Cumartesi, Eylül 20, 2014

Hiç de “Cesur Yürek” değillermiş!

Çekler ile Slovaklar anlaşarak ayrıldı…
Ondan önce Yugoslavya’nın mutlu ve huzurlu aşk yuvası zorla yıkıldı…
O parçalanmanın ardından 7 farklı izdivaç çıktı. Demek ki çoklu evlilik bir süre sonra aile içi huzursuzluğa neden oluyormuş. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde yaşandığı gibi… Kaç devlete bölündüklerini meraklısı saysın…
Kıbrıs’ın zoraki evliliği yürüyecek gibi değildi. Kanlı bir savaşla boşandılar.
Flamanlar ile Valonlar Belçika’da boşanma aşamasına geldiler ama şimdilik izdivaçları devam ediyor.
Tüm bu olanlara rağmen bir boşanma davası haberi de çoklu evlilik içinde olan Birleşik Krallık’tan geldi. İskoçlar, İngiliz hareminden ayrılmak için harekete geçti ve ülke çapında referandum düzenledi.
Kimine göre İskoçlara rahat battı, durduk yerde ayrılma kararı aldılar… Kimine göre de, artan petrol gelirlerini diğer cariyelerle(!) paylaşmamak için ayrılmalarının zamanı gelmiş, hatta geçmişti bile…
5 küsur milyonluk ülkeye yapılan Birleşik Krallık’tan “boşanma” önerisine, İskoçya bağımsız bir ülke olmalı mı?" sorusuna karşılık yüzde 55’lik bir oran “Hayır” dedi…
Yani, İskoçların hiç de Cesur Yürek olmadığı da bu oylamayla ortaya çıkmış oldu. İskoçlar, Birleşik Krallık’ta kalmaya devam edecekler, fakat bu sonuç bile kaos yaratmaya yetti. Ayrılma yanlısı bölgesel hükümetinin başbakanı Alex Salmond istifa etti.
***
Neyse, ülke onların ülkesi… Kendi işimize bakalım da, bizim çorbamız taşmasın…
Çünkü Kürtlerin durumu, ayrılan ve ayrılma ihtimali bulunan ülkelerden pek de farklı değil. Hep diyoruz ya, “Biz Kürtlerle etle tırnak gibiyiz, ayrılamayız!” diye… Oysa pekâlâ etle tırnak ayrılır; ezilip moraran tırnak bir süre sonra da düşer, yerine yenisi çıkar. Bence bu et-tırnak benzetmesi yanlış. Biz Kürtlerle etle tırnaktan da öte, ebruli sanatının içindeki desenler gibiyiz. Öyle karışmış ve iç içe geçmişiz ki, ne Çekler ile Slovaklar, ne de diğerleri gibi kolay kolay ayrılamayız.
Bu açıklamadan sonra şu soruyu da sormak gerekir: Ya Kürtler ebruli desenini bozmak uğruna ayrılmak isterse, onları zorla mı tutacaz ülkede?
Zorla güzellik olur mu?
Bu konuda kişisel görüşüm şudur: Elbette zorla güzellik olmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nde benimle bir arada yaşamak istemeyen her kim varsa, ben de onlarla yaşamak istemem!
Peki, o zaman ne olacak?
Yaklaşık 40 bin cana mal olmuş, adı konmamış savaşı unutup, hiçbir şey olmamışçasına, medeni bir şekilde boşanacak mıyız? Yoksa Yugoslavya örneğindeki gibi parçalanıp, kan ve gözyaşı selinde boğulacak mıyız?
Dediğim gibi, bizimle birlikte yaşamak istemeyen Kürtlerin yolu açık olsun!
İskoçya örneğindeki gibi bir referandum yapılsın ve Kürtlere sorulsun: Türkiye’de TC vatandaşı olarak kalmak mı istersiniz, yoksa (zaten kurulan ama resmi olarak tanınmayan) Kürdistan’da yaşamak mı?
İskoçlar petrol kaynaklarını Birleşik Karlık ile paylaşmamak için ayrılmak istediler. Çekler de daha fakir olan Slovaklarla zenginliklerini paylaşmak istemediği için ayrılmıştı.
Peki ya Kürtler Türkiye ile hangi kaynaklarını paylaşmak istemiyorlar da ayrılmak için her türlü numarayı çekiyorlar? Vergi desen Güneydoğu’dan vergi toplanamıyor… Elektrik desen beleş, su beleş, o beleş, bu beleş!
Ha, Kürdistan’da özgür olacaklarını düşünüp bağımsızlık hayallerinin peşinde koşabilirler elbet!
İyi de burada kaynaklarını paylaşan Kürtler mi, yoksa Türkler mi?
Tabi bu Güneydoğu’dakiler için geçerli ki, tahmini rakamlara göre 15 milyonluk Kürt nüfusunun büyük bölümü batıda yaşıyor.
Elbette, İstanbul’a yapılan yatırım ile Hakkari’ye yapılanlar aynı değil. Fakat durum Çorum, Çanakkale, Tokat ve Uşak gibi iller için de farklı değil… Onlar da İstanbul’a verilen hizmetin onda birini göremiyorlar ki…
Asıl soru şu: Olası bir ayrılıkta, batıdaki Kürtler ne olacak?
Çocuklar babada mı kalacak, ana da mı?
Bir de, evliliklerle karma karışık olmuş aileler var, onlar ne olacak?
Etrafımdaki bazı Kürt dostlarıma bu soruyu sordum: “Böyle bir referandum yapılsa kararınız ne olur?” Boşanmak için, “evet mi, hayır mı?” dersiniz?
Bilin bakalım batıda yaşayanların büyük bölümü ne diyor?
Peki… Varsayalım referandum yapıldı ve sonuç ayrılık için “evet” çıktı… Ne olacak? Batıda yaşayan Kürtler zorla mı Kürdistan’a sürülecek? Mübadele mi olacak? Mübadele kiminle olacak, hangi halkla? Güneydoğu’da Kürt’ten başka halk var mı?
Siz de sorun Kürt arkadaşlarınıza. Ya da Kürt’seniz ve batıda yaşıyorsanız, kendinize yöneltin şu soruyu:  Kürdistan yarın kurulsa, gider miyim? (gGider misiniz?)
Yanıtı zor sorular bunlar…
İşte bu durumu bilen (dış güçler mi desem, içimizdeki hainler mi desem ne desem) bu işin referandumla, gönül rızasıyla olmayacağını bildiği için Kürt yarasını kaşıyıp duruyorlar. Yara çoktandır iltihaplı, hatta kangrene bile çevirmiş olabilir.
Bu zoraki boşanma için sokaktaki Türkler çok tahrik edildi ama bu tuzağa düşülmedi.
Fakat Kürtler düştükleri tuzağın farkında değiller hala ve tedavi etmek yerine iltihaplı yarayı kurcalayıp duruyor, hem ülkeyi hem de kendilerini güçsüzleştirip, birilerinin ekmeğine de durmadan yağ sürüyorlar!

Unutmasınlar ki Türkiye gemisinin içinde onlar da var. Batarsa hep birlikte dibi boylayacaz. Zira Kürdistan filikası onları taşımaz… Kürekleri de, dümeni de yok!

Perşembe, Eylül 18, 2014

Ters reaksiyon yapan dizi…



Reaksiyon nedir, önce ona bakmak lazım: Tepki, tepkime…
Bir de aksiyon var…
Gerçi, her aksiyon (etki) bir reaksiyona (tepkiye) sebebiyet verir ama bir dizi film projesine eğer “Kod Adı Reaksiyon” adını koyuyorsanız, hakkını da vermeniz gerek…

Öncelikle farklı bir iş çıkarmak için çok iyi bir planlama yapmak, işlenmemiş bir konu bulmak lazım.
Sadece oyuncu kadrosu, bütçesi ya da kullandığınız efektler, teknik malzeme de değil.
Öykünüz özgün, anlatım diliniz farklı, kamera açıları alışılmışın ötesinde olmalı…
Bunları yaparsanız iddialı adınızın altını da doldurmanız mümkün. Yoksa reaksiyon ters tepebilir.

Dizide en çok eleştiri alan da kuşkusuz Erdal Beşikçioğlu oldu. Oysa Beşikçioğlu’na gelmeden önce eleştirilecek o kadar çok şey var ki…

Ama birinin altını çizmek istiyorum: Bölümün sonunda hava alanına üstünde uçak infilak ediyor, parçalar oraya buraya yola felan savruluyor. Patlama efektinin amatörlüğü bir yana, kardeşim gökten yağmur ya da dolu değil uçak parçaları düşüyor, oyuncu arkadaşlarımız o kadar rahatlar ki, başlarını elleriyle koruyorlar. Hani üstlerine koltuk ya da kanat, teker-meker falan denk gelirse bir şey olmasın diye! :D

Şaka değil, valla aynen öyle.
Tamam, Türk’e bir şey olmaz(!), o ayrı mesele de; kardeşim hiç mi gavur neler yapıyor izlemiyorsunuz?
Hiç mi “işin mantığı, matematiği nedir” hesaplamadınız?
Onca bütçeye, onca masrafa yazık değil mi? Onca ekip, onca asistan, yardımcı yönetmen, proje danışmanları, (Bahadır Özdener, Başar Başaran) ve bir de nal gibi yönetmen (Onur Tan) ne iş yapar arkadaş? Kimse uyarmaz mı? “Türk izleyicisi o kadar aptal değil, bu sahneleri yemez” diye!
Ha bir de paraşütle nereye atladığı anlaşılamayan biri var ki…
Bir de yerli yersiz, özensiz döşenmiş Fahir Atakoğlu imzalı müzikler de cabası...

Reaksiyon yeni bir şey vaat etmeyen, çok berbat bir aksiyon TV dizisi… Evet, belki de tıpkı dedikleri gibi Kurtlar Vadisi’nin çakması, hem de kötü çakması. Hiç olmasa onun bir mantığı var(dı)…

Erdal Beşikçioğlu’na gelince…
Kalitesi ortada… Ama Behzat Ç öyle bir yapıştı ki… Oradaki performansı insanları o kadar etkiledi ki…
İster istemez yapacağı her iş Behzat Ç ile kıyaslanacaktır. Ne yazık ki, Reaksiyon’daki istihbaratçı derin devlet adamı Dayı ile asi emniyet amiri Behzat farklı karakterler. Sıradan izleyici bunu ayırt edemez!
Nitekim de öyle oldu. Herkes Beşikçioğlu’nun Dayı’sını yadırgadı.

Erdal Beşikçioğlu güçlü bir aktör. İşi bu, böyle bir rolü kabul ettiği için Beşikçioğlu’nu yargılamaya kimsenin hakkı yok. Çünkü bir oyuncu her rolü oynayabilmeli.
“Böyle bir karakteri oynamayı neden kabul etti?” diye sormaktan çok, “O karakteri  nasıl canlandırmış, başarılı mı, değil mi?” ona bakmalı…

İlk bölümden anlaşıldı ki, “Reaksiyon”u Erdal Beşikçioğlu ve hatta uluslararası üne sahip Ermeni asıllı TC vatandaşı aktör Kevork Malikyan bile kurtaramayacak, zira öykü bildik, senaryo vasat, reji çok kötü!

Çünkü Kod Adı Reaksiyon, ne Behzat Ç'nin ne özgünlüğüne, ne Muhteşem Yüzyılın popülaritesine, ne de Ulan İstanbul'un samimiyetine sahip...

O nedenle, değil Beşikçioğlu ya da Malikyan, Marlon Brando dirilip gelip oynasa, nafile…

Perşembe, Eylül 11, 2014

Ölü işçiler derneği…

Türkiye Cumhuriyeti’nde maden ocaklarında 50 yılda ölen işçi sayısını bilen var mı?
Ben söyleyeyim: 3 binin üzerinde…
Yazarken çok olay; rakamla 3000, yazı ile üç bin…
Hadi maden ocaklarında çalışanların fıtratında var diyelim, peki inşaat sektöründe ölen işçi sayısı hakkında bir fikriniz var mı?
50 yılın değil ama 2013’ün bilançosu elimizde var, rakamla değil, sayıyla da yazmak yeter: 294
Peki 2013’te toplam ölen işçi sayısını da yazayım mı?
Yazayım tabi: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'nin verilerine göre 2013'te 1235 işçi yaşamını yitirdi.
Bu rakamlara 2014 ölümleri dâhil değil.
Bunlar sönen ocaklar, solan nefesler, artık atmayan kalpler. Hepsi toprak oldu. Bunlar üzerinden birileri çok paralar kazandı, devlet bunlardan vergi aldı, belki de alamadı. Bu kanlı paralarla okul yaptırıldı, birçoğu da imam hatip. Buralardan elde edilen gelirlerle yapılan okullarda birileri adam olmaya çalıştı. Kimi oldu, meclise kadar yükseldi, birileri de öyle çok yükseldi ki adamlıkta; arşa erdi adamların en adamı oldu(!)
Toplanan kanlı vergi paralarıyla acayip oranda, müthiş duble yollar, göz kamaştırıcı köprüler, AVM’ler yapıldı. Köprülerin bir kaçı çöktü, yine birileri öldü. Kanlı paralarla yapılan yollarda trafik kazaları, bayram öncesi ve sonrası kana karşılık kan ve can almaya devam etti.
Sırada Kurban Bayramı var,  kim bilir kimlerin taksiratı yollarda kesilecek!
Konumuz işçi ölümleri, hani son inşaat asansörü çöktü ve yine garibanlar öldü ya…
Patronlar suçu yine garibana attılar… Meğer suç işçilerinmiş. 5 Gün önce işe başlayan garibanı asansör görevlisi olarak işe almak suç değil ama o işe başlamış olmak suç.
Hazır bu kadar çok mevta işçimiz var, “Ölü İşçiler Derneği” kurulsa mı ki?
Bi de aklıma gelmişken, bu işçilerin ölüm nedenlerine baksak mı?
155 işçi düşme, 50 işçi göçük ve ezilme, 17 işçi elektrik çarpması, 15 işçi diğer nedenlerden dolayı (kalp krizi vb.) 13 işçi trafik, servis kazası, 10 işçi patlama, yanma, 7 işçi nesne çarpması, düşmesi, 5 inşaat işçisi zehirlenme nedeniyle Ölü İşçiler Derneği’ne kayıt yaptırmış(!)
İnşaat sektöründe beş çocuk işçi, dokuz göçmen işçi ve emekli/emeklilik çağında çalışan 52 işçi hayatını kaybetmiş.
Hayatını kaybeden işçiler arasında Orta Karadenizliler ilk sırada, sonra Doğulular (Kürtler) ağırlıklı  geliyor
Ölü İşçiler Derneği’ne üye kayıtları, 54 ölümle İstanbul, 11 ölümle Ankara, 9’ar ölümle Adana, Bursa ve Kocaeli, 8’er ölümle İzmir ve Kayserii 7 ölümle Ordu, 6’şar ölümle Antalya, Isparta, Konya ve Manisa, 5’er ölümle Aydın, Edirne, Hatay, Tekirdağ ve Trabzon, 4’er ölümle Çorum, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Karaman, Kastamonu ve Mersin, 3’er ölümle Adıyaman, Batman, Çanakkale, Çankırı, Denizli, Malatya, Mardin, Sakarya, Samsun, Tokat ve  Afganistan, 2’şer ölümle Bingöl, Düzce, Erzurum, Kahramanmaraş, Karabük, Kırıkkale, Muğla, Osmaniye, Rize, Siirt, Sivas, Şanlıurfa, Şırnak, Tunceli, Irak ve Özbekistan, 1’er ölümle ise Aksaray, Artvin, Balıkesir, Bilecik, Bitlis, Bolu, Giresun, Iğdır, Kars, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, Muş, Yozgat ve Zonguldak yer aldı.
Yani Azrail’in uğramadığı vilayet ve şantiye kalmamış gibi. Ekstradan bi de Özbekistan’a da gitmiş..
Şaka değil, gerçek desem inanır mısınız?
Sağlıklarında, sendikaları tarafından sahipsiz bırakılan işçilere, Ölü İşçiler Derneği kurulduktan sora birileri harcanmış haklarını iade eder mi?
Yoksa “ölen işçi ölmüştür, kalan sağları sömürmeye devam” mı ederler?


Salı, Eylül 09, 2014

Çekirge bu kez sıçrayamadı!

Eee Litvanya bu, öyle son dakkalara, hele son saniyelere bırakmaz işini, kötü oynayanı affetmez!
Affetmedi de…
Çeyrek finalde kaybettik…
Yenebilir miydik Litvanya’yı?
Elbette…

Litvanya gibi basketbolu ekol olmuş bir rakibin karşısına çıktıysanız, hatasız oynamalısınız…
Sadece hatasız mı?
Elbette hayır… Mükemmel oynamalısınız.
Savunmada açık vermeyeceksiniz, hücumda yüksek yüzdeyle oynamalı, ribauntlarda üstünlük sağlamalısınız…
Bunları biz yaptık mı?
Hayır…

E o zaman kazanma şansınız yok…
Grup maçlarında ve son Avustralya karşısında son saniyelerde maçı çevirebilirsinız de, Litvanya bu fırsatı vermez. Savaşmazsanız, takım oyununu ortaya koyamazsanız, geçmiş olsun!
Kazansaydık muhtemelen ABD’nin rakibi olacaktık.
Ve muhtemelen ABD bizi fena yapardı…
“İyi ki de elendik” demiyorum elbet… Bir kez daha ABD ile oynamak keyifli olacaktı, en azından iyi bir deneyim.

Peki neden kaybettik, neden Litvanya’yı yenemedik?
Başta da dedim ya, Litvanya bir basketbol ülkesi ve Dünya’da, ABD, İsrail, Yunanistan ve Hırvatistan gibi gerçek bir ekolü!

Biz ise ekol falan olamadık hiç. Avrupa ve Dünya Şampiyonaları’nda elde ettiğimiz ‘iki’ncilikler dışında üst düzeyde kazandığımız bir başarı yok.

Uzun süredir ulusal takımlar çapında bocalıyorduk. TBF’nin yanlış antrenör seçimleri bize çok zaman ve deneyim kaybettirdi. Ergin Ataman tercihi ise çok geç yapıldı. Buna rağmen Ataman’nın genel anlamda başarılı olduğunu söylemekle beraber, Litvanya önünde oyuncularını kullanma skalasını geniş tutamadığını gördük. Özellikle dış şut atabilecek skorer çıkartamadı. Emir kısırdı. Ender istenilen düzeyde değildi. Kenarda Cenk vardı ama nedense Ergin hoca, ABD maçı dışında ondan istediği gibi yararlanamadı.

Cenk gibi şutör oyuncular moral ve motivasyon ve sürekli oynayarak-oynatılarak katkı sağlar. Ergin Ataman, ne yazık ki Emir’e tanıdığı hata yapma şansını Cenk’e tanımadı. Bu tolerans Emir’in son saniyelerde maç kazandırmasına yaradı. Fakat Emir kötü oynadığında yerini dolduracak Cenk’i kenarda unuttu.

Zaman zaman bunu Oğuz için de yaptı.
Ömer yorulduğunda veya faul sıkıntısı yaşadığında, Litvanya gibi böylesine önemli bir rakibe karşı, en kritik anlarda Oğuz yerine gitti Barış Hersek’i sahaya sürdü.
Litvanya coachı Jonas Kazlauskas kenarda bekleyen neredeyse tüm oyuncuları kullanırken, Ergin Etaman ikinci beşten alternatif üretmekte yaratıcı olamadı.
İşte bu durum iki takım arasındaki en belirgin ve en önemli farktı ve maçın sonunda kazanan takımı belirleyen unsur oldu…
Kimileri buraya kadar gelinmesini başarı olarak görebilir ama bence ortada başarı falan yok. Başarı ancak madalya olsaydı “başarı” olarak adlandırılabilir.

Şu gerçeği de göz ardı etmek haksızlık olur: “Bu takımda iş var” Enes Kantar ve Ersan İlyasova’nın katılmasıyla, Ergin Hoca’nın da yanlışlarını görüp daha çok deneyim kazanmasıyla önemli turnuvalarda madalya kazandırabilir.

Hiç olmazsa bu potansiyeli olduğunu bize gösterdi.
3 kere, son saniyelerde sıçrayabilen çekirge değil de, gerçekten de dev olduğunu da kanıtlayabilir… ;)




Pazartesi, Eylül 08, 2014

Anlaşıldı, devlerin fıtratı bu!

Dünya Basketbol Şampiyonası’nda 2. tur maçında Türkiye, Avustralya’yı da yendi ve çeyrek finalde Litvanya’nın rakibi oldu.

Maçın başında aslında kontrollü ve kendinden emin bir takım havasındaydı Millilerimiz.
Ancak daha ilk çeyrek biterken ortada bir gariplik olduğu anlaşıldı. Zira maçın skorunu sürükleyen, takımı ayakta tutan tek adam Sinan Güler’di.

Bir önceki Dominik Cumhuriyeti maçını pek rahat kazanan ve ekran başında maçı izleyen bizlere de göbeğimizi kaşıya kaşıya galibiyetin keyfini çıkarmamızı sağlayan takım “nihayet özgüvenini kazandı” dedirtmiş, kazanarak Avustralya’ya rakip olurken, kaybetmemiz halinde olası rakibimiz Litvanya karşısına çıkmaktan da kurtarmıştı bizi.

Litvanya bir basketbol ekolü ve Türk basketboluna fena halde ters gelen oyun anlayışları var. Açıkçası benim gibi birçok kişi Avustralya ile çeyrek finalde eşleşmekten çok memnundu.

Benim aklım hala ABD maçında ilk 3 periyot oynanan inanılmaz basketboldaydı. ABD gibi bir takıma karşı 3 periyot direnen bir takımın potansiyeli de üst düzeyde olmalıydı değil mi?

İşte beni ve benim gibileri ve hatta Milli basketbolcuları gaflete düşüren de bence o 3 periyot oldu.
Gönlümüzün 12 Dev Adamı belli ki rakip seçiyor. Yoksa biraz dişini sıksa ABD’yi bile devirebilecek bir potansiyel nasıl olur da dengi olmayan takımlara karşı bu kadar zorlanır, anlamak mümkün değil.
Avustralya maçını rahat kazanacağını düşünüyordum.

Çok fena yanıldım.
Çünkü geç de olsa anladık ki bu takımın fıtratında zorlanarak kazanmak var. Zorla ve uzatmalarda kazandığımız grup maçlarının birini daha yaşattı bize Milli Takım, yine basit ve tuhaf hatalar, yanlış top kullanma tercihlerine rağmen, maçı son saniyelerde çevirip  65-64 kazanmayı başardık.

Maç esnasında Twitter hesabımdan, “aha buraya yazıyorum, 49-57 oldu. bu takım buradan maçı çeviremez. Senin NBA patentli pivotun uyuyor ve ribaunt kısırıysa bugün bu maç gider!” diye yazdım, Bunu yazdıktan sonra önce Ender, sonra da özellikle Emir, maç boyunca saçmalıklarını unutturan bir performans ortaya koydu ve maçı kazandıran isim oldu.

Sırada Litvanya var. Yenersek yarı finalde ABD’ye rakip olacaz. Zira ABD Slovenleri havada karada yener.

Biz Litvanya’yı yenebilir miyiz?
Hem yeneriz, hem de farklı bir skorla yenilebiliriz…
Rakip çok güçlü olduğu için tam odaklanıp gerçek performansını da sergileyebilir, panik yapıp daha da çok saçmalayıp hüsranı da yaşayabilir.

Bu takımın sağı solu belli olmaz.

Ama bence çekirge 3 kez sıçradı, bi daha sıçrayacağını sanmıyorum. Maçı son saniyelere taşısak bile Litvanya bize yarı finali bırakmaz.

Perşembe, Eylül 04, 2014

Bu takım dev mi cüce mi?

Hani "12 Dev Adam" diyorlar ya...
Bu "dev"lik her ne kadar uzun boylarından ötürü olsa da, onlar gaza getirmek için uydurulmuş ve zaman zaman işe yarayan bir motivasyon yöntemi aslında.
Athena müzik grubunun ilimize doladığı marşın sözlerine bakıp da aldanmayın sakın, çünkü bu basketbolcuların gerçekten de "dev mi cüce mi?" olduklarını anlamak kolay değil.
Çünkü gerçekten İspanya'da dev arıyorsanız onlar da NBA oyunculardan kurulu ABD takımı.

Dünya Şampiyonası’nda maçlarını Bilbao'da oynayan basketbol Milli Takımımızı ABD karşısında izlerken, ilk 3 periyot ortaya koyduğu performansına bakıp, “Bu takım böyle oynasın, finale kadar kimse durduramaz, gerçek dev gibi oynadılar” demiştim.
Ama o da ne, hemen ertesi (izleyemediğim) maçta Ukrayna önünde bana düşüncelerimi yedirten bir sonuçla yenilmiş.
Bu kadro hem genç, hem de deneyimli oyunculardan kurulu. NBA patenti bir tek Ömer’de var. Ersan İlyasova ve NBA’da yıldızı parlayan Enes Kantar gibi iki önemli silahtan yoksun olan Milli Takım’ın önceki şampiyonalara nazaran en daha “takım” görünümünde olması en önemli özelliği olarak karşımıza çıktı.
Türk Basketbolu’nun Efes Pilsen ekolünden yetişmiş en önemli basketbol adamlarından biri olan Ergin Ataman’ın da bu “takım kimliği”nin oluşmasında katkısı yadsınamaz.
Çünkü daha önce Aydın Örs, ardından da Bogdan Tanjevic yönetimindeki Milli Takımlar, takım olmaktan çok uzaktı. Üstelik kadroda, Mirsad Türkcan, Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur gibi NBA’de kariyer yapmış yıldızlarımız olmasına rağmen büyük hayal kırıklıkları yaşamıştık. Bir tek Japonya’daki kadroyu ayrı bir yere koymak gerek. 2010’da Türkiye’de yapılan Dünya Şampiyonası’nı ise değerlendir dışında tutmak istiyorum.
İspanya’ya gelen bu yeni Milli Takım nereye kadar gider bilmiyorum, ancak Finlandiya karşısında 14 sayı geriden gelip maçı 68-68’le uzatmaya taşıması ve sonrasında 77-73 kazanması hem takdir edilmeli, hem de üzerinde ciddi şekilde tartışmalı.
Ukrayna da, Finlandiya da bizim düzeyimizde olan takımlar değil. Ukrayna’ya kaybettik, Finler’i de ölüp ölüp dirildikten sonra geçebildik.
Yeni Zellanda maçında 12 sayı geriden geldiğimiz gibi, “14 sayı geriden, son saniyede maçı uzatmaya taşımak, ardından kazanmak da başarı değil mi?” diye değerlendirilebilir elbet.
Evet ama “bu maç nasıl bu hale geldi, nasıl ve neden 14 sayı geri düştük” onun da muhasebesini yapma gerek.
Evet, Finlandiya inanılmaz bir 3’lük yüzdesiyle oynadı…
Evet, top onları daha çok sevdi
Evet, biz çok kötü oynadık
Fakat, maçın kırılma anlarında öyle aptalca ve basit hatalar, yanlış top tercihleri yaptık ki, maçı uzatmaya götürmeden koparmak işten bile değildi.
İşin üzücü tarafı ise bu yanlış tercihlerin ve hataların deneyimli isimlerden gelmiş olması.
Neyse ki, yine aynı isimler, Ender Aslan, Kerem Tunçeri, Emir Preldzic ve Ömer Aşık (ki Ömer buna rağmen skor yükünü de sırtlayan isim oldu) biraz daha dikkatli olabilselerdi, izleyenlere ecel terleri döktürtmezlerdi.
Yani bu anlamda Ergin hocaya pek bir şey diyemiyorum. Zira o kritik hücumda sahaya girip Ender’in kulağından tutup, “içeri drive et, önün kapatılırsa topu uzunlara indir” diyecek hali yok elbette.
Fark 1 sayıya düşmüş, Ender boyalı alana hareketlenip, uzunlara asist yapacağı yerde saçma sapan bir tercih ile Topu Kerem Gönlüm’e atmaya çalışırken top kaybı yaşamamıza neden oldu. O anda, ekran başında maçı izlerken “buraya kadar, maç gitti” dedim. Allahtan, ardından gelen Finlandiya hücumu sonuçsuz kaldı ve bir hücum önce Ender’in yapmadığını, Boşnak Emir, akıllıca bir devinimle potaya kadar sokulup, dip çizgide bekleyen Cenk Akyol’a muhteşem bir asist yaptı. Asist yaptı diyorum, çünkü ABD maçının parlayan yıldızı Cenk, bitime 4 saniye kala skoru eşitleyerek, maçı uzatmaya taşıdı.
İşte bu noktada belki Ergin Ataman’ı, Cenk ve Oğuz Savaş’ı daha fazla kullanmadığı için eleştirmek mümkün olabilir. Çünkü Oğuz Yeni Zellanda, Cenk de ABD maçında takımın en iyi isimleri arasındaydı.
Finlandiya maçında ise iki oyuncu final anlarında sorumluluk alarak belki de maçın kaderini değiştiren adamlar oldu.
Sonuç itibariyle ortadaki gerçek, “geriye düşmüş olsa da pes etmeyen bir takım var ortada” Finlandiya’nın tek silahı 3’lük atışlardı. Biz ise onlardan daha “takım” olduğumuz için kazandık.
Gruptaki son ve 5. maçımız olan Dominik Cumhuriyeti önüne bu hatalarımızdan ders alarak çıkarsak, grubu 2. olarak bitirmemiz de zor olmaz. 2 olarak gruptan çıkmamız da bizi final yolunda umutlandırabilir.
Haydi hayırlısı…