Çarşamba, Mart 16, 2016

Türkiye halklarının ortak düşmanı PKaka…

Bakın Türk demiyorum, Türkiye diyorum. Çünkü PKaKa’nın son saldırıları sonucu artık asıl amacının tüm çıplaklığı ile ayyuka çıktığını söylemek zor değil!
Halk düşmanlığı…
Biz bitiyoruz, gider ayak herkesi/her şeyi yakalım, yıkalım!
Oysa PKaKa’nın ortaya çıktığı ilk yıllarda yaptığının da bugünkünden farklı olmadığını bilenler, silahsız Kürt köylülere, köy ve mezralara, Güneydoğu’ya atanmış öğretmen, görevli mühendis ve silahsız acemi askerlere yönelik ilk saldırıları gerçekleştirdiğini de anımsayacaklardır.
1976 yılında Ankara’da küçük bir gruplaşma halindeyken 1978 yılından itibaren Hilvan-Siverek civarında kimi aşiretlerle kendisi gibi düşünmeyen solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurmuştu ve o zamanlar PKaKa adıyla değil Mekaplılar olarak anılıyordu. 
15 Şubat 1984'e gelindiğinde ise tamamen ayrılıkçı bir kimlikle, pusu kurup, saldırılar düzenlerdi terör örgütü; aradan 32 yıl geçtikten sonra eylemlerini bombalı, tuzaklı düzeye taşıyarak, yine silahsız insanları hedef alması şu soruyu akıllara getiriyor: Nereye kadar?
Evet nereye kadar gidecek bu kan, kin ve nefret?
Ve kime, neye hizmet?
Bu arada; özellikle HDP ve kimi de PKaKa sempatizanı arkadaşlar, yazılarımda terör örgütüne (ki terör örgütü olduğu dünyaca tescilli bir durumdur)  PKK değil de PKaKa diye yazmamı eleştirmişlerdi.
Evet bilerek PeKaKa ya da PKaKa diye ifade ediyorum, çünkü insanlık namına hiçbir kuralı tanımayan bir yapılanmaya tepkimi ancak bu şekilde koyabiliyorum.
Diyeceksiniz ki, “Yahu adı üstünde, bu bir terör örgütü. Ne kuralı ne insanlığı!”
Evet, ama gel de bu örgütü, halkı için direnen haklı bir mücadele yürüttüğüne inanan,  teröristini de gerilla kabul edip kahramanlaştıranlara anlat!
Başından beri söylediğim bir şey var: PKaKa’nın amacı asla üzüm yemek olmadı. Başından beri bağcıyla uğraştı ve bugünlere gelindi.
Bunun en somut örneği de bence AKaPa (Adalet Kalkınma Partisi) döneminde yürütülen barış süreci sonrası, örgütün siyasi uzantısı olduğu yedi düvel tarafından bilinen ve inkar edilmeyen HaDePa’nın (Halkların Demokratik Partisi) son seçimlerde 80 vekil ile parlamentoya girmesine rağmen, (Türkiye halklarının değil sadece terör örgütünün partisi olduğunu kanıtlarcasına) bunları bir kalemde silerek, siyasi çözümü yok sayıp şiddete karşı direnememesiydi...
Bugün yaşanan bu kanlı günlerin, “Barış Süreci” adıyla sahnelenen oyunun ikinci perdesi olduğunu düşünüyorum.
Sanki geniş bir kitle oyunun 10 dakikalık arasında kalmış gibi…
Bu bir oyun; yönetmeni kimidir, kimler piyon, kimler figüran, kimler senarist, bilen biliyordur da… ..gerçek olan; ve fark etmesi gerekenlerin göremediği; bu oyunun kazananın olmadığı gerçeği…
İmralı’daki bebek katilinin kendisini kurtarmaktan başka derdinin olmadığı da ortada. Kürt halkı umurunda değil; zaten böyle olsaydı, ilk saldırılarında günahsız Kürtleri hedef almazdı.
Ve şimdi; yine hedefte halