Salı, Aralık 27, 2016

Keşke Hamzaoğlu bırakabilseydi…

Taraftarın yıldızı Hamza Hamzaoğlu ile barışmadı…
Evet, Bursaspor taraftarı zor bir taraftar grubudur. Kolay kolay beğenmez, beğendiğini de sonuna kadar destekler, başının üstünde taşır…
Gerçi Ertuğrul Sağlam’a, şampiyonluğa rağmen yaptıklarını unutmadı kimse; ama Hamza hoca hiç o mertebeye yaklaşamadı…
Çünkü Bursalı ve Bursasporlular her şeyi bilir, her şeyden anlar; hepsi kendi çapında teknik direktördür, futbolcudur, masördür, gazetecidir, en iyi tv yorumcusudur.
Sadece sporda değil, siyasetten, sanata kadar her alanda her bir şeyden anlar, her konuda ahkam keser(!)
O nedenle Bursa’da zordur görev yapmak…
Bursalı kolay kolay sevmez.
Hamza Hamzaoğlu’nu da sevemedi.
Hoş, Hamza hocanın da bunda payı yadsınamaz. Kazandırdığı üç kupaya rağmen, haksız yere kovulduğu Galatasaray’dan aklını ve ruhunu arındıramadı. Bunu başaramayınca da Bursaspor taraftarı ile iletişim kurması zorlaştı.
Transfer yanlışları, kulübün altyapı potansiyeline rağmen gençlere gerektiği ve hak ettiği ilgiyi gösteremedi, bu potansiyeli elit düzeye taşımak için ne bir çana gösterebildi ne de potansiyele hakkını verebildi.
Sadece altyapıdaki genç yeteneklerinin potansiyeli değil, mevcut kadronun iç dinamiklerini de değerlendirmeyi beceremedi.
Mesela, Çek Milli takımının santrforu Necid. 
İlk geldiği yıl takımını golleriyle ayakta tutan isimdi. Necid atıyor, Mert tutamıyordu. O yıl da Ertuğrul hocanın kaleci Mert ısrarı, onun sonunu getirdi.
Evet Kubilay kazanılsın, evet Kubilay da oynasın, ama eğer takımında Necid gibi bir malzemen varsa onu hazır hale getirmek teknik patronun görevidir. Necid’in formda olması Kubilay için de, Sercan ve Deniz için de önemli bir durumdur.
Fakat Hamza hoca Necid’i sevmedi, sevemedi. Yönetim, Dzsudzsák gibi Necid’i göndermek istedi ama olmadı, takımda kaldı. Hamzaoğlu, elindeki bu malzemeden yararlanmak yerine, Çek futbolcuyu küstürdü…
Takım oyunlarında spor yapanlar bilir; eğer hocanızın size inandığını bilirseniz performansınız da artar. Ben bunu basketbol oynadığım dönemlerden bilirim.
Tam dersi durumda ise küser ve ne kendinize, ne de takımınıza faydanız dokunur. Hamza hocanın bana göre en büyük eksikliği elindeki malzemeyi (yeterli ya da yetersiz tartışılabilir) gerektiği gibi değerlendirmeyi becerememesi oldu.
Kadroda ki bu istikrarsızlık ve küskünlük atmosferi, takımın inişli çıkışlı performansında önemli etkendi.
Zaman zaman internet ortamında, sezon başından bu yana Hamza hoca hakkında olumsuz bir çok paylaşım oluyor, sıralamadaki yerine bakmaksızın istifa etmesi gerektiği tartışılıyordu.
Peki, Hamza hoca bırakırsa, yerine kim gelebilir ki? Kimi getirebilirsiniz de sezon başında takımı toparlayabilsin?
O nedenle bir hoca değişikliğini sezon sonunda yapılması herkes için en hayırlısıdır, diye düşünüyor, yazıyor ve söylüyordum.
Ama ortada bir gerçek var ki, takım çok kötü oynuyordu.
Birçok maçı ya tesadüfen ya da kaleci Harun’un inanılmaz kurtarışlarıyla kazanmıştı.
Ve son Gençlerbirliği maçında ortaya konan rezil futbol ve Hamza hocanın oyunu okuyamayıp yanlış futbolcu değişiklikleri sonucu yaşanan hezimet, bana da pes dedirttirdi ve maç sonu Hamza Hamzaoğlu’nın istifa etmesi gerektiği yönünde mesajlar yazmama yetti de arttı bile.
Eğer bir teknik adam değişikliği olacaksa devre arası en uygun zamandı aslında. Hem kulüp için, hem giden hem de gelecek olan yeni hoca için.
Maçtan sonra Hamza hoca tepkiler karşısında istifa edeceğine dair imalarda bulunmasına, ertesi gün, bunu yönetime sözlü deklare etmesine rağmen, Ali Ay yönetimi, sezon sonuna kadar Hamza Hamzaoğlu ile devam etme kararını duyurdu.
Keşke Hamza hoca bırakabilseydi.
Neyse, belki devam kararı da hayırlı olabilir.
Hamzaoğlu’nun, gösterilen tepkilerden ve yapılan eleştirilerden kendi adına gereken payı çıkarmasını umuyor, ligin ikinci yarısında taraftarı memnun edecek heyecan verici futbol kalitesine ulaşır, diye düşünmek istiyorum…
Eğer ilk yarıdaki yanlışlarına devam ederse, sezon sonunu görebileceğini düşünmüyorum!
İnşallah yanılan ben olurum!  

Cuma, Aralık 16, 2016

Kutsal Define Avcısı Altepe(!)

Biliyorsunuz, Bursa’da kenar mahallerde, kahve hane ve kafe köşelerinde şöyle bir dedikodu dolaşıyor: Recep Altepe, bu hanları hamamları restore ettirerek aslında define arıyor!
E milletin ağızı torba değil ki büzesin, sen sadece hizmet diye bunu halka sunarsan, ülkenin en pahalı kent içi ulaşımına, kalitesiz, bol kireçli ve en pahalı suyunu içirmeye kalkıp damacanalara mahkûm edersen, en pahalı elektrik ve doğalgazının Bursalılara satılmasına ses çıkarmazsan, vatandaş da senin hakkında efsaneler uydurmaya başlar elbet.
Açıkçası, özellikle Bursa BŞ Belediyesi Başkanı Recep Altepe hakkında çıkan dedikodulara pek itibar ettiğimi söyleyemem. Çünkü BŞ Belediyesi’nin tarihi han ve hamamlar ve ata yadigarı camilerin onarılmasını önemsiyorum.
Fakat, amma ve lakin, velhasıl kelam; kafamın karışık olduğunu da ifade etmeliyim. Zira bu konuda aklımı kurcalayan bir olay yaşadım.
Bursa’nın kent efsanelerinde olan “Tophane yamaçlarının altında mağaralar, dehlizler var” söylencesi gerçek oldu!
Başkan Recep Altepe’nin özen gösterdiği ve ısrarla ön ayak olduğu bir çalışma başlatan BŞ Belediyesi Tophane’de, yaklaşık 2500 yıllık olduğu söylenen bu mağaraların varlığını ortaya çıkardığını duyurdu.
Gerçekten de heyecan verici bir haberdi bu!
(n)Beyin adlı bilim dergisine bir makale hazırlamak üzere konuyla ilgili, internet üzerinde yaptığım araştırmadan sonuç alamayınca, BŞ Belediyesi basın bürosundan, yardım istedim. Onlar da bana, konunun Kültür Müdürlüğü’nün işi olduğunu ifade ettiler. Ben de Kültür Müdürlüğü’ne başvurdum, onlar da bana, aykut.uray@bursa.bel.tr mail adresinden bilgi edinebileceğini söylediler:
Aykut beye, 10 Eylül 2016 tarihinde şu maili yolladım:
Aykut bey merhaba...

"(n)Beyin dergisi" için hazırlayacağımız bir inceleme yazısı için yeni keşfedildiği açıklanan "tophane yamaçlarının altındaki tünel ve mağaralar" hakkında ayrıntılı bilgiye ihtiyacım var!.

Bursalılar tarafından efsane olarak yıllardır konuşulan ama gerçekliği hep tartışılan bu tünel ve mağaralarla ilgili;

-Araştırmalar ne zaman başladı?
-Çalışmalar ne durumda?
-Araştırma ve kazıları kim hangi kurum yürüttü/yürütüyor?
-İlk ne zaman keşfedildi? 
-Tünel ve mağaralar kaç metre uzunluğunda, kaç galeriden oluşmakta?
-Ne kadar zamanda ortaya çıkarıldı?
-Bu mağaralar doğal mı, yoksa insan yapımı mı?
-Ne amaçla kullanıldı?
-Hangi uygarlıklar tarafından kullanıldı?
-Tünel ve mağaralar halka ve turizme açılacak mı? Açılacaksa ne zaman açılacak?

Bu sorulara yanıt verecek bilgileri ve konuyla ilgili fotoğraf ve doküman varsa paylaşmanızı rica eder, saygılar sunarım!

28 Eylül’e kadar yanıt gelmeyince, Aykut beye şu maili atmak zorunda kaldım:
Bir kez daha merhaba Aykut bey, size 10 eylülde bir mail attım. Tarafımıza ticari bir kazanç getirmeyecek bilimsel bir dergide yayınlanmak üzere bazı bilgiler talep etmiştim. Yanıt verme nezaketinde bile bulunmadınız! Dolaylı yollardan edindiğim bilgilerden, konuyla ilgili bilgileri teliflerden dolayı vermediğinizi öğrendim. Lütfen söyler misiniz? Telif derken, siz ticari bir yayın organı mısınız, belediye bu bilgileri para karşılığında mı sunma niyetinde?

Lütfen zahmet edip aydınlatırsanız sevinir, saygılar sunarım...

Bu mailime kayıtsız kalamayan Aykut bey, bana şu yanıtı verdi:

Suat Bey;

Ben, konu ilgili olarak Kültür Müdürlüğünden bir arkadaşımın ricasına istinaden, sizin talebinizi çalıştığım birimdeki arkeolog arkadaşlara ilettim.
Kazı ya da araştırma işlemleri Kültür Bakanlığına bağlı olarak Bursa Müze Müdürlüğü kazı başkanlığınca yapılıyor. Belediye olarak Müze Müdürlüğü ile yaptığımız ortak çalışmalar da çıkan herhangi bir veriyi verebilmemiz için gerekli izinlerin ilgili kurumdan alınması gerekiyor.
Kazılar tamamlanıncaya kadar ve gerekli raporlar Bakanlığa bildirimi yapılana kadar herhangi bir veri paylaşımı olmuyor.
Anlayacağınız gibi ticari kaygı ya da bir kazanç bekleme durumumuz yoktur.

Bu durumdan ayrıntılı olarak bilgi almak isterseniz birimimdeki arkeolog arkadaşlar ile görüşebilirsiniz.

Sizlere iyi çalışmalar dilerim.

Bu gelen yanıt üzerine ben de şöyle dedim:

Ha şöyle, demek ki yanıt verebiliyor muşsunuz(!) İlle de sert mi yazmamız gerekiyor yanıt alabilmek için! Biraz kurumsal olun yahu!

Bu verdiğiniz bilgiler için de ayriyeten teşekkür ederim, ama "biriminizdeki arkeolog arkadaşlar kimdir, nasıl ulaşılır?" rica etsem, zahmet olmazsa mail ya da benzeri iletişim bilgilerini de paylaşır mısınız?

Kolay gelsin...

Aykut bey ile son iletişimiz şöyle oldu:

Sert yazdığınızdan dolayı cevap vermedim öncelikle bunu belirtmeliyim. Bir önceki mailinizi ise arkadaşlara ilettiğim ve onların ilgileneceği için ve cevabı onlar vermesi gerektiğini düşünerek ilgilenmedim. Bu gayet normal, kurumsal olmamak ile uzaktan yakından ilgili yok.

Arkeolog Ziya Eksen ile iletişime geçebilirsiniz. Mail adresi ziya.eksen@bursa.bel.tr.

Bilgi almadan kastım birime gelerek, yüz yüze de bilgi alabilirsiniz.

İyi çalışmalar.

Demek ki konunun aslı muhatabı Ziya bey imiş.
Hemen benzer maili kibar bir dille Ziya beye de yazdım, lakin aradan 4 ay geçmesine rağmen, Ziya beyden, Aykut bey kadar bile karşılık alamadım.
Tabi bu durumda benim de aklım karşıtı elbet. Bir oyalama ve kulağın arkasına yatma, kamuoyunu daha fazla konuyla alakadar etmeme durumu sezdim.
Kafamda hala deli sorular: Bursa’nın efsanesi Tophane mağaralarında neler oluyor?
Yoksa gerçekten Recep Altepe tpıkı "Indiana Jones: Kutsal Hazine Avcıları" filmindeki gibi  "Kutsal Define Avcısı" mı? ;)

Perşembe, Aralık 08, 2016

Vurun kahpe Levent Gültekin’e(!)

Levent Gültekin ile ömrü hayatımda hiç karşılaşmadım. Sadece bir kez, bir film projemizle ilgili paylaşımımızı twitterden RT etmişliği vardır, o kadar…
Yazılarını okuyorum, söylediklerini izliyor ve dinliyorum (bazılarına katılmasam da) düşüncelerini samimi buluyorum.
Üslubu, tarzı ve niyeti gayet açık, birilerine yalakalık yapma, birilerini memnun etme derdinde olmadığını her satırında açık açık ifade ediyor.
Muhafazakâr kesimden ya da Levent Gültekin’in tabiriyle “kendi mahallerinden gelmiş” onları en iyi bilen, tanıyan biri tarafından ciddi ve sert şekilde yanlışlarını yüzlerine vurabilen tek kişi o…
O nedenle Levent Gültekin’in yaptığı eleştiriler muktedirleri çok rahatsız ediyor. Canlarını sıkıyor.
Bir yıl öncesine kadar ana akım medyanın TV programlarına konuk edilen, düşüncelerini hiçbir endişeye mahal vermeden dile getirmesine fırsat tanınan Gültekin’in söyledikleri, malum kesimi rahatsız edince televizyonlar da aleni bir boykot uygulamaya başladı. Levent Gültekin artık TV’lere konuk olarak çağrılmıyor.
Onu itibarsızlaştırmak için bugüne kadar hemen her yolu denediler.  
Levent Gültekin’e karşı yürütülen bu karalama kampanyasının son ayağında ise Wikileaks belgelerinde adının geçtiğine dair yapılan paylaşım oldu.  
Paylaşımı yapan solcu RedHack grubun olması ise ayrı bir ironi aslında. Sadece RedHack değil, sözde solcu, sosyalist ve komünist geçinen birçok yazar, akademisyen, yeni yetme internet kullanıcısı, Küba ve Castro hakkındaki yazısından sonra Levent Gültekin’i aşağılayan, küçük düşüren, nefret söylemi içeren paylaşımlar, yorum ve görüşlerle saldırıya geçti.
Ne için?
Levent Gültekin Küba ve Castro hakkında eleştiri yazdığı için.
Bu arada Gültekin’in “Castro, Chavez ve Erdoğan” başlıklı yazısını okudum, yazıda Küba ziyareti sırasında gözlemler ve kıyaslamalar var!
Tek bir satır hakaret yok. Eleştiri var.  
Benim de katılmadığım noktalar olsa da, bu Levent Gültekin’in kendi bakış açısı ve görüşü.
E hani düşünce özgürlüğü, hani hoş görü ve başkasının fikirlere saygı duymak.
Sizin gibi düşünmeyen, hoşlanmadığınız düşünceleri aşağılamak hani sadece faşist ve diktatörlerin yöntemiydi?
Sizin bu yaptığınızı nereye koyacaz ey solcu geçinen yobazlar?
Sizi görünce anladık ki yobazlık sadece dincilerde değil, başkasının fikrini beğenmeyen, farklı düşüneni aşağılayan her kesimin etiketiymiş YOBAZLIK!
AKP ve RT Erdoğan hakkında yazdıkları için kendisine yöneltilen hakaretleri mumla aratacak seviyedeki hakaret ve suçlamalara dayanamadı Levent Gültekin ve  “Wikileaks belgelerinde adım niçin geçiyor?” başlıklı bir yazı kaleme alarak kendisini savunmaya, eleştiri ve hakaretlere yanıt vermeye çalıştı.
“İktidarı eleştiriyorum. Bu yüzden iktidar taraftarlarının saldırılarının, küfürlerinin, hakaretlerinin nedenlerini az çok anlayabiliyorum. Fakat muhalif kesimlerden bir grup insan var ki onların nefretlerini, hakaretlerini, iftiralarını, ayağım kaysa üstüme çullanıp beni paramparça etme arzularının kaynağını anlayamıyorum” diyerek şaşkınlığını yumuşak bir üslupla aktarmaya çalıştı yazısında Gültekin.
Lakin, AKP yandaşlarından bile çok nefret eden bir sol görünümlü kitle var Gültekin’in karşısında!
"Vay sen misin Küba’yı beğenmeyen? Sen kimsin ki Fidel Castro’yı eleştireceksin? Vurun kahpe Levent Gültekin’e(!)" tarzında anlaşılmayacak bir linç kampanyası başlattılar.
İyi de arkadaş, size ne Küba’dan Catro’dan? Siz baksanıza kendi ülkenizin düştüğü, düşürüldüğü duruma. Kaç Kübalı’nın umurunda Levent Gültekin’in yaptığı eleştiri?
Meclis Başkanı Kahraman’ın Che Guevera’ya eşkıya dediğinde Küba’nın Ankara Büyükelçiliği gerekli açıklamayı yapmamış mıydı? Size mi kaldı Küba ve Castro’yu savunmak
Levent Gültekin’in Küba’yı eleştirmesi mi önemli yoksa, Türkiye’nin yani ülkemiz, vatanımızın kötü yönetilmesi ile ilgili verdiği mücadele mi?
Sizin derdiniz ne?
Tüm bunları yan yana, üst üste, alt alta koyduğumda aklıma tek bir şey geliyor.
Yandaş ve muktedirler, Levent Gültekin’i yıpratmakta başarılı olamayınca kendini solcu sanan, solculuk oynayan bir kesimi taşeron olarak kullanmaya başlamışlar.
Yoksa, yandaş ve yalakaların, muktedirlerin çanına ot tıkayan birine, solcular, sosyalistler, komünistler durup dururken, sadece Küba eleştirisi yüzünden ne diye saldırıya geçsinler ki?
Levent Gültekin’in yıpratılması, susması, yılıp yazılarını birilerinin hoşlanacağı seviyeye düşürmesi kimi memnun eder?

Soru çok basit: Kimi?

Pazartesi, Kasım 28, 2016

BTSO’yu alkışlıyorum…

Bursa geçen cuma ve cumartesi günü çok önemli bir organizasyona ev sahipliği yaptı.
“Tasarım Zirvesi / 2016”
Bu yıl ikincisi düzenlenen ve iki gün süren bu etkinlikte, mobilyadan tekstile, modadan, el sanatlarına ve hatta otomotive kadar birçok konuda paneller, söyleşiler, sergiler açıldı…
Nereden bakarsanız bakın, sanayi şehri Bursa için çok önemli ama bu önemine rağmen yine hak ettiği ilgiyi görmeyen bir organizasyon olarak hafızalarımızda yer ettiğini de anımsatmak isterim.
(Önceki haftalarda düzenlenen Uluslararası Fotoğraf Festivali FotoFest’te de benzer manzara ile karşılaşmıştık)
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO)’nın organize ettiği, Bursa, Eskişehir, Bilecik Kalkınma Ajansı (BEBKA)’nın Bursa valiliği desteği ile düzenlediği bu etkinliğe katılan yerli ve yabancı konuklar, kendi uzmanlık alanlarındaki gelişmeleri ve sorunları tartışma fırsatı buldu.
Her panelin sonunda izleyicilerin konuklara sorular yöneltme fırsatı verilmesi de ayrı bir güzellikti.
Buraya kadar her şey şahaneydi…
Peki ya sonuç?
İki günlük zirve sonunda bir bildirge, bir analiz bir, değerlendirme yapılması gerekmiyor muydu?
Ne oldu?
Organizasyon amacına ulaştı mı?
Peki ama bu organizasyon ne için yapıldı?
Yoksa sadece, “yaptık ya daha ne istiyorsunuz?” noktasına mı geldik yine!
Neden, adı “Zive” olan ve “Tasarım” etiketiyle ufukları geniş insanları umutlandırıp heyecanlandıran bu çok önemli etkinlikte “eksik bir şeyler var” hissini uyandırdı bende!
Yoksa pipirik olan bir ben miyim?
Evet, Bursa gibi sanayisi, tarihi, kültürüyle önemli bir merkez olan, ne yazık ki, birçok alanda İstanbul’un “arka bahçesi” olmaktan kurtulamayan bir kentin sanayicisi, üniversitesinin konuyla ilgili fakülteleri ve öğrencileri böylesi bir organizasyona yeterli katılımı neden göstermez?
Benim cep telefonuma dahi BTSO’dan mesaj yollandığına göre, gerek Uludağ Üniversitesi gerekse sanayicilerin “Tasarım Zirvesi” yapılacağından haberdar olmadıkları düşünülemez.
Amma ve lakin arzulanan ilgiden yoksun bir zirve oldu.
Adı üzerinde “zirve”
Çok iddialı bir etiket…
Bu etiketin altını doldurmak lazım, yoksa iddianız sadece başlıktan ibaret kalır!  
Dediğim gibi, bir yerde bir şeyler eksik…
Oysa BTSO başkan yardımcısı İsmail Kuş, etkinliğin açılışında yaptığı konuşmada, Paris’te yaşadığı bir anısını paylaştı.
Fransa’da Parisli sanayiciler odasının 800 üyesi olduğunu duyduğunda yaşadığı şaşkınlığı dile getiren Kuş, BTSO’nun 8 bin üyesinin bulunduğunu ifade etti.
Paris’in 800 sanayici üyesine karşılık Bursa’nın 8 bin sanayici üyesi…
İyi ama onlar dünya çapında organizasyonlar yapıp, ürünlerini daha rahat dünya pazarlarına sunarken, biz 8 bin üyemizle kendimizi anlatmakta sıkıntı yaşıyorsak, o zaman şunu sormamız gerekir: “Nicelik mi önemli, nitelik mi?”
Bizde nicelik maşallah, peki ya nitelik!?
Tasarım Zirvesi gibi çok önemli bir etkinlik düzenliyorsanız, buna bakanlık, Valilik ve BŞ Belediye ve hatta ilçe belediye başkanları düzeyinde katılım göstermek gerekmez mi?
Sn İsmail Kuş’u tenzih ederim ama açılışta Sn başkan İbrahim Burkay’ın, Vali Sn İzzettin Küçük’ün, Sn Recep Altepe’nin de katılması gerekir, sadece yardımcılarının değil.
Eğer siz kentin önde gelen yöneticileri en önde yürümezseniz, arkanızdan kim gelecek?
Nitekim Bursa medyası ve pek kıymetli kalemşörleri de etkinliğe hak ettiği ilgiyi göstermedi.
Dediğim gibi, bir yerde bir yanlışlık var.
Etkinlik kapsamında, gelen izleyicilerin katılım sağlamaları amacıyla bir de mini bir fotoğraf yarışması düzenlediler. Çok hoş bir düşünce. Birçok konuk, gerek cep telefonlarıyla, gerekse fotoğraf makinalarını kullanarak zirveden farklı kareler yakalamak için tatlı bir rekabet içine girdiler ve bunları #tasarimzirvesi16 etiketiyle instagramdan paylaştılar. Sonuç olarak da en iyi kareyi yakalayan bir izleyicieye mini ipad hediye edildi.
Fakat burada da bir sorun yaşandı. Yarışma “fotoğraf” kategorisinde olmasına rağmen ödül bir “gif”e (hareketli görüntüye) verildi.
Fotoğraf ile gif arasındaki farkı ve ayırımı bilmemelerine mi şaşırırsınız, yoksa düzenledikleri yarışmayı ciddiye almamalarına mı, bilemiyorum ama zirveyi izlemeye gelen az sayda konuğun yarışmayı hak etmediği kadar ciddiye aldıklarını söyleyebilirim.
Şöyle ya da böyle, “Tasarım Zirvesi” önemli bir etkinlikti, BTSO’yu bu çabasından ötürü kutluyor, eksiklerini de görmesini diliyor, seneye iki günlük zirve yerine belki daha geniş bir süreye yayılan “Uluslararası Tasarım Festivali” şeklinde düzenlemeyi düşünür ve daha geniş kitlelerin ilgisini çekmenin yollarını ararlar.
Çünkü yapılan iş, hem Bursa’nın tanıtımı, hem de ufkunu açması bakımından önemli bir etkinlikti.
Bravo BTSO’ya…  

Perşembe, Kasım 10, 2016

Hiç tanımadığın birine ağlamak…

Ağlamak kolaydır kimi için, hemen koyverir gözyaşlarını; bir fotoğraf ağlatır, bir söz, bir film, bir şarkı, şiir; birinin başına gelen bir felaket ağlatır…
..özlem ağlatır, bir değerin yitirilmesi ağlatır, heder edilmesi, göz göre göre heba olması, hasret, hüzün, elem ağlatır insanı…
Çocukluğumda, çocukluğumuzda anlamsız gelirde sabahın köründe, acı acı çalan sirenin komutuyla birlikte, yolun ortasında dikilmek, kahvede, kafede, okulda, bahçede, büroda, yıllar önce ölmüş biri için ulusça kımıldamadan durup saygı göstermek…
50 yaşımda ağlattı beni bu sabah, ömrü hayatımda ilk defa gözyaşı döktüm, hiç tanımadığım, hiç bilmediğim birinin ardından…
50 yaşımda fark edebildim, yokluğunu değil belki ama yaptıklarını, sağladıklarının ortaya çıkardığı değerin yitirilmesiyle başımıza gelecek felaketi, felaketleri…
Yarım asırlık ömrümde bugün, 2016’nın bu 10 Kasım sabahı saat 9’u 5 geçe ne çok değerli olduğunu bana idrak ettirenlere şükranlarımı sunuyorum.
Kimseye kızamıyorum, çünkü onların bu değeri unutturma, itibarsızlaştırma çabaları sağladı bir çoğumuza Mustafa Kemal Atatürk’ün bizim için ne kadar çok şey ifade ettiğini, Türkiye Cumhuriyeti demenin aslında hepimiz demek, hepimiz demenin aslında Mustafa Kemal Atatürk demek olduğunu…
Onların bu bilinçli bastırılmış nefreti arsızca ayyuka çıktıkça, bizim yüreğimizin kılcal damarlarında gizli kalmış, unuttuğumuz sevgisi filizlendi yeniden…

Sapkın ve körü körüne aşılanan bilinçsiz Atatürkçülüğün örselediği bu duyguyu ortaya çıkarmak, ondan en çok nefret edenlere kısmet oldu.
Ve bu duygu var oldukça, hiç tanımadığımız ve görmediğimiz Mustafa Kemal Atatürk’e ağlayabildiğimiz sürece bu topraklarda duyulan, özlem, sevgi ve hasret asla tükenmeyecek… 

Pazartesi, Ekim 31, 2016

Erdoğan’ın maksadı ne?

Sn Cumhurbaşkanı “BAŞKAN” olmak istiyor.
Peki ne başkanı, Türkiye Başkanı.
Peki şu anda neyin başkanı?
Cumhuriyet’in başkanı. Cumhurun, yani halkın en tepesindeki tek ve en yetkili insanı…
İyi de başkan ile Cumhurbaşkanı arasındaki fark ne?
Birinin başında cumhur var, diğeri ise sadece başkan!
Neyin başkanı?
Kimin başkanı?
Şu anda neyi yapamıyor da başkan olunca daha bi güzel, daha bi etkili, daha bi rahat yapabilecek Sn Erdoğan?
Sorular sorular, olaylar olaylar…
7 Haziran seçimlerinden önce Sn Recep Tayyip Erdoğan halka seslenirken, “verin 400 vekil bu iş huzur içinde çözülsün” demişti.
Bu bir deyiş mi yoksa tehdit miydi, anlayan var mı?
400’ü vermeyen halkın o tarihten bu yana başına gelmedik kalmadı, bombalar, cinayetler, tutuklamalar, kan-gözyaşı ve bunlar yetmiyormuş gibi 15 Temmuz darbe girişimi felaketi…
O korkunç 15 Temmuz gecesinin ardından kafalarda yine yanıtlanmayan birçok soru oluştu ve bu sorulara makul ve mantıklı yanıtlar bulamayanlar, “bu ne biçim darbe girişimi, bu olsa olsa bir tiyatrodur” demekten kendilerini alamadılar.
Ben de hemen arkasından dedim ki; “bunun gerçek bir darbe girişimi mi yoksa, bir darbe nasıl yapılamaz konulu bir tiyatro oyunu mu, anlamak için bir, bilemediniz en az iki yıl geçmesi lazım. Bu süreç içerisinde, Sn Erdoğan herkesin Cumhurbaşkanı olduğunu anımsar da hepimizi kucaklar, kin ve nefret söylemlerini bırakıp anayasal sınırları içine çekilirse bu darbe girişimi kendisine yapılmış bir harekettir. Yok eğer, nefret söylemlerini artırarak sürdürür, başkan olabilmek için her yolu mubah görür ve bu yolda tüm muhaliflerini yok etmek için çalışırsa, darbenin arkasında kendisi vardır!”
Çok basit iki ayrı denklem…
Bu denklemi üstü üste koyduğumuzda çıkan sonuç ortada.
Cumhurbaşkanının “Bu darbe bize Allah’ın bir Lütfudur!” ifadesi ile Başbakan Binali Yıldırım’ın “Başkanlık gelmezse ülke bölünür” açıklaması 15 Temmuz’un üstündeki sis tabakasının yavaş yavaş dağılmaya başladığının göstergesi…
Önce PKK yandaşlığı iddiasıyla Kürt siyasetçi ve yerel yöneticilerin tutuklanması, sonra da muhalif gazetelerin derdest edilmeye çalışılması….
Ve son olarak, Cumhuriyet Gazetesi’ne, PKK ve Fetö destekçiliği suçlamasıyla yapılan baskınlar, yazarlarının gözaltına alınması, Erdoğan’ın başkanlık yolundaki çakıl taşları ve engebeleri temizlemeye yönelik girişimlerden başka bir şey olmadığı izlenimi yaratıyor.
O zaman birileri de çıkar ve şunu sorar: Eğer Cumhuriyet Gazetesi ve yazarları PKK ve Fetö’ye destek veriyorsa… İmralı’daki bebek katili ile gizli müzakereler yürütmek, Güneydoğu’daki valilere, PKK’lı teröristlerin silahlanmasına göz yumulması emrini vermek… Fetö’nin palazlanmasına yardımcı olmak, “Ne istediniz de alamadınız” demek suç ve günah değil mi?
Şu sorular ise hala yanıt bulmuş değil: Recep Tayyip Erdoğan ne yapmak istiyor? Gerçekten başkan mı olmak istiyor, yoksa ülkeyi bölmek mi?
Evet, yanlış okumadınız? Bölmek…
Eğer, bu iddia gerçekse, vay Türkiye’nin haline… Allah sonumuzu hayretsin, demek bile bizi kurtaramaz!

Dip not: Dağlıca'dan 3 şehit haberi daha geldi ve biz bu ölümleri kanıksamış halde Recep Tayyip Erdoğan'ın başkan olmak için yaptıklarını tartışıyorsak, toplumsal vicdanımız kurumuş demektir!

Cumartesi, Ekim 29, 2016

Bu cumhuriyet yıkılırsa…


Bugün 29 Ekim, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 93. yıl dönümü, yani Cumhuriyet Bayramı'nda sorulacak soru mu bu?
Evet, ama...
Şimdi 'ama'sını anlatacağım:
BŞ Belediyesi’nden öyle bir çifte standart yapılıyor ki hayretler içinde kalacaksınız…
Nedir çifte standart?
Senden olana, senin beğendiğine başka, senden olmayana, değer vermediğine başka muamele etmektir..
Sözlükte ise “Eşit davranılması gereken iki durum karşısında eşitliğe aykırı davranma tutumu” diye tanımlanıyor…
93 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sayısız çifte standart örneği vermek mümkün…
Lakin hiçbir dönem, son 14 yılda rastladığımız kadar, adam kayırma, partizanlık, kendinden olma, aynı cemaat mensubu gibi durumlar sonucunda çifte standart örneklerine rastlanmadı.
Son ve en çarpıcı örnek ise Bursa’da karşımıza çıktı.
Bursa CHP İl Başkanlığı ve Merkez İlçe Belediyesi Nilüfer, her 29 Ekim gecesi geleneksel olarak düzenlediği “Cumhuriyet Yürüyüşü” ile dikkat çekerken, bu yıl için Büyükşehir Belediyesi’ne başvurarak, 29 Ekim bayramı münasebeti ile ulaşımın (Belediyenin otobüs ve tramvaylarında) ücretsiz olmasını talep etmiş.
Bilin bakalım Bursa Büyükşehir Belediyesi bu talebe ne yanıt vermiş?
Elbette ki yanıt net: “HAYIR!”
Oysa çok değil daha bir hafta önce, Sn BŞ Belediye Başkanı Recep Altepe’nin oğlu ile, BTSO başkanı Sn İbrahim Burkay’ın kızının nikah şahitliği için Bursa’ya gelen, bu vesileyle, İnegöl ilçesi ve Bursa’da bir dizi açılışlar yapan, hazır Bursa’ya gelmişken de Bursa’nın tam da göbeğinde (bir miting ile) seçmenlerine seslenme fırsatı bulan Cumhurbaşkanımız Sn Recep Tayyip Erdoğan için BŞ Belediyesi bir günlüğüne Bursa’da tüm toplu ulaşım araçlarını ücretsiz yaptı.
Maksat Bursalılar, Cumhurbaşkanımızı Fomara Meydanı’nda (yeni adıyla Demokrasi Meydanı) yalnız bırakmayıp, rahat rahat meydana ulaşabilsin diye!
Nasıl demokrasi ama…
Kendi seçmenlerine, şapur şupur, başka partinin taleplerine yarabbi şükür…
Sn Erdoğan’ın Bursa’ya geldiğinde (zaten arapsaçı olan) kent içi trafiğinin ne hale düştüğünü anımsatmama gerek bile yok!
Sevgili Ak Partili dostlarım diyeceklerdir ki, “Koskoca Erdoğan Bursa’ya gelmiş, açılışlar yapmış, bu kadar katkımız olmasın mı?”
Olsun, olsun da…
Bizim de şu soruyu yöneltme hakkımız var: Cumhuriyet Bayramı mı daha önemli, Cumhurbaşkanı’nın kente gelmesi mi?
Hem, Erdoğan Bursa’ya açılışlar yapmaya geldi, hadi gelmişken Altepe’nin oğlunun nikahına da teşrif etti. Peki miting yapmak zorunda mıydı?
Bayram değil, seyran değil, o miting ne için, hangi maksatla yapıldı?
14 yıllık bir iktidarın ardından daha ne anlatmak isteyebilir, bugüne kadar seçmenlerine ne söyledi de eksik bir şey kaldı ve bu nedenle Bursalılara sesleme ihtiyacı hisseti Sn Erdoğan?
Bursa’ya gel, açılış yap, nikah şahidi ol, halka seslen, kent trafiği felce uğrasın, halk beleşe toplu ulaşımından yararlansın, oh ne ala!
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında, o bayramın sahibi cumhura (yani halka) bir günlük bedava toplu ulaşımdan yararlanmayı çok gör!
Allah için söyleyin, bu çifte standart değil de nedir?
Bu çifte standart uygulamaya, kendinden olanı kayırmaya Allah razı gelir mi?
Aynı ülkenin vatandaşı, aynı kentin insanı değil mi bunlar?
Bu davranış, Muhammed Ümmetine yakışır mı?
Efendim, anlamadım, ne dediniz? “Yakışır mı dediniz?”
Hayır yakışmaz ama bu şekilde davranarak bunu kendilerine yakıştıranların giderek arttığını ve arsızlaştıklarını da söylemeden geçemeyeceğim…
Ve ez cümle, bu insanlar bu cumhuriyetin kendilerine sağladığı avantajları kullanarak, Cumhurbaşkanı, başbakanı, belediye bakanı oldular!
Böyle gider de topum ayrıştırılmaya devam edilir, cumhuriyet yıkılırsa, bugünleri çok ararız, çok ararlar!


Salı, Ekim 11, 2016

Bursa Sultanı 1. İzzettin Küçük bey

Ne bahtsız şehir Bursa!
Kentin tarihi ve kültürel ihtişamına yaraşır bir valiye yıllardır hasret...
Gelen vali giden valiyi değil mumla, kibrit aleviyle aratıyor maşallah(!)
Sahabettin Harput, gitti Münir Karaloğlu geldi…
Harput meğer Fetöcüymüş, tutuklandı, şimdi içerde!
Yerine gelen Karaloğlu, saçma sapan uygulamaları yetmiyormuş gibi giderayak Bursa’yla alakası olmayan çirkinlik sembolü laleli logoyu kakaladı, Antalya’ya gitti.
Aman, Münir beyden kurtulduk, oh ne ala, demeye kalmadan Urfa'dan İzzettin Küçük geldi, ama geldiğine, geleceğine Bursalı'yı pişman etti. Kısa sürede Bursalının başına bela oldu, hamd olsun(!)
Hangi uygulamasını eleştirsem bilemiyorum...
Ohal ortamının valilere tanıdığı aşırı yetkilerle,  vali değil sanki kentin padişahı mübarek.
(Bursa Valisi İzzettin Küçük)
Kimseyi iplediği yok! Emrindeki kollu kuvvetleri saldı mıydı yan bakanın üstüne, gık diyenin vay haline...
Bursa Bursa olalı böyle sevimsiz vali görmedi.
Oysa Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa.
Ahmet Vefik Paşalar, Haşim İşcanlar, İhsan Sabri Çağlayangilller, Zekai Gümüşdişler, Ali Fuat Güvenler iz bırakıp geldi geçti bu şehirden. Lakin, İzzettin Küçük gibi acımasızı gelmemişti…
Ohal gerekçesiyle okullarda küçücük çocuklara eziyete varan uygulamalar getiren ilk vali İzzettin bey oldu.

Habere bakın hele:
OHAL nedeniyle okula alınmayan veliler, çocuklarına tel örgüden yemek veriyor! Bursa'da merkez Osmangazi ilçesinde tam gün eğitim veren Şehit Onbaşı Tolga Taştan İlkokulu’nda bu yıl öğrencilerin öğle tatilinde okul dışına çıkışlarının yasaklanması yemek sorununa neden oldu.

Bu nasıl bir mantıktır ey Bursa’nın çiçeği burnunda valisi İzzettin Küçük, okullara böyle bir kararname dayatmak hangi vicdana sığar?

E tabi minik öğrencilere bu muameleyi layık gören zihniyet büyüklere acır mı?

Polis ekipleri, yürüyüşün Olağanüstü Hal uygulamasına aykırı olduğunu bildirerek izin vermedi. Yürüyüş yapmakta ısrar eden yurttaşlara çevik kuvvet ekipleri çok sert müdahale bulundu, müdahalede 29 kişi gözaltına alındı.

(Bursa polisi Ohal bahanesiyle eylemcilere Setbaşı'nda acımadan saldırdı!)
Oysa, devletin tanıdığı sivil toplum örgütleri, sendika ve siyasi parti üyelerinden oluşan legal bir grup anma yürüyüşü düzenlenmek için vali İzzettin Küçük’ten izin talep etmek adına randevu istemişler. İki hafta geçmesine rağmen, Bursa Sultanı 1. İzzettin bey(!) bu demokratik talebi hiç ciddiye almamış. Buna rağmen, anma toplantısını yapmakta kararlı olan grup, Setbaşı’nda bir araya gelerek bildiri okumaya kalkıştı.
Ortada ne bir şiddet var, ne bir hakaret, ne bir saldırı... Toplananlar uzaydan gelmemişti, hepsi Bursalı ya da uzun yıllardır Bursa'yı yuva bellemiş, vergi veren TC vatandaşları, gayet çağdaş bir anma gerçekleştirme, demokratik haklarını kullanma niyetindeler.
Vay sen misin, toplanan!
Özünde halkın polisi olması gereken Bursa polisi, Ohal’in ve vali hazretlerinin kendilerine tanıdığı yetkiye dayanarak, Allah ne verdiyse kalabalığa dalıyor, gözüne kestirdiğini jopluyor, kafalarını yarıyor, yakaladığını da, suçlu suçsuz ayırımı yapmadan (ki işlenmiş bir suç da yok!) ters kelepçe ile gözaltına alıyor.
(Kent Meydanı'nda Ohal yok, eylem serbest...)
İşin ilginci Setbaşı’nda toplanan Bursalı hemşerilerine sert şekilde müdahale ettiren İzzettin bey, aynı saatlerde Bursa Kent Meydanı’nda toplanan ve hilafet bayrağı açan bir başka grubun (sanki Ohal onlara yokmuş gibi) eylem yapmalarına izin vererek (belki de izinsiz toplanmalarına göz yumdu) vatandaşlarına çifte standart uyguladı.
Bir vali halkına böyle bir ayrımcılık yapar mı? Valinin adı İzzettin Küçük’se yapar!
E hani gerçek demokrasi gelmişti artık ülkeye? Çok değil daha bir ay önce o meydanlarda “işte millet, işte demokrasi” diye haykıranlar yalan mı oldu?
O meydanlara ne diye demokrasi adını verdiniz, siz kimin valisisiniz ey İzzettin Küçük?
Bursa’ya ne için geldiniz?
Bursa halkına zulüm etmek size keyif mi veriyor?
Unutmayın ki, siz bir memursunuz ve boğazınızdan geçen her dilim lokmada, bu halkın maaşlarından kesilen verginin hakkı var!
Kimin valisi olduğunuzu unutmayın, bugün varsınız, yarın yoksunuz ama Bursalılar hep bu kentte olacak...
Gerçek olan biziz, siz sadece atanmış bir memursunuz!
Çünkü biz Bursalıyız, yoktur inkârımız, demokrasi sadece sizin değil bizim de hakkımız!

@SuatOktySnck

Pazartesi, Ekim 10, 2016

Fatih TerimSon!

Fatih hoca twitterde İzlanda maç sırasında yine TT olmuştu, ama bu sefer derin bir gönderme ile…
Twitter kullanıcıları, Terim’in sonuna SON eklemişti: Fatih Terimson
Bu tepki ülke genelinde Fatih hocanın kredisinin ne düzeyde olduğunun göstergesi…
“Türk futbolunda çok önemli başarılara imza atmış bir futbol adamının böyle bir durumu hak ediyor mu?” sorusunun karşılığı ortada.
Kimse geçmişte yaptıklarınıza bakmıyor, bugün ne durumdasınız ve yapacaklarınız için duruşunuz, kararlarınız, açıklamalarınız, söyleyeceğiniz tek bir kelime ve samimiyetinizin gerçekliği ya da samimiyetsizliğinizin yarattığı negatif enerji, kaderinizi de belirliyor!
Fatih Terim ise kendi kaderini kendi belirliyor ve söylem ve davranışlarıyla ülkenin en nefret edilen kişisi olma yolunda emin adımlara ilerliyor.
Türkiye beklenildiği gibi (en azından ben bekliyordum) İzlanda’ya yenildi.
Şanssız goller mi yedi?
E ama Hırvatistan’da direklerin yanınızda olduğunu unutmamak gerek. Onlar ne kadar şans ise İzlanda’nın attığı goller de İzlandalılar için şans…
Hırvatistan maçında direkte dönen toplar Hırvatlar için nasıl şanssızlıksa, son maçta bizim için şanssızlıktı elbet!
Yani “kedi her zaman kaymak yemez” ya da “her zaman papaz pilav yemez” demek de mümkün.
İzlanda 325 bin nüfuslu mini minnacık bir ülke.
Karşısında 80 milyonluk bir dev(!)
Mini minnacık bu ülke, Türkiye’yi mi yendi, yoksa Fatih Terim’in kaprisleriyle tükettiği bir karma takımı mı?
Elbette ki Türkiye’yi yendi?
Nasıl yendi?
Aslanlar gibi yendi, çatır çatır oynayarak yendi.
Koşarak yendi, rakibe alan daraltarak yendi…
Mesela dakikalar 90’ı gösterdiğinde İzlandalı futbolcular, topu alan rakip oyuncuya aynı anda üç kişi ile baskı yapıyorlardı.
İşte aslında bu görüntü her şeyi özetliyordu.
Fatih hoca, Ukrayna’ya karşı çift santrfor ile maça başlama hatasını yaparken, İzlanda’ya karşı ise santrforsuz çıkarak, hem rakibinden ne kadar çekindiğini göstermiş oldu, hem de maçta tek puan hesapladığını…
Bu tercih gol atma umutlarımızı da peşinen yok etmişti.  
Yediğimiz saçma sapan gole kadar da aslında “bir puanlık plan” tutmuş, iyi gibi oynadığımız anlarda ataklarımız pivot santrfor eksikliği nedeniyle sabun köpüğü gibi eriyordu.
Takımda, şu kötü oynadı bu iyi oynadı, durumu da yok ama Emre Mor’a kesinlikle, bir paragraf açmak lazım.
Yazık olacak Emre’ye…
 “İyi oynayacam” diye yırtındı durdu ama kontrolsüzlüğü hem kendine hem de takımına büyük zarar verdi. Aslında onunda kabahati yok, çünkü bu yaşta, bu durumda, o fizikle, ulusal takımın ileri ucunda, İzlandalı 1.90’lık savunması arasında harcandı gitti…
Ne zaman pas vereceğini bilmiyor, ne zaman şut çekileceğinden bi haber, tek kelimeyle amatör küme topçusu konumuna düştü. Ona hatalarını söyleyecek, ne yapması gerektiğini gösterecek kimse olmadığı için, korkarım harcanıp gidecek.
Fatih hocanın aslında ona iyilik değil kötülük yaptığını iyice düşünmeye başladım.
Ve Dortmund teknik direktörü Thomas Tuchel’in Emre’yi neden sürekli ilk on birde oynatmadığını daha iyi anlıyorum…
Nitekim sonuç olarak İzlanda bizi yine yendi.

Biz de, kardeş ülke Kosova ile birlikte kardeş kardeş, puan sıralamasının dibine altlı üstlü çakılmış olduk.


Cuma, Ekim 07, 2016

Fatih Terim yine kaybetti!

Bakmayın dünyanın şu an en çok kazana teknik direktörü olduğuna, Fatih Terim bence hükmen mağlup!
Türkiye-Ukrayna maçının daha ilk dakikaları oynanırken twitterde TT olmuştu bile Fatih hoca…
Zaten arka arkaya Ukrayna’nın golleri gelince, nefret timsali haline gelen Terim’in kaderi, maç sonunda gelecek skora bağlı da değildi ya, neyse.
Türkiye kaybetmedi belki ama bence Fatih hoca kaybetti!
Maç 2-2 bittiği için değil, Avrupa Şampiyonası sırasında olanlar ve sonrasında yaşananlar nedeniyle Fatih Terim kaybetmişti…
Fransa’dan sonra kesinlikle istifa etmesi gerekiyordu. Etmedi.
Yok, etmedi değil, bence edemedi…
Edememesinin birçok nedeni var.
Siz deyin parasal, ben diyeyim duygusal(!)
Ama bir gerçek var ki, o da Milli Takım’a yansıyan gergin havanın tek ve bir numaralı sorumlusu, kayıtsız şartsız Fatih Terim’dir!
O kibrini kontrol edebilse, Arda başta olmak üzere, diğer oyuncuları “düşmanca” bir husumetle dışlamasa, Fransa’da ektiği nefret tohumlarını bugün yeşertmeyecekti…
Belki Ukrayna’yı yenebilirdi de Milli Takım. Lakin Fatih Terim’in üzerindeki antipati kalkmayacaktı.
Çünkü ortaya konan futbol berbat ötesi… Ve bunun tek bir sorumlusu Terim’dir!
Ukrayna kesinlikle bizden çok daha iyi oynadı ve galibiyeti de hak eden taraftı.    
2-2’lik skor aslında Hırvatistan’da aldığımız bir puanın rastlantı olduğunu da bir kez daha gösterdi.
Terim gibi deneyimli bir teknik adamın yapmayacağı tercih yanlışlarını izliyoruz yıllardır.
Avrupa Şampiyonası’nda savunma kurgusunu oluştururken yaptığı hataları sürdürdüğünü anımsatmaya bilmem gerek var mı?
Ukrayna gibi bir takıma karşı, forvette birbirine benzer iki futbolcu ile maça başlamak nasıl bir mantıktır anlayan var mı?
Andry Shevchenko gibi efsane bir futbol adamının teknik adamlığında yeniden yapılanan konuk takım Ukrayna’yı küçümsemek ise Fatih Terim’in aslında abartıldığı kadar olmadığının da göstergesi…
Kaldı ki, ilk yarıda sahada görünmeyen Cenk’in yerine, bir şeyler yapmak için didinen, forma giydiği Twente’de harikalar yaratan Enes’i çıkarması ise teknik direktörlük tercih değil, başlı başına oyunu okuyamamaktır.
Maçtan sonra yaptığı açıklamada Enes'i daha erken oyundan almayı düşünmüş ama çocuğu kaybetmemek adına riske girerek devreyi beklediğini söyledi Fatih Terim. Bir de maç sonunda takımın gelişen saha dışı olaylardan etkilendiğini de ifade etti, sanki olaylara kendisi sebebiyet vermemiş gibi...
Emre Mor'un bu gidişle milli takıma yarar yerine zarar verebileceği endişesini de taşımaya başladım. O ne agrasifliktir öyle... Mahallenin şımarık çocuğu gibi. Bundesliga'da da aynı hareketleri yapabiliyor mu, yoksa Dortmund'taki teknik direktörü onu dizginliyor mu, varın siz düşünün!
Terim yaşlandıkça olgunlaşacağı yerde, kendisini bugünlere taşıyan özelliklerini kontrol edemediği anlaşılıyor.
Emre ve hatta Caner'i müthiş şekilde tölere ederken, aynı hoşgörüyü Enes'e gösteremedi mesela.. Emre Dortmund'da sürekli oynayamamasına rağmen, el üstünde, Hollanda Ligi'ni sallayan ve takımı Twente'de banko oynayan Enes'e 45 dakika tahammül edebiliyor!
Belki Arda'yı da bu yüzden kafasından sildi.
"Elimde Emre Mor var ne de olsa, Arda'ya ihtiyacım yok!" diye düşünüyor olabilir!
Terim’in son damlasına kadar istifa etmeyeceğinden adım gibi eminim. Ukrayna'ya yenilseydik de etmeyecekti.
Yıllar yıllar önce, Terim ikinci gelişinde başarısız olunca Galatasaray’dan ayrılmış, tekrar Avrupa’da takım çalıştırmanın hayalini kuruyorken, Milli Takım’ın başında Ersun Yanal vardı ve o dönem Yanal’ın Milli Takımda kovulması için Star TV’dene yaygara yapan Serhat Ulueren ve ekibi bir hayli çaba harcıyordu… Ama Terim, “Milli Takım dâhil Türkiye’de takım çalıştırmayı düşünmüyorum” gibi kibirli ve iddialı açıklamalar yapıyordu. Ersun Hoca bir süre sonra Milli takımı bırakınca Fatih hocanın, “Milli Takım dâhil" sözünü yalayıp, koşa koşa görevi kabul ettiğini gördüğüm gün, benim için bitmişti…
Şu kadar maaş alıyormuş, tazminatı şu kadarmış, ben ona bakmıyorum.
Türk futbolunu ve Milli Takımı babasının çiftliği gibi mi kullanıyor, yoksa gerçekten futbolumuza hizmet mi ediyor, ona bakıyorum.
Sonuç: Kovulduğu Milan’dan talebesi olan Shevchenko’nun tırnağı bile olamadığını tüm dünya bir kez daha gördü, ama bizimkiler hala görmek istemiyor!

Pazartesi, Ağustos 29, 2016

Halk otobüslerinde ihtiyarlara yer yok(!)

“İhtiyarlara Yer Yok” aslında Coen Kardeşler’in bol osacarlı 2007 yapımı filmin adı…
Ancak, “Halk otobüslerinde ihtiyarlara yer yok!” bir film değil ama üzüntü verici bir trajedi ve bu trajedi Bursa’da yaşanıyor…
Diğer illerin halk otobüslerinde durum nedir bilmiyorum ama Bursa’da durum vicdan sınırlarını zorluyor!
“Yav memlekette başka sıkıntı mı yok, bu mu senin derdin?” diye soran olabilir.
Evet, haklı olabilir bu soruyu yönelten, memleketimizin hali hiç de iç açıcı değil, deve misali, neremiz doğru ki, ihtiyarların hali iyi olsun, denebilir.
Amma ve lakin, Bursa Büyükşehir Belediyesi, 65 yaş üzeri yurttaşlar ve engelliler için, kent içinde ücretsiz seyahat edebilmelerine imkan sağladığı yararlı ve hayırlı bir uygulaması var.
Fakat, özellikle “Özel Halk Otobüsleri” 65 yaş üzeri Bursalıların ücretsiz yolculuk etmelerinde sürekli sorun çıkarıyormuş. Bu vatandaşları araçlarına almamak için durakları pas geçmekten tutun da, azarlamaya ve hatta hayatlarını tehlikeye atacak hareketlere varıncaya kadar birçok hoş olmayan duruma maruz bırakıyorlarmış.
Mışlı, mişli, geçmiş zaman fiilleri kullanıyorum çünkü buna benzer bir olay benim de başıma geldi. Daha doğrusu benim derken, annem ile babamla birlikte seyahat ederken yaşadım benzer bir durumu.
Diabet ve kalp-damar sorunu bulunan engelli annemin Bursa Tıp Fakültesi’nde iki ayda bir yapılması gereken tahlillerini yaptırmak için, babam ve annemle birlikte (29 Ağustos 2016 tarihinde) Tıp Fakültesi’ne gitmek için saat 08:00’de Beşyol istikametinden Uludağ Üniversite’sine giden 43A otobüsüne binmeye çalıştık. Çalıştık diyorum, zira tam binme aşamasında, hasta ve yaşlı annem otobüse binerken aracın sürücüsü birden gaza bastı ve aracı hareket ettirdi. Biraz panik ve biraz da korkuyla, “ne yapıyorsun kardeşim” diyerek sesimi yükselttim. Vay sen misin sesini yükselten, “çabuk kardeşim, bak arkadan araçlar kora çalıyor sizi mi bekleyecez?” diye bir tepkiyle karşılaştım.
Annemin yaşlı ve hasta olduğunu, acele etmesinin imkânı bulunmadığını, anlayış göstermesi gerektiğini söylemeye çalışırken, sürücünün “S.kerim seni, bağırma lan! Uzatma geç işte” şeklinde karşılık verince benim de tepkim arttı ve terbiyesini takınmasını, görevinin bize hizmet olduğunu, bunun için maaş aldığını ima eden cümleleri bağırarak söylemek zorunda kaldım!
Bir yanda yaşlı annem ve babam, bir yanda bize bakan diğer yolcular, diğer yanda (Ellili yaşlarda sakallı, meymenetsiz, saygısız halk otobüsü sürücüsü…
Tartışmayı uzatsam, olay büyüyecek, şikayet etsem konuyla ilgilenecek bir yetkiliyi ara ki bulasın!
Daha sonra, yaşadığım tatsız olayı anlattığım arkadaşlarım, özel halk otobüsü sürücülerinin araçlarına ücretsiz binen yaşlılardan para kazanamadıkları için bilinçli olarak bu şekilde davrandıklarını, defalarca şikâyet edilmelerine rağmen, konunun çözülemediğini öğrendim.
İyi ki de bu durumu tartışma sırasında bilmiyormuşum, eğer bileydim, o tartışma kesin karakolda biterdi, diyor, konuyu burada noktalıyorum.
Çünkü bu ülkenin neresi doğru işliyor ki, yaşlılara sunulan bu hizmet dört dörtlük işlesin.
Çünkü bu toplumdaki çürümüşlük, dört bir yanımızı sarmış halde, adım adım çöküşe gidiyoruz.

Çünkü bir toplum çökmeye başlarken önce birbirine olan saygısını, sonra da vicdanını yitirir. Saygımız tükendi, sıra vicdanlarda. O da tükendiğinde çöküş kaçınılmaz olacak…

Pazartesi, Ağustos 08, 2016

Bursalı iki subayın farklı kaderleri…

15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşananlar Türkiye’de birçok algıyı da değiştirirken farklı insan öykülerini de karşımıza çıkardı.
Birçok vatandaşımızın hayatı trajik olarak ya sonlandı ya da kökten değişti…
Ülkemizi uçurumun eşiğinden döndüren o karanlık ve kanlı temmuz akşamının öncesinde de FETÖ örgütünün ülkenin her kademesine adeta hastalıklı bir virüs gibi bulaştığı her ayrıntısıyla ortaya çıktı ve çıkmaya da devam ediyor.
Bu insan öyküleri içerisinde benim en çok dikkatimi çeken iki askerin, farkında olmadan kesişen ve ayrılan hayatları oldu.
O subaylardan biri darbe teşebbüsünün içinde yer alarak hain damgası ile hayatını karartırken diğeri ise TSK’ya sızmış FETÖ’cülerin kumpaslarıyla çok sevdiği ordudan uzaklaşmak zorunda kalmış.
Bu iki subayın Bursalı hemşehrimiz olması beni hem mutlu etti, hem de üzdü. Subaylardan biri M.K. Paşalı, diğer de Karacabeyli…
Biri kahraman…
Diğeri hain…
Kahramanın adı Ali Türkşen
O bir SAT komandosu.
1965 Bursa Mustafakemalpaşa doğumlu…
Türkşen’in ordudan emekli olarak ayrıldıktan sonra kurduğu www.atakakademi.com’da yer alan bilgilere göre, 1987 yılında Deniz Harp Okulundan Makine Mühendisliği denkliği ile mezun olmuş. TSK bünyesinde 2015 yılına kadar devam eden kariyerinin önemli bir bölümünde SAT Komandosu olarak görev yapmış. 1993 yılında gerçekleştirilen Lucky-S uyuşturucu gemisinin 14,5 ton uyuşturucu yüküyle ele geçirilmesinde ve 1996 yılında Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren Kardak Krizi sırasında SAT Komando Tim Komutanı olarak görev almış. Aikido’da 2. dan siyah kuşak sahibi Türkşen, İstanbul Üniversitesi’nden yüksek lisans diploması alarak ABD Deniz Harp Akademisini de 2002 yılında tamamladı. 2011-2014 yılları arasında, kamuoyunda “Balyoz” olarak bilinen dava kapsamında 3,5 yıl Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevinde kaldı. “Kardak’ta Kahraman, Hasdal’da Esir” ve “1963’ten Günümüze SAT Komandoları ve Anılarım” isimli iki kitap yazdı. 2015 yılında TSK’dan Deniz Kurmay Albay unvanıyla emekli oldu ve hem meslek hem de kader arkadaşı emekli Deniz Binbaşı Levent Bektaş’la birlikte ATAK Akademi’yi kurdu.
Kamuoyu Ali Türkşen’i daha çok, 15 Temmuz sonrası TV’lerin canlı yayınlarında yaptığı etkileyici konuşmalarıyla tanıdı ve söylemleriyle hem fenomen, hem de geniş bir hayran kitlesine sahip oldu…

15 Temmuzun ardından kamuoyuna yansıyan bir diğer Bursalı subay ise, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan’ın durumu oldu.
O malum gecenin ertesinde yakalanan ve yaptığı itiraflarla herkesi hayretler içinde bırakan Levent Türkkan’ın düştüğü, düşürüldüğü durum tehlikenin boyutlarını da gözler önüne serdi.
Yaverlik yaptığı dönemde GK başkanlarının odasına dinleme cihazı koyduğu, bu cihazları cemaatin ağabeylerine aktardığı, verdiği ifadelerde medyaya yansımıştı...
İşin ilginci, yarbay seviyesine gelmiş bir subayın, yaptığı işin bir ihanet olabileceğini sorgulayamayacak şekilde zehirlenmiş olması.
“Ben bu ses kayıtlarını cemaate veriyorum ama cemaat Genel Kurmay Başkanını neden gizlice dinler ki? Genel Kurmay Başkanını dinlemek cemaatin görevi mi? Cemaat ya bu ses kayıtlarını ABD’ye veriyorsa?” denklemini kuramamış olması acı verici bir durumdur.  
Kadere bakın ki, M.K. Paşa ile Karacabey komşu iki ilçe. Aralarında 20-25 Km ya var ya yok. Bu iki ilçeden çıkan iki subay, ikisinin de soy adında Türk kelimesi var. (Belli ki ikisi de göçmen ailenin çocukları)  
Fakat devlet birine sahip çıkıp adam ediyor, sonra hapse tıkılmasına göz yumuyor, diğerinin ise hain bir örgütün ağına düşmesine engel olmayıp ülkenin kaderiyle oynayacak seviyeye gelmesini seyrediyor.
Uzaydan gelmedi bu çocuklar!
Bu iki askerimiz de bizim evladımız, bizim köylerimizde, ilçelerimizde büyüdü, gariban ailelerin çocukları.
Levent Türkkan’ın daha ortaokul çağlarında beyninin yıkanmasına, ruhunun zehirlenmesini engelleyemeyen de bu devlet değil mi?
Hürriyet Gazetesi’nde, 21 Temmuz tarihli Berktuğ Öncü- Yasin Keskin imzalı “Darbeci Yarbay Türkkan’ın köyünde üzüntü” başlıklı haberde şöyle deniyor Levent Türkkan için:
“Piyade Yarbay Levent Türkkan’ın darbeye katılması doğum yeri olan Bursa'nın Karacabey İlçesi'ne bağlı Arız Köyü’nde üzüntüye yol açtı. Yarbay Türkkan ile ilgili gelişmeleri haberlerden öğrenen köylüler, evlerini Türk bayraklarıyla donattı. Böyle üzücü bir olayla anılmak istemeyen Arız Köyü sakinleri, Piyade Yarbay Levent Türkkan’ın bu köyde doğduğunu, ilkokulu bu köyde okuduğunu, babasının onu tarlada gündelik işçi olarak çalışıp büyüttüğünü belirtti. Köy sakinleri, Yarbay Levent Türkkan’ın ortaokuldan sonra köyü terk ettiğini ve subay olmak için askeri lise sınavlarına girdiğini ve 1989 yılında Işıklar Askeri Lisesi’ni kazandığını, ardından köye bir daha hiç gelmediğini söyledi. Türkkan'ın basının uzun süre önce vefat ettiği, artık köyde yaşamayan annesinin de Bursa'da tedavi gördüğü belirlendi. 

Cemaat kim bilir kaç gencimizi daha böyle zehirledi bilmiyoruz ama babasının tarlada çalışarak okuttuğu, gözünün nuru gibi sakındığı evladının bir hain olduğunu iyi ki görememiş, demekten kendimi alamıyorum.
Bilinen bir gerçek var ki, Türkiye 15 Temmuz gecesi çok önemli bir facia atlattı.
Ve bu faciada 250’nin üzerinde vatandaşını kaybetti…
Ancak bence esas kayıp, cemaatin zehirlediği yetişmiş gençlerimizdir.
Herkes cemaati suçluyor ama buna zemin hazırlayan ve evlatlarını sahipsiz bırakan devletin suçunu da unutmamak gerek! 

Çarşamba, Temmuz 20, 2016

Bu iş bir vaizin işi olabilir mi?

-Vaiz?
-Evet, vaiz, Muhammed Fethullah Gülen, 27 Nisan 1941 yılında Erzurum'un Pasinler ilçesi Korucuk köyünde doğumuş. tr.wikipedia.org’ta yer alan bilgilere göre daha 4 yaşındayken kuran öğrenmeye başlamış.  İlkokulu dışarıdan tamamlamış, ortaokul mezunu olduğu iddia edilen, gençlik yıllarında kominizim ile mücadele eden derneklerde yöneticilik yapmış, hiç evlenmemiş, ürkütücü derecede karanlık gözlü, sözde bir din görevlisi, vaiz, imam…
Bir vaiz, nasıl olur da uluslararası bir örgüt kurup, bir ülkenin ve insanlarının kaderiyle oynayabilecek düzeye gelebilir?
Bunu tek başına yapabilir mi?
Yapabilir diyelim; peki neden?
Ne için?
Nasıl olur da, 40-50 yıllık planlar kurabilir ilkokul ya da ortaokul mezunu bir din görevlisi?
Yapabilir de, bu plan bir ülkeyi top yekûn ele geçirebilecek şekilde planlanıp tasarlanabilir mi?
Gencecik beyinleri, daha ilkokul ya da ortaokul çağlarında, ekonomik  ve dini zaaflarından, fakirliklerinden yararlanıp onları ele geçirip kontrolü altına alacak, beyinlerini yıkayacak, ruhlarını zehirleyerek devletin en kritik noktalarına girmeleri için akla hayale gelmeyen hileler, üçkâğıtlarla yükselmelerini sağlayacak ve sonuçta ülkeyi kargaşaya sürüklemeleri için, onları yıllarca sinsi bir şekilde gizlenmelerini öğretecek ve zamanı gelince de uyandırıp kaosu başlatacak!
Ve bu karanlık idealleri için, gözlerini kırpamadan masum, silahsız halka kurşun sıkacak, bomba yağdıracak, en azılı terör örgütünden farksız davranıp insanlık onurunu ayaklar altına alırcasına kan akıtacak…
Niye?
Bir vaiz, imam ya da bir asker bunu neden yapmak ister?
Karşında düşman varsa evet de, ya kendi halkına?
Bu insanlar nasıl bir hipnozun altında ki...
Koca koca, yaşlı başlı generaller, paşalar vatanına değil de bir vaize biat ediyorlarsa.. Bu iş bir vaizin işi olabilir mi gerçekten? 
İşte ben bunu anlayamıyor, merak ediyor ve soruyorum; nasıl bir egodur bu, nasıl bir ruh hali?
Değil bir ülkeyi, dünyayı versek ve desek ki, “al, yerkürenin tamamı senin, istediğini yap” desek, mutlu olacak mı?
15 temmuzu 16 temmuza bağlayan akşam ve gecesinde olanlar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık, en trajik en kabus dolu saatlerini yaşattılar ülkeye…
Yıllardır iddia edilen, bununla ilgili savcılar tutanaklar hazırlayıp ilgili makamlara sunan, birçok gazeteci ve yazar sayısızca makaleler, kitaplar kaleme alıp, haykırmasına, uyarmasına rağmen, sadece lafta kalan, “cemaat, orduya, yargıya ve emniyete sızdı” sözlerinin gerçekliği işte o kanlı ve karanlık cumayı cumartesiye bağlayan gece ortaya çıktı!
Bu gerçek beni hiç şaşırtmadı, çünkü cemaat ve dolayısıyla Fethullah Gülen denen ve aslında bir kukla olduğunu düşündüğüm, arkasında farklı bir yapılanmanın bulunduğunu tahmin ettiğim vaizin gerçek yüzü ve niyeti kanıtlanmış oldu.
Acım çok büyük, yüreğim çok derin yanıyor…
Çünkü bunları defalarca uyarmış, söylemiş ve yazmıştık…
Şu noktadan sonra tekrar da olsa şunu sormak gerek:
Neden önlem alınmadı, neden sızmalara göz yumuldu?
Gülen Cemaati’nin bu düzeye gelmesine kimler yardım ve yataklık etti?
Cemaate, “Ne istediniz de vermedik?” diyen liderin, bugün ülkenin düştüğü bu durumdan hiç m, suçu, günahı yok?
Ülkeyi 14 yıldır yöneten siyasi partinin ve liderinin bunun hesabını vermesi gerekmiyor mu?
Ortada ciddi bir zaaf var; ülkenin geldiği noktada kimsenin kimseye güveni kalmadı. Ordunun, emniyet teşkilatının, yargının neredeyse tamamı çöktü, Türkiye Cumhuriyeti bitme aşamasında…
Tüm bu olanlara rağmen ayakta kalan tek insan Recep Tayyip Erdoğan… 
Cuma gecesi televizyonlara cepten 4,5G aracılığı ile yaptığı açıklama ve halkı sokağa çıkma çağrısında ve ardından basın toplantısındaki rahatlığı, damadının sırıtan, gevşek tavırlarına hala anlam verebilmiş değilim! 
Erdoğan artık sadece bir Cumhurbaşkanı ya da siyasi bir partinin doğal lideri değil, ülkenin tek tanrısı gibidir…
Tek bir sözüyle tüm seçmenlerini yollara dökmeyi başardı ve beş gecedir, yandaşları meydanlarda, sözüm ona demokrasiye sahip çıkıyorlar da, sadece kendilerinden olanlara hayat hakkı tanıyorlar.
Evet, yaşanan bu trajik olayı protesto etme hakları var, hepimizin var… Lakin 200 kusur cenaze ortada varken... Yüreği kan ağlayan analar, babalar var, mazlumların kanı yerde, yas tutmak gerekirken, havai fişeklerle, kornalarla, “ya allah bismlillah allahu ekber” nidalarıyla şov yapmak, meydanlarda toplanan kalabalıklara belediye başkanların ve vekillerin kendi partilerinin propagandasını yapması hangi vicdana, hangi izana sığar?
Ordu içine sızmış cemaat güdümlü bir darbe girşiminin açtığı yara çok derin, sarılır mı yara, yoksa kangren mi olur, kısa zamanda göreceğimizi düşünüyorum.
Ancak bir gerçek var ki, geleceğimiz kan karanlık…
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının kurup bize emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti ağır yaralı...
Hepimiz bu emanete hıyanet ettik, sadece onlar değil, sen, ben, hepimiz…
Bu iş, Erzurumlu bir vaizin işi olabilecek kadar basit ve küçük bir hareket olmadığı ortada. Belli ki, Atatürk’ün emperyalistlerle savaşarak kurucu önderlik ettiği bu ülkeden birileri intikamını almak için, içimizdeki kanı bozuklarla iş birliği içindeymiş…
Ve belli ki, bunun için kullanılan en güçlü ve hastalıklı argüman din imiş.
Allah sonumuzu hayretsin!

Cumartesi, Temmuz 09, 2016

Trafik polisi keyfi ceza keser mi?

Trafik polisleri ne için var?
Ya da şöyle sorayım; “Trafik polislerinin görevi nedir? Ne iş yapar?”
Ben de bu soruyu hemen google amcaya sordum ve o da bana
Wikipedia’dan, trafik polisi ve görevleri hakkında ayrıntılı bilgiler önerdi sağ olsun.
tr.wikipedia.org adresi de 8 maddelik bir görev listesi gösterdi bana.
İşte Trafik polislerinin başlıca ana ve esas görevleri:
1-Trafik akışını sağlamak ve akışın devamlılığı için trafiği yönetmek…
2-Sürücü belgesi kontrolü yapmak ve kurallara uyulup uyulmadığını tespit etmek…
3-Trafik kazanlarında olay yerine gidip ilgili kaza hakkında tutanak tutmak,(Bu görev artık vatandaşların kendisi tarafından yapılmakta olup, Polis sadece yardım etmektedir.)
4-İşlenen trafik suçları için tutanak hazırlamak…
5-Şehirlerarası yollarda hız denetimleri yapmak…
6-İşlenen yaraldaanmalı kazalarda yaralanan kişilerin yakınlarına haber vermek…
7-Sürücü ve taşıtların bilgilerini tutup arşivlemek ve eldeki verileri değerlendirmek…
8-Kaza sonrasında sigorta şirketleri bilgilendirmek ve tespit tutanaklarını göndermek…

Bu görev tanımlamaları arasında “Trafik polisleri keyfine göre ceza kesebilir!” diye bir madde var mı?
Yani, canı sıkılan bir trafik polisi gıcık olduğu ya da inatlaştığı bir vatandaşa, ceza uydurabilir mi?
“Uyduramaz” demeyin, burası Türkiye, burada polisler sadece polis değil, aynı zamanda bir vatandaş düşmanı da olabilir…
 Nasıl mı?
İşte şöyle:
Tarih 3 Temmuz pazar akşamı, saat 19:00 civarı… Yer Yalova Yolu Özdilek kavşağı
Bursa’nın yerel televizyonlarında çalışan tanınmış bir haber spikeri, yakınlarıyla birlikte, yine Bursa’nın tanınmış köftecilerinden birinde yemek yedikten sonra, tam Özdilek kavşağını geçtikten sonra trafik polisi tarafından durduruluyor ve sol şeridi ihlal ettiği gerekçesiyle 199 TL para cezasına çarptırılıyor.
(Tutanağı büyük görmek için üstüne tıklayın)
Bunun öncesinde ise trafik polisinin uyarısıyla aracını sağa çekip, durumu anlamaya çalışan ve ne için durdurulduğunu anlamayan genç sürücü, gerekçeyi öğrendiğinde ise “böyle saçma bir  ceza mı olur?” diye itiraz edince de, polis memurları, 211052 sicil numaralı Ramazan Sevim ile 321777 sicil numaralı E. Ayaş, araçtakilerin (kemerleri takılı olduğu halde) “E madem 199 TL çok geldi, o zaman size kemer takmamaktan 97 TL keseyim” diyerek, aklı sıra ceza indirimi yapmaya çalışmış ve ehliyet-ruhsat istemiş...
Bunun üzerine daha da sinirlenen haber spikeri, “Ehliyet ruhsat vermiyorum, ne yapacaksan yap” diyerek tepkisini koymuş ama 199 TL cezayı yemekten de kurtulamamış…

Yıllardır, halk arasında konuşulan "Trafik polislerinin doldurmakla yükümlü oldukları bir ceza kesme kotası vardır. O kotayı doldurmak için sürücülere keyfi cezalar keserler" efsanesinin gerçek olduğunu da böylelikle öğrenmiş bulunmaktayız. 

Aynı zamanda bu olay, ülkemizdeki trafik polislerinin işlerini gerektiği gibi yapmadıklarının, amaçlarının trafiği düzenlemek, trafik güvenliği sağlamak olmadığının da kanıtıdır! Trafikte güvenliği sağlamakla yükümlü olan bu memur arkadaşlar, belli ki canları sıkılmış ve “sürücü avına” çıkmışlar, gözlerine kestirdiklerini de akılları sıra cezalandırmaya çalışmışlar!

Bir yanda trafik canavarına dönmüş eğitimsiz sürücüler, diğer yanda da vatandaşı yolunacak kaz gibi gören trafik polisleri. Oysa ülkemizin ciddi bir trafik terörü sorunu var. Ama belli ki memur arkadaşlarımızın derdi başkaymış…
Bu insanların asal görevleri halkına, milletine yani vatandaşına hizmet etmek değil mi esas? 
Şimdi sorarım size, bu polis memurları üstlerine vazife olmayan böylesi bir uygulama yetkisini, kimden ve nasıl buluyor, bu cesareti nereden alıyor?
Kendi kafalarından mı?
Başlarındaki müdürlerinden mi, yoksa…
Yoksa ne?
Kim?
Neden?
Nasıl?
Burası ne biçim bir ülkedir böyle, ne polisi gerçek bir polis gibi, ne siyasetçisi siyasetçi, ne bürokratı bürokrat, ne de vatandaşı vatandaş.

Çürümüşlük tepeden tırnağa, kimse kimseye güvenmiyor, inanmıyor ve sevmiyor…
Yoksa gerçekte de çöküşe az mı kaldı?  

Çöktük de farkında mı değiliz!