Cumartesi, Ocak 31, 2015

Siz hiç TKM Düğün Salonu'na gittiniz mi?

“Böyle bir düğün salonu mu var?” diyorsanız, haklısınız, elbette yok!
TKM; Tayyare Kültür Merkezi’nin kısa adı…
Bursa’nın sanat dinamiğinin en önemli merkezlerinden biri…
Bursa BŞ Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun oyunlarını sergilediği ana üssü…
İki akşam üst üste iki oyun izledim TKM’de, ikisi de sezonun en iddialı projeleri.
Şehir Tiyatrosu’nun gecikmiş yeni oyunu Orhan Asena’nın “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe”’yi izlemek için (dün akşam) TKM’nin kadim koltuklarındaki yerimi aldım, yanımda tiyatro okuyan oğlum Tarık...
Oyunu heyecanla bekliyorum, çünkü değer verdiğim dostlarım sahnede, performanslarını merak ediyorum.
Yer yer boşluklar olsa da salonun geneli dolu, ilgi pek âlâ…
Perdenin açılmasına 10 DK var, 5 DK var, derken Şehir Tiyatrosu’nun deneyimli aktristi Nihal Türksever’in sesinden son anons ve uyarılar yapılıyor, “Lütfen Cep telefonu ve çağrı cihazlarınızı kapatınız”
Telefonlar sessize alınıyor, ışıklar sönüyor ve perde…
Ama o da ne?
Perde sahnenin önünden değil, hemen yan tarafımızda bulunan kapının yanından aralanıyor. Belli ki, birkaç kişi geç kalmış, trafik vs vs.. Anca yetişmişler oyuna, kabul…
Sonra perde bir daha aralanıyor, bir daha, bir daha; gelen gelene…
Oyun başlayalı 15 dakika olmuş, sahnenin önünden geçeni mi ararsın, koltuklar arasında dolanan mı, gelenler tiyatroya değil sanki düğüne gelmişler: TKM Düğün Salonu mübarek(!)
Gelenlerin trafiğinden oyunun başını yakalayabilene aşk olsun…
Ne olmuş öyle TKM’ye?
Eskiden oyun başladı mı, kapılar kapanır ve herkes sahneye dikkat kesilirdi...
Tiyatro kültürüne ne oldu?
Var mıydı ki o kültür?
E az da olsa vardı, sanki artık o da kalmamış! :(
1. Perde arasında, görevlilere söyleniyorum, “bize değil Ertan (Akman) beye söyleyin bunları” karşılığını alıyorum.
2. Perde oyuna odaklanabildiğimiz kadar odaklanabilsek ne çare. “Deli İbrahim”den 6 yıl sonra tarihi ve ecdadımızı irdeleyen yeni bir oyun “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe” ama ışık zayıf, müzik orta, dekor sıfır. Oyunculuklar oyunu ne kadar kurtarabilir? Kuzgunlar metaforu daha nasıl işlenebilirdi diye kafamızı yoruyor…
Oysa Muhteşem Yüzyıl dizi filminin ardından, o rüzgarla daha çarpıcı bir sonuç çıkabilirmiş. Çünkü konu, tam da Muhteşem Yüzyıl’ın bıraktığı yerden akıyor. Ecdadımızın anlı ve kanlı tarihinden trajik bir kesit sunuyor. Oyun sonunda alkışı da sadece oyuncular hak ediyor.
***
Bir akşam önce ise aynı sahnede (TKM) Nilüfer Belediyesi’nin çiçeği burnunda tiyatro topluluğunun Haldun Taner'in yazdığı Ali Düşenkalkar imzalı “Eşeğin Gölgesi” sahne almıştı.  
Bu sezon, Düşenkalkar’ın Bursa’daki ikinci oyunuydu bu. AVP Devlet Tiyatrosu için “Kanlı Nigar”ı Bursalılara sunmuştu Ali hoca…
Daha düz, daha yalın bir iş olmasına rağmen Ali Düşenkalkar’ın dokunuşu kendini hissettiriyordu.
O nedenle “Eşeğin Gölgesi”nde neler yaptığını merak ederek gitmiştim izlemeye. Ancak, umduğumu bulduğumu söyleyemem.
Çok zorlama bir iş ortaya çıkmış. O kadar çok unsur ve metafor kullanılmış ki, metinde yer alan ve günümüze ciddi göndermeler içeren çarpıcı replikler unsur kalabalığı arasında kaynamış gitmiş.
Elbette bu sıra dışı (grotesk) anlatım tarzı yönetmenin tercihi… Fakat bu tercih oyunun önermesini zayıflatmaktan başka bir işe yaramamış.
Bursa gibi, salt Bursa değil, ortalama Türk izleyicisinin algısının çok ötesinde bir sonuç çıkmış. Oyunu izlerken şu soruyu yöneltmeden edemiyoruz ne yazık ki:
“Eeee, eeee… Bu oyun ne için yapıldı? Kimin için yapıldı?”
Eğer yönetmenimiz, değerli hocam Ali Düşenkalkar kendisini tatmin etmek için sahneye koyduysa, eyvallah… Yok mesajın anlaşılması ise asıl mesele, ne yazık ki ana mesaj, oyunun asal önermesi arada kaynayıp gitmiş. Geçmiş olsun.
“Eşeğin Gölgesi” ile ilgili hakkını vermem gereken kayda değer ayrıntı yok mu?
Var tabi, olmaz mı?
Dekor, ışık, müzik, kostüm ve elbette (yüzleri boyalı olduğu için kim olduklarını anlamasak da) genç oyuncuların performansı, alkışı sonuna kadar hak ediyor. Ve tabi, her şeye rağmen Nilüfer Belediyesi’nin tiyatro yapma çabası, takdire şayan…
Bu oyunu gidip bi de kendi mabedi Nazım Hikmet Sahnesi’nde izlemek lazım…
Bakalım oradan bakınca nasıl görünüyormuş? ;)

https://twitter.com/inSanatDernegi


Salı, Ocak 27, 2015

Şeytanın oğlu işbaşında!

Şeytanın oğlu kim mi?
Aa çok ayıp, siz şeytanın oğlunun bilmiyor musunuz?
Öyleyse okumaya başlayın, bakın bakalım kimmiş bu şeytanın yer yüzündeki veliahtı ve ne dolaplar çeviriyormuş!
http://www.guncelmeydan.com/ adlı portal, Alman haftalık iş dergisi WirtschaftsWoche’de çıkan bir makaleye dayanarak, Amerikalı milyarder yatırımcı George Soros’un Yunanistan’ın ikinci popüler partisi SYRIZA’ya parasal destek sağladığını iddia etti… Dergideki yazıya göre Amerikalı sermayedar, SYRIZA koalisyonunun aşırı sol görüşlü lideri Alexis Cipras’ın Amerikan’ın “yerleşik politik güçleri” ile tanıştığı ABD ziyaretinin organizasyonuna yardımcı olduğu, Cipras, bu ziyarette onlardan açık olarak, “tamam, sen yürüt” sözünü aldığı ifade edildi.
ABD'yi ziyaretler, bazı liderlerle önceden özel görüşmeler falan, hiç yabancı gelmedi size değil mi?

Bu işin arkasında gerçekten Soros var mı yok mu, bilemem ama 28.06.2013'te www.bursaport.com’daki köşemde "Erdoğan, Soros'u tanıyor mu?" başlıklı bir yaz kaleme almıştım. George Soros gibi vahşi kapitalizmin acımasız tetikçisinin, gerçekten de bu işlere etki edip etmediğine siz karar verin.

Çünkü, Soros’un temsil ettiği kitle asla kaybetmez, çünkü oynadıkları oyunun kurallarını onlar koyar. Dünya onların ligi, oyun alanı... İstediklerini oyuna alır, istediklerini yedekte bırakır, istediklerini de kadro dışı... Onlar asla kaybetmezler, Sadece büyük bir keyif alarak (orgazm düzeyinde) dünya ile dalga geçerler. Zaten 85'ine gelmiş ve ruhunu şeytana satmış birinin başka ne eğlencesi olabilir ki(!)

Her ne kadar kendisinden 40 yaş küçük yoga hocası Tamiko Bolton ile bir kaç yıl önce evlense de, eminim Soros'un mutluluğuna diyecek yoktur(!)

Şimdi, 28 Haziran 2013’te, gezi olaylarının hemen akabinde ne yazmışım, bir daha anımsayalım ve ona göre olup bitene anlam vermeye çalışalım.

Hani Recep Tayyip Erdoğan'nın şikayet ettiği Faiz Lobisi var ya onun çıbanbaşı George Soros, "Ekonomik teori yeniden düşünülmeli" demiş.
Bbloomberght.com adlı sitede yer alan haberi okuyunca, yıllar önce Soros ile ilgili medyamızda çıkan haberler geldi aklıma.
Yıllar önce dediğime bakmayın, yani bundan yaklaşık 7-8 yıl öncesine götürecem sizi şimdi. Soros ile ilgili kaygı dolu ilk yazıyı Türkiye’de Can Dündar yazmıştı. (O yazıyı aradım ama bulamadım) Dündar o yazıda Soros’un yatırım yaptığı her ülkenin daha sonra iç karışıklık yaşadığı konusunda uyarılarda bulunuyordu.
Bazı kesimler tarafından Şeytanın oğlu olarak da adlandırılan ve esas işlevi borsa spekülatörlüğü olan ünlü yatırımcı ve Soros Fon Yönetimi'nin başkanı George Soros'u Türkiye'de yatırım yapması için davet eden kim biliyor musunuz? BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN. 14 haziran 2005'te George Soros’u kendi makamında kabul eden Erdoğan, Macar asıllı Amerikalı Yahudi iş adamını yatırım yapması için ülkemize davet ettiğine dair şu haber ajanslardan medyaya yansımıştı. Haberi geçen ajans İHA Ankara temsilciliği: Başbakan Erdoğan, Ünlü Yatırımcı Soros'u Kabul Etti
Can Dündar, köşesinde Soros’u deşifre(!) ettikten sonra da ilk röportajı yapmak zorunda kalan ilk gazeteci de yine kendisi oldu. Dündar röportajı yapmaya gönül rızasıyla mı gitti, yoksa kerhen mi, bilmiyorum ama 2 bölüm halinde yayınlanan röportajda söylenenler bugün yaşananlara ışık tutacak ayrıntılar taşıyordu. 12.5.2005 tarihinde Can Dündar’ın sorularına açık yürekli(!) yanıtlar veren Soros'un sözlerini kullanarak 'AKP, İslami bir ülkenin en demokratik partisi' başlığını atmıştı Milliyet Gazetesi.
AKP’ye ve Erdoğan’a nasıl da gazını vermiş eski kurt Soros değil mi?
(O röportajı okumak isterseniz başlıklardaki linklere tıklayabilirsiniz)
"Nerede Devrim Var Kızıl Milyarder Orada" başlıklı 13 Mayıs 2005 tarihinde yayınlanan röportajın 2 gününde Dündar’ın sorularını aynı dürüstlükle yanıtlamaya devam eden Yahudi asıllı Borsa spekülatör Soros, Can Dündar’ın, "Diktatörler sizden korkuyor, çünkü siz gelince onlar devriliyor. Değişimi tetikliyor musunuz, yoksa kokluyor musunuz? şeklindeki soruya şöyle yanıt veriyor: Değişim halktan gelmelidir. Elbette vakıflarımızın demokrasi talebine katkısı olabilir, ama halk desteklemedikçe bu hiçbir işe yaramaz.
CAN DÜNDAR: Ama muhaliflere para vererek değişime önayak oluyorsunuz.
GEORGE SOROS: Hayır. Ben değil, oranın halkı önayak oluyor. Biz onlara destek veriyoruz.
Tam da Sn Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şikayet ettiği konulara taa 2005’te değinmiş Soros amca değil mi?
Diktatörlere karşı ayaklanan halkı destekleyen bir borsa spekülatörü. Peki bu adamı Türkiye’ye kim davet etmiş ve onu makamında kim konuk etmişti, tekrar anımsayalım: RECEP TAYYİP ERDOĞAN
O tarihlerde Sn Başbakanımızı uyaran kimse olmamış mı dersiniz? Olmuş tabi. İşte onlardan biri: Güngör Uras.
Uras, 22 Haziran 2006'da Milliyet Gazetesi'ndeki köşesinde yer alan "Ben Soros'tan Korkarım" başlıklı yazısında şöyle bir uyarı yapmıştı: "Açık Toplum Enstitüsü etrafında topladığı entelektüeller, yazarlar, çizerler, üniversiteler ve ülke politikasında şu veya bu görüş yanlılarına destek vermeye başlasa... "Alınız başınıza kocaman bir belayı"...Soros'un pozisyon alma hakkı var da benim yok mu? Benim pozisyonum belli. Ben Soros'u sevmiyorum. Türkiye'deki ilişkilerini yanlış ve zararlı olarak değerlendiriyorum. Bunun için Soros'tan korkuyorum. Ama, benim Soros'u sevmemem "ne yazar"? Soros sevenler o kadar çok ki... Bakınız şu kriz döneminde, AB'den, ekonomiden, enerjiden sorumlu anlı şanlı bakanlarımız. Soros ile yemek yemek için, Ankara'yı bırakıyor, koşa koşa İstanbul'a geliyor."
Güngör Uras, AKP iktidarını, bakanlarını ve elbette sn Başbakan Erdoğan’ı kibarca uyarmış. Bugün olduğu gibi Erdoğan o gün de kimseyi dinlemediği için, bu uyarı da havada kalmış elbette!
***
Şimdi gelelim bugüne. Yani günümüze…
Sn Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Gezi Parkı” olaylarının arkasında dış güçler olduğundan avazı çıktığı kadar şikayet ederken adres olarak “Faiz Lobisi”ni göstermişti. Yani uluslararası borsa simsarları, borsa spekülatörlerini. Bu Faiz Lobisi’nin çıbanbaşı olarak da karşımıza Soros çıkıyor!
Üstte de paylaştığım Dündar’a verdiği röportajında ne diyordu ak saçlı sinsi gülüşlü Soros amcamız? “Değişim halktan gelmelidir. Elbette vakıflarımızın demokrasi talebine katkısı olabilir, ama halk desteklemedikçe bu hiçbir işe yaramaz.”
Yani, Soros amca demek istiyor ki “bir sıkıntı olacak ve o sıkıntı olursa, biz de yarayı kaşıyacaz, kaşıyıp iltihap olacak ve sonra…”
Hadi George Soros’u ülkeye yatırım yapmak için Erdoğan davet etti, kabul. Peki, Gezi Parkı olayları ilk başladığı gece, yani yara kaşınmaya başlamadan, henüz küçük bir sivilceyken, apse olmadan daha o gece, Gezi Parkı’nda toplanan 50-60 kişilik gruba sabah ezanına müteakiben saldırı emrini kim verdi?
Soros’un adamları İstanbul Valiliği’ne, Emniyet Müdürlüğü’ne sızmış olabilir mi, ne dersiniz?
Ya da İstanbul BŞ Belediyesi’nin dozer ve kepçelerini, ağaçları sökmek için Gezi Parkı’nın önüne gönderen Soros muydu?
Veya, 19 Haziran Cumartesi günü, ben de oğlum Tarık ile bulunduğum gün, akşam ezanına müteakiben başlayan Gezi Parkı ve Taksim müdahalesi emrini de Soros vermiş olabilir mi?
George Soros hem İçişleri Bakanlığı’na, hem de İstanbul BŞ Belediyesi’ne ve tabii ki, orada toplanan kalabalıklara etki edebileceğine inanıyor musunuz gerçekten?
Soros için şeytanın oğlu dediysem mecazi anlamda dedim, gerçekten tüm bunları yapabilecek kudrete sahip biri olduğunu düşünmüyorsunuz umarım. Zira benim gibi, yüz binlerce kişiden oluşan sıradan halkı meydanlara çeken polisin orantısız güç kullanımı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kendini halkın üstünde görme çabası ve inadından gayri başka bir şey değildi!
Var sayalım, George Soros’un bu işlerde parmağı var…
İyi ama, Başbakan Erdoğan geçenlerde, o emirleri kendisinin verdiğini itiraf etmemiş miydi?
Yoksa, Erdoğan ve Soros…
Yok canım o kadar da değil!
İyi de, ne peki?
***
Ortada çok basit ve rahatlıkla tedavi edilecek bir yara varken, yanlış tedavi uygulayarak, George Soros gibilerine fırsat yaratırsanız ve üstelik bu insanlara ortam hazırlarsanız, “Faiz Lobisi bizi yıkmaya çalışıyor!” demeniz ne kadar samimi ve inandırıcı olur?
Daha önce buradan sormuştum, bir daha soruyorum: Hangi AVM, hangi Kışla, hangi Kent Müzesi, hangi siyasi kariyer insan hayatından daha değerlidir? Uğratılan maddi zarar belki bir şekilde telafi edilecek. Ya sakat kalanların kaybolan uzuvları, ölüp giden canlar? Ya polisimizin halk nezdinde tükenen itibar ve güveni?
Olanlara bakınca söyleyecek tek bir şey kalıyor: Kendi düşen ağlamaz.
Bugün yaşadığımız her türlü kaybın tek bir sorumlusu var. O da miting meydanlarında tekrarladığı arsız yalanlarla seçmenlerini kışkırtmaya devam eden Sn Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir. Bunu ben demiyorum. Ne yazık ki, kendi yaptığı ya da yapamadığı icraatları ve söyledikleri "her şeyi" apaçık kanıtlamaya yetiyor!
Ayakkabılarını çıkarıp Obama ile camiye girmesi de bir şey ifade etmiyor...
Çünkü, kral çıplak! 
***
Şimdi aynı Soros'un Yunanistan siyasetini dizayn ettiği anlaşılıyor. Üstte de dedim ya, George Soros'un temsil ettiği kesim asla kaybetmez ve mutlaka kazanacak ata oynarlar ve o atın kazanması için de her şeyi, ama her şeyi yaparlar.
Peki ya üzerine oynadıkları at kazanamaz veya daha sonra kaybetmeye başlarsa ne olur?

Ne olabilir ki? Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelerde kaybeden at ya sütçü beygiri olur, ya da ekmek arası sucuk!

Teşbihte hata olmaz...
Şeytanla masaya oturan, sonucuna da katlanmak zorundadır!

Cumartesi, Ocak 24, 2015

Kral öldü yaşasın bizim kral(!)

Suudi Kralı Abdullah öldü.
Toprağı bol olsun da, Bize ne ki, Türkiye’de yas ilan edilsin, bize ne?.
Bu satırları karalarken ben, yas hala devam ediyordu.
Sokaktaki insanımız da anlamadı: “Yav Suudi Kralı’ndan bize ne? Suudi Arabistan’da bile yas ilan edilmiyorken, biz neden yas tutuyoruz?”
Neden?
Nasıl bir bağ varsa artık AKP Hükumeti ile Suudi Krallığı arasında, Dünya’da sadece Türkiye’de matem oluyor…
Yas nedeniyle devletin resmi kurumlarındaki tüm etkinlikler ya ertelendi, ya da, ya da…
Bizim Devlet Tiyatrosu’nda sahneleyeceğimiz oyun da bu nedenle güme gitti.
Sabah aradılar, “bugün (cumartesi) matine ve suare oyunlar ulusal yas nedeniyle iptal edildi?”
“Ee bizim alacağımız yevmiyeler ne olacak? Ne de olsa biz gariban, (figüran) oyuncularız. Tek gelir kaynağımız bu, alacağımız gündeliğimizden bir gün eksilecek, günah değil mi bize?” diye sormamak elde mi ki?
Hadi yevmiyeyi geçtim; alkışlarımız ne olacak? Bol bol alkışlanacaktık. Alkışlarımızı gasp edenlere haram olsun bu yas günü!
Vatandaş da sormaya devam ediyor:
“İyi de bana sordun mu yas ilan ederken? Bana ne kardeşim elin arabının kralı öldüyse, bu ülkeye ne faydası oldu. Yoksa ülkeye değil de size mi çok faydası dokundu?”
Kral ölmüş, toprağı bol olsun. 18 milyar dolar serveti olan Kral Abdullah, akrabalarının sırtında bir kefenle taşımış.
Merak ettim, 18 milyar dolar servetini de yanında götürebilmiş mi?
Twitter’da gördüğüm şu paylaşım halkın tepkisini de çok güzel açıklıyordu aslında:
Türkiye'de Suudi kralı için yas ilan edilmiş. Sosyalist Küba ve Venezuela Soma için yas ilan ederken "Müslüman" Suudi Arabistan neredeydi?
Sahi Suudi Arabistan’ı geçtim de King Abdullah Somalı madenci aileler için her hangi bir yardım ya da bağış yapmış mıydı, duyan oldu mu?
Hani siyasi isimlere mücevherler, altınlar, pırlantalar hediye eden bu cömert kral böyle bir jest yaptı da haberimiz mi yok?
E kral öldü, evet evet, krallar da ölüyormuş, biliyorduk zaten, bu dünya ona da kalmayacaktı, kalmadı da.
Peki ya bizim kraldan çok kralcılar?
Ha onlar mı?
Onlar şimdi şu tekerlemeyi söylüyorlar içten içe: KRAL ÖLDÜ, YAŞASIN BİZİM KRAL(!)
***
Suudi Arabistan gerçekten kralları için yas ilan etti mi etmedi mi bilmiyorum, bizimle birlikte matem tutan bir diğer ülke de İngiltere'ymiş meğer.
"Haydaa, onlara da ne oluyor?" dediğinizi duyar gibiyim..
Aslında İngilizleri anlayabiliyorum. Nitekim bu krallık onlar tarafından uydurulmuş ve Vahabilere hediye edilmiş bir makam. Yas tutmaları makul karşılanabilir, çünkü bugüne kadar onlar için hizmet etmiş bir kişilik krallık.
Peki ya bize ne oluyor?
İngiliz ajanı Yarbay Thomas Edward Lawrence Arapları kışkırtıpOsmanlı'nın bölünme sürecini başlatan kişi değil mi?
İşte böyle bir krallık için Türkiye'nin yas ilan etmesinin abukluğu insanın daha da canını sıkıyor!
***
Bu arada aklıma gelmişken sorayım; bu kral, Mısır’da Muhammed Mursi’yi devirmek için General Mustafa El-Sisi’yi destekleyen Kral Abdullah değil miydi?
E ama Bizimkiler de Mursi’yi destekliyordu.
Kral Sisi’yi…
Sisi Kralı.
Kral da…
O da öldü...
Toprağa bol olsun…
Allah herkese böyle ölmeyi nasip etsin, inşallah(!)



Çarşamba, Ocak 21, 2015

Sanat sihirlidir, adamı çarpar(!)

Sanat yapabilmek için zeki olmak gerek, vicdanlı, objektif, tarafsız, özgür  ve İNSAN olmak gerek.

Zira sanat insan içindir…

İnsan için yapılır sanat…

Ve duygusu olan insanlar sanat yapar, kaygısı olan, söyleyecek sözü olan sanatla ilgilenir!

Kimi resim çizer, kimi fotoğraf çeker, kimi heykel, kimi ebru, kimi müzik, kimi sinema, kimi de tiyatro yapar!

Bursa çok önemli ressam, heykeltıraş ve müzisyen çıkarmıştır bağrından.

Tiyatro dünyasına da çok önemli isimler kazandırmıştır.

Sinemada ise Bursa’nın kayda değer işler yaptığını söylemek pek de kolay değil.

İpek Yolu Film Festivali gibi bir “özgün” etkinlik, BŞ Belediye Başkanı Recep Altepe’nin bağnaz ve aşırı tutucu danışmanlarının yanlış yönlendirmesi nedeniyle, saçma sapan gerekçelerle yok edildi.

Umarım ilerleyen yıllarda aynı akıbet FotoFest’in başına gelmez! Çünkü, Türkiye’nin tek uluslararası Fotoğraf Festivali'nin ne denli önemli olduğunun, birçok kişi hala farkında değil.

BUFSAD ve Dr. Ceyhun İrgil’in girişimleriyle hayat bulan FotoFest’e bütün Bursa’nın sahip çıkması gerek!

Bursa’da tiyatro anlamında iyi şeyler yapılıyor son yıllarda. Özellikle AVP Devlet Tiyatrosu Sanat Yönetmenliği görevini üstlenen Arzu Tan Bayraktutan’ın sihirli dokunuşu Bursalı tiyatroseverleri yeniden AVP sahnesine akın etmesinde etken oldu.

Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nde yaşanan sarsıntılar sonrası Genel Müdür değişince, bir çok bölge müdürü tepki olarak istifa etti. Bursa AVP'de de yarın öbür gün ne olur, Bayraktutan istifa eder mi, etmez mi, eder de istifası geçerli kılınırsa yerine kim gelir bilinmez; ama Arzu Tan Bayraktutan'ın kısa döneminde gözle görülür, ciddi bir canlılık yaşandığı da gerek.

Bu sezon İngiliz yönetmen Malclom Keith Kay tarafından sahneye konan “Hastalık Hastası” ile usta tiyatro adamı Ali Düşenkalkar’ın yaratıcılığını ekleyerek yeniden hayat bulan “Kanlı Nigar” oyunları neredeyse kapalı gişe oynayacak düzeyde, Bursalı sanatseverler tarafından tam not aldı. Oda Tiyatrosu’nda Zeynep Su Kasapoğlu’nun sahneye koyduğu “Kozalar” da DT’nin ilgi gören bir başka oyunu olarak dikkat çekti.

Sadece sahnelediği oyunlarla değil, Feraizcizade Gençlik Tiyatro Kursu ile gençlerle birlikte yetişkinlere de tiyatro eğitimi vermeye başlayan AVP Devlet Tiyatrosu, kentin sanatsal canlılığına yadsınamaz bir katkı sağlıyor.

Bursa BŞ Belediyesi Şehir Tiyatrosu ise geçen yıldan kalan Buzlar Çözülmeden, Gulyabani ve Evlenme ile bu sezon perdelerini açarken, yeni oyun için çok geç harekete geçti ve Devlet Tiyatrosu’nun çok çok gerisinde kalması, “Recep Altepe başkanlığındaki Büyükşehir Belediyesi’nin sinemadan sonra  tiyatroyu da mı yok etmeye çalışıyor?” sorusunu akıllara getirdi.

Ama son anda Orhan Asena'nın kaleme aldığı "Ya Devlet Başa, ya Kuzgum Leşe" Yunus Emre Bozdoğan'ın rejisiyle bu yılki repertuvarına alarak, sahnelemeye başladı.

Nilüfer Belediyesi’nin bu yıl kurduğu Şehir Tiyatrosu ise yine Ali Düşenkalkar'ın ustalığını konuşturduğu "Eşeğin Gölgesi" adlı Haldun Taner oyununu izleyici ile buluşturdu

Bursa’da tiyatronun lokomotifi konumunda olan AVP Devlet Tiyatrosu ile Şehir Tiyatrosu’nın yanı sıra özel tiyatroların çabaları da kentin sanatsal dinamizmine katkı sağlamak için etkinlikler yapıyor. Özel tiyatrolar içinde uzun yıllardır en ciddi çalışmalar yapan tek topluluk Ekim Tiyatrosu’ydu. Bursa Barosu özel tiyatro olarak kabul edilmese de, önemli oyunlara imza attı. Baro Tiyatrosu bünyesinden çıkan Avukat İzzet Boğa’nın kurduğu, çiçeği burnunda “Adranos Tiyatro” Aziz Nesin öykülerinden İzzet Boğa tarafından oyunlaştırılan “Sardalya” adlı oyunla etkili bir giriş yaptı. Nilüfer Belediyesi’nin tahsis ettiği Uğur Mumcu Sahnesi’ni kullanan Adranos Tiyatro, Bursa’da eksikliği hissedilen, “özgün ve daha önce denenmemiş” tiyatro çalışmalarıyla iddialı olduğunu kanıtladı.

Nüfusu 3 milyona yaklaşmış bir kentin sanat etkinliklerini sıralarken listenin çok daha uzun olmasını umardım ama ne yazık ki, 2015’in ilk ayını eskitmeye başladığımız şu günlerde bile sanatın sihirli gücünden korkanların olduğunu görmek, yarınlara dair umutlarımızı köreltiyor.

Özellikle, Anadolu'nun ilk tiyatrosunun temellerinin Ahmet Vefik Paşa ile atıldığı Bursa'nın daha öncü ve dinamik olmasını haklı olarak bekliyoruz.

Bununla ilgili ilk oyun da İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından bu yıl sahnelendi ve geçtiğimiz hafta Bursalı izleyiciler ile buluştu. "Paşa Paşa Tiyatro, Veyahut Ahmet Vefik Paşa" Genç yazar Gökhan Erarslan kaleme aldığı ve Mutlu Güney'ın sahneye koyduğu, Bursa için de çok özel ve anlamlı bir oyundu. Bir daha Bursa'ya gelir mi bilemem ama bu coğrafyada sanat yapmanın zorluğunu cesur bir biçimde ortaya koyan, mutlaka görülmesi gereken bir oyun olduğunu anımsatmak isterim...

Evet sanat sihirlidir ve “adamı çarpar” ama çarpılan kör olmaz, aksine gözleri açılır ve dünyayı daha iyi, daha farklı algılar!

Ya da belki birileri, bazılarımızın gözlerinin açılmasını istemiyordur, kim bilir!

Ama siz siz olun, Bu kentin sanatçılarına, hiç olmazsa alkışlarınızla destek olun!

Çünkü alkışlarınızdan akacak o enerji, sanatın sihirli gücünden korkanları kör etmeye yetecektir!

Pes etmek yok alkışlamaya devam! ;)

https://twitter.com/inSanatDernegi

Çarşamba, Ocak 14, 2015

Netanhayhu ne demek istedi?

Paris’teki mizah dergisi Charlie Hebdo'nun ofisinin 7 Ocak'ta saldırıya uğraması, ikisi polis, dördü karikatürist olmak üzere toplam 12 kişinin hayatını kaybetmesinin ardında düzenlenen eylemler, yürüyüşler, Müslümanlara karşı saldırılar, yine Müslümanlara karşı açıklamalar birbirini izlerken, benim en çok dikkatim, çeken İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun çağrısı oldu.

Hemen akabinde bir markette Yahudi asıllı Fransız vatandaşlarının da yaşamını yitirmesini fırsat bilen Netanyahu, olaylar sıcaklığını korurken Avrupa’da yaşayan tüm dindaşlarına seslendi ve "İsrail'e göç etmek isteyen her Yahudi, burada sıcak bir kalp ve açık bir kucakla karşılaşacak. Aynı zamanda sizin de devletiniz olan bu ülkenin sizi de içine almasına yardımcı olacağız" dedi.
Haydaaa, durup dururken, “İsrail’in bu panik hali de ne?” diye aklımızdan geçebilir…
Hatta, ilk bakışta bunun doğal bir tepki olduğunu bile düşünebiliriz.
Fakat zamanlama pek manidar…
Paris saldırıların hemen ardından yapılan bu açıklama akımı da karıştırdı. Çünkü Avrupa’da en fazla Yahudi nüfusu Fransa’da yaşıyor!
Yahudilerin varlığı, Avrupa’da güçlü bir lobinin oluşmasında hayati önem taşıdığını üst düzey bir Yahudi bilmez mi?
Bilmez olur mu?
E madem bilir de, bu çağrı ne alaka?
Netanyahu’nun bu çağrısına Avrupa’da yaşayan kaç Yahudi icabet eder bilemiyorum. Zira tıpkı dünyanın öteki yerlerinde yaşayan Yahudiler gibi, Avrupalı Yahudiler’in de rahatı pek yerinde ve bu rahatlarını bozup İsrail’in kaotik ortamına girip huzurlarını bozmak isterler mi, gerçekten de merak konusu?
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bu çağrısı, 2. Dünya Savaşı ve Nazilerin Yahudilere yaptıkları soy kırımı anımsattı bana.
"Ne alakası var?" demeyin…
Çünkü Nazi partisinin en büyük finansörü dünyaca ünlü Rothschild ailesiydi…
Yahudi bir ailenin Nazileri finanse etmesi ve Nazilerin Yahudilere soykırım uygulamasının mantığını bulursanız, Netanyahu’nun bugünkü çağrısını da anlayabilirsiniz, aslında!
Gerçi, Nazilerin soykırımına rağmen Avrupa’da ki Yahudilerin büyük kısmı Ortadoğu’nun göbeğindeki çorak araziler üzerine kurulan, vaat edilmiş toprakların Kudüs merkezli İsrail’ne gitmeye sıcak bakmadı.
Bugün giderler mi Avrupalı Yahudiler?
Zor tabi…
E o zaman ne yapmak gerekir?
Netanyahu’nun çağrısına ya seve seve ya da zorla uymalarını sağlamanın bir yolunu, yordamını bulmak gerekebilir!
Yeni bir maşa, yeni bir taşeron, yeni bir kaos ortamı yaratmak lazım, ki Avrupalı Yahudiler kendilerini Avrupa'da huzursuz hissetsinler…

(Bu arada, hatırı sayılır bir yoğunlukta olan Türkiye'deki Yahudilerin de, 6-7 Eylül olaylarından sonra İsrail'e gitmek zorunda kaldıklarını anımsatmakta yarar var)

Özellikle IŞİD’e karşı bu güne kadar, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” politikası uygulayan İsrail devletinin bundan sonra atacağı adımlara ve yapacağı açıklamalara dikkat etmek lazım!
Çünkü küresel güçler için Dünya bir oyun alanı ve ülkeler de onlar için birer yarış atıdır!
Ve küresel güçler bütün atlara oynar...
Onların en güçlü olanları ise Yahudi aileleridir, başında da Rothschildler gelir ve onlar asla kaybetmez!
Çünkü oyunun kurallarını hep onlar belirler…

https://twitter.com/inSanatDernegi

Pazartesi, Ocak 05, 2015

İktidarın gücü adına...

