Yeni Zelandalı Russell Crowe, Okyanusya'nın sinema dünyasına sunduğu birçok
yıldızdan sadece biri değil, o artık bize daha yakın olanı…
Gerçi Avustralyalı süper yıldız Mel Gibson 1981’de
Gelibolu filmiyle karşımıza çıkmıştı da, Russell Crowe’ın Son Umut (The Water
Diviner) filminin yeri bir başka olacak sanki...
İlk uzun metraj filmi için Çanakkale konulu bir projenin
altına yönetmen ve oyuncu olarak imza atmış Crowe.
Filmi yılın sonu günü izledim. Sinematografik anlamda
söylenecek söz yok. Görsel ve işitsel açıdan gayet tatmin edici. Oyunculuk
konusu ise tartışılabilir. Özellikle de (yoksa bize mi öyle geliyor?) en vasat
performans Ayşe karakteriyle karşımıza çıkan Ukraynalı Olga Kurylenko olmuş. (Keşke bir Türk
aktris oynasaymış) Yılmaz Erdoğan’a ne desem azdır. Bir Türkiye Kürdü olarak Osmanlı
subayına hayat vermesi şahaneydi! Oyunculuğuna da söyleyecek söz bulamıyor, (aynı
yolun yolcusu biri olarak) feci şekilde kıskandığımı eklemek istiyorum(!)
Ben filmin öyküsüyle ilgilendim daha çok. “Crowe, bu ilk
yönetmenlik denemesinde, bizim için destansı öneme sahip bir öyküyü nasıl
anlatmış, nasıl bir üslup kullanmış?” çok merak ediyordum…
Gerçek bir öyküye, serpiştirdiği fantastik unsurlar, filmin
atmosferini masalsı bir boyuta taşımış. Özellikle uçan halı metaforu büyük
trajedinin bir masal gibi anlatabileceğini kanıtlıyor. Bu masal örgüsü içinde, gerçeküstü motifler filmin vaat
ettikleriyle de örtüşüyor. Avustralya’nın çorak ve kurak ikliminde “su bulucu”
olarak çalışan çiftçi Connor, yetiştirdiği aslan gibi 3 evladını İngilizler
istedi diye Türklerle savaşmak üzere Çanakkale’ye yolluyor. Öldükleri haberini
alınca da (savaş bittikten 4 yıl sonra) cenazelerini bulmak üzere Gelibolu’ya
gitmek için Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a geliyor. Yılmaz Erdoğan’ın
canlandırdığı Binbaşı Hasan’ın da dediği gibi, “Kaç baba oğullarını bulmak için
geldi ki?” repliği Connor’ın Çanakkale’deki varlığını meşrulaştırmaya yetiyor.
Su bulmadaki yeteneğini oğullarının cesetlerini bulmada da kullanınca, masalın
girişi sonuçlanmış, gelişme kapısı aralanmış oluyor.
Her ne kadar Cem Yılmaz’ın “Hey onbeşli onbeşli” Türküsünü
seslendirdiği sahne, Av Mevsimi filmindeki “Haydi gidelum haydi” Türküsünü söylediği sahneyi anımsatsa da, Russell Crowe gibi sektörün saygı duyduğu ismin bizden
bir öyküyü samimi düşüncelerle beyaz perdeye aktarıp sinema dünyasına sunmasının çok önemli olduğunu dikkate almak gerek!
Cem Yılmaz ya da Yılmaz Erdoğan oynadığı için değil, bir Okyanusyalı’nın
bakış açısıyla, Çanakkale destanının duymadığımız farklı bir masalını izlemek
için sinemaya gidilir. Bildiğimiz ve yaraları (her iki toplum için) derin olan
bir konuyu Russell Crowe çekmiş ve oynamış. Bize de sinemaya gidip gişedeki karşılığını vermek düşüyor.
Hele ki filmin Andrew Knight ile birlikte senaristi olan (Rum asıllı olduğunu tahmin ettiğim) Andrew Anastasios’un Yunanlıları zalim şekilde
kaleme almış olması filmi daha da ilginç kılıyor…
(Nedense bir yabancı kendilerini eleştiren bir iş yaptığında
hoşumuza gidiyor da, -Fatih Akın’ın The Cut’ta yaptığı gibi- bir Türk’ten
eleştirel bir çalışma geldiğinde hemen kulaklarınızı dikiyor, dişlerimizi
gösteriyor, bu tarz eleştirilere tahammül göstermeyi beceremiyoruz!)
The Cut da bir film, Son Umut’ta…
Filme film, masala, masal, gerçeğe de gerçek gözüyle
baktığımızda bile, sanatsal çalışmalara saygı duymasını bir gün öğrenebilecek
miyiz, merak ediyorum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder