değil, salt bir gölge, ışık varsa onlar da var, eğer karanlıksa ortam, ışığın yanmasını veya güneşin doğmasını beklemek zorunda, ışık yoksa gölge de yok; karanlıkta kalan gölge, gölge olmaktan çıkıyor çünkü. Mülteciler de var olduğunu kanıtlamaya çalışan karanlıktaki gölgeler gibi!"

Bu kitabı almak için bir neden arayanlara, şu yanıtı verebilirim sadece: "Bu kitapta gerçekler var… Avrupa, Avrupalı, gurbetçilerimiz sahip olduğumuz ama değerini bilemediğimiz güzelliklerimizin, değerlerimizin yeniden anımsaması var!

Ben yazdım diye değil vallahi(!) meraklısına, okumak isteyene, öneriyorum…

El cağızlarımla kaleme aldım(!)

Afiyetle okuyun…

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9636