Demokrasini gücü adına, güüüüüç onda artık!
Hi-Man’ı 90’lı yılların gençliği iyi bilir. Kılıcını havaya kaldırır ve aynen şöyle bir nida duyulurdu: Gölgelerin gücüüüü adınaaaa, güüüüç bendeee artııık… Hiiii meeeennn!
He-Man’ın TV’de yayınlandığı yıllarda Türkiye’de üç ayrı güç odağı vardı…
Ordu…
Siyasiler…
Ve patronlar…
Yani TUSİAD!
***
Ahmet Hakan, yeni yılın 3. günü, yani cumartesi günkü "Türkiye'nin en aciz kuruluşu: TÜSİAD" başlıklı yazısında TUSİAD’ın AKP ve CumhurBaşbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan karşısında düştüğü çaresizliği çok güzel özetlemiş. Oysa bu TÜSİAD değil miydi, 80 öncesi iktidarları belirleyen, istediği partiyi seçtirip, diğerini düşüren…
TUSİAD’'ın düştüğü şu durum bile ülkenin geldiği noktanın vahametini kanıtlamaya yetiyor! Ee ama müstahak… Anımsıyorum da, Ecevitli CHP'yi devirmek için gazetelere Gerçekçi Çıkış Yolu” başlıklı çarşaf çarşaf tam sayfa ilanlar vererek Demirelli AP'den yana bariz tavır aldığını yedi düvele duyuran da işte bu TUSİAD değil miydi? CHP iktidara geldiğinde piyasada yokluk yaratılmasının 1 numaralı etkenin kim olduğunu benim kuşağım çok iyi biliyor… Kuyruklarla halkı sindiren TUSİAD bu TUSİAD işte; ortaya çıkan bu yeni Türkiye en az Ordu kadar TUSİAD’ın da eseridir!
Şimdi dizginler siyasi vesayetin elinde.
İktidarın gücü adına, güüüüüç AKP’de, AKP’nin gücü Erdoğan’da!
Heee Meeennn, pardon “Reee Teee Eeeee!”
***
Evet, 2015 itibariyle Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin en kudretli, en muktedir, en korkulan, en dehşet, en en en en TEK ADAMI!
Yani özetle, Türkiye’nin tek sahibi, evet evet yanlış okumadınız; hepimizin tek sahibi haline gelmiştir Erdoğan, etrafındaki taparcasına biat edenlerin sayısı arttıkça, zirvedeki yerini de iyice pekiştirmektedir...
Kimi diyarlarda bu  tür yönetimlere dikta, diktatörlük, totaliter ve tek adamlı baskıcı yönetimler
olarak adlandırılabilir.
Sn CumhurBaşbakanımız bu tanımlara çok kızdığı için (ben de gazabına mazhar olmamak adına) sadece "sahip" demeyi uygun görüyorum(!) Sonuçta, "o ne derse o oluyor"sa, bu sahiplik değil de nedir?
Eskiden Ordu fenomeni vardı, onu destekleyen TUSİAD ve siyasi partiler… Ordu’nun, yani paşaların canı sıkıldı mıydı, memleketin anasını ağlatırlardı. Şimdi tek bir adam var; hem başbakan, hem Cumhurbaşkanı, hem paşa, hem, TFF başkanı, hem patron, hem Belediye Başkanı, hem; hemen hemen her şey. Bir insanın demokrasiyi kullanarak, 21. yüzyılda gelip de varabileceği, elde edebileceği en büyük makam, mevki ve kudreti Rabbimiz ona nasip etmiş, kim ne diyebilir ki(!)
Bundan sonra her şeyimiz, kaderimiz, sahibimizin iki dudağı arasında.
O ne derse o olur, hamd olsun(!)
***
Malum, 2014 bitti, yerine yenisi geldi, adına da 2015 dediler…
Şu bir gerçek ki, her gelen yıl, eskisini aratır oldu. 90’ların başından bu yana dünyanın başı bitten, k.çı da itten kurtulmuyor.
Doğal felaketler bir yana, savaşlar da yarınlara dair umutlarımızı tüketmeye yetiyor…
2006’yı 2007’ye bağlayan yılbaşı veya yıl sonu, Kurban Bayramı ile yeni yıl kutlamaları çakışmış, Müslümanlar, hem bayramı, hem de yeni yılı kutlamıştı.
Benzer bir çakışma da bu yıl yaşandı ve yeni yıl ile mevlit kandili peş peşe geldi…
Dini bütün vatandaşlarımız, özellikle de sosyal medya aracılığı yeni yılın kutlanmaması için, (tıpkı 8 yıl önce olduğu gibi) yine enteresan bir çaba içerisine girdiği görüldü…
Fakat bu dini bütün arkadaşlarımıza yeni yıl kutlamaları ile noelin aynı şey olmadığını anlatamadık gitti.
 “Müslümanım” diyen bu dostlarımızın, birileri yeni yılı kutladığı için gösterdikleri tepkiyi, yolsuzluk iddiaları karşısında, gelir adaletsizliğine, TL’nin ABD doları karşısında sürekli değer kaybetmesine kayıtsız kalmasına anlam veremediğimizi de anımsatmak isteriz!
“Noel, İsa’nın doğum günü. Kutlayanlar kafirdir, dinsizdir” dediler, eyvallah da Hz İsa da, tıpkı Hz İbrahim, Hz Musa gibi, aynı zamanda Müslümanların da inandığı bir peygamber değil mi?
Kaldı ki, Hristiyanlar noeli 25 Aralık’ta kutluyor, diğer insanların, sadece yeni bir yıla girmenin coşkusunu, “sevgi, dostluk ve kardeşlik” mesajlarıyla kutlamasının nesi kötü?
***
Bir yıl daha geride kaldı ancak, hem ülkemizi, hem de dünyayı çok karanlık ve istikrarsız günler bekliyor. Cehalet hastalıklı bir ur gibi, özellikle Müslümanları sarmış, yavaş yavaş yok ediyor, Cehalet aynı zamanda istikrarsızlık yaratıyor. İstikrasızlık demek kargaşa demek, kargaşa demek mutlu bir azınlık, mutsuz bir çoğunluk demek…
Keşke 2015’i atlasak da 2016 veya direkt 2020’ye geçebilseydik, belki makus talihimizi de böylece pas geçmiş ve hiç yaşamamış olurduk, ah keşke(!)


Cuma, Ocak 02, 2015

Russell bana bir masal anlat!

Yeni Zelandalı Russell Crowe, Okyanusya'nın sinema dünyasına sunduğu birçok yıldızdan sadece biri değil, o artık bize daha yakın olanı…
Gerçi Avustralyalı süper yıldız Mel Gibson 1981’de Gelibolu filmiyle karşımıza çıkmıştı da, Russell Crowe’ın Son Umut (The Water Diviner) filminin yeri bir başka olacak sanki...
İlk uzun metraj filmi için Çanakkale konulu bir projenin altına yönetmen ve oyuncu olarak imza atmış Crowe.

Filmi yılın sonu günü izledim. Sinematografik anlamda söylenecek söz yok. Görsel ve işitsel açıdan gayet tatmin edici. Oyunculuk konusu ise tartışılabilir. Özellikle de (yoksa bize mi öyle geliyor?) en vasat performans Ayşe karakteriyle karşımıza çıkan Ukraynalı Olga Kurylenko olmuş. (Keşke bir Türk aktris oynasaymış) Yılmaz Erdoğan’a ne desem azdır. Bir Türkiye Kürdü olarak Osmanlı subayına hayat vermesi şahaneydi! Oyunculuğuna da söyleyecek söz bulamıyor, (aynı yolun yolcusu biri olarak) feci şekilde kıskandığımı eklemek istiyorum(!)

Ben filmin öyküsüyle ilgilendim daha çok. “Crowe, bu ilk yönetmenlik denemesinde, bizim için destansı öneme sahip bir öyküyü nasıl anlatmış, nasıl bir üslup kullanmış?” çok merak ediyordum…

Gerçek bir öyküye, serpiştirdiği fantastik unsurlar, filmin atmosferini masalsı bir boyuta taşımış. Özellikle uçan halı metaforu büyük trajedinin bir masal gibi anlatabileceğini kanıtlıyor. Bu masal örgüsü içinde, gerçeküstü motifler filmin vaat ettikleriyle de örtüşüyor. Avustralya’nın çorak ve kurak ikliminde “su bulucu” olarak çalışan çiftçi Connor, yetiştirdiği aslan gibi 3 evladını İngilizler istedi diye Türklerle savaşmak üzere Çanakkale’ye yolluyor. Öldükleri haberini alınca da (savaş bittikten 4 yıl sonra) cenazelerini bulmak üzere Gelibolu’ya gitmek için Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a geliyor. Yılmaz Erdoğan’ın canlandırdığı Binbaşı Hasan’ın da dediği gibi, “Kaç baba oğullarını bulmak için geldi ki?” repliği Connor’ın Çanakkale’deki varlığını meşrulaştırmaya yetiyor. Su bulmadaki yeteneğini oğullarının cesetlerini bulmada da kullanınca, masalın girişi sonuçlanmış, gelişme kapısı aralanmış oluyor.

Her ne kadar Cem Yılmaz’ın “Hey onbeşli onbeşli” Türküsünü seslendirdiği sahne, Av Mevsimi filmindeki “Haydi gidelum haydi” Türküsünü söylediği sahneyi anımsatsa da, Russell Crowe gibi sektörün saygı duyduğu ismin bizden bir öyküyü samimi düşüncelerle beyaz perdeye aktarıp sinema dünyasına sunmasının çok önemli olduğunu dikkate almak gerek!

Cem Yılmaz ya da Yılmaz Erdoğan oynadığı için değil, bir Okyanusyalı’nın bakış açısıyla, Çanakkale destanının duymadığımız farklı bir masalını izlemek için sinemaya gidilir. Bildiğimiz ve yaraları (her iki toplum için) derin olan bir konuyu Russell Crowe çekmiş ve oynamış. Bize de sinemaya gidip gişedeki karşılığını vermek düşüyor.

Hele ki filmin Andrew Knight ile birlikte senaristi olan (Rum asıllı olduğunu tahmin ettiğim) Andrew Anastasios’un Yunanlıları zalim şekilde kaleme almış olması filmi daha da ilginç kılıyor…

(Nedense bir yabancı kendilerini eleştiren bir iş yaptığında hoşumuza gidiyor da, -Fatih Akın’ın The Cut’ta yaptığı gibi- bir Türk’ten eleştirel bir çalışma geldiğinde hemen kulaklarınızı dikiyor, dişlerimizi gösteriyor, bu tarz eleştirilere tahammül göstermeyi beceremiyoruz!)

The Cut da bir film, Son Umut’ta…

Filme film, masala, masal, gerçeğe de gerçek gözüyle baktığımızda bile, sanatsal çalışmalara saygı duymasını bir gün öğrenebilecek miyiz, merak ediyorum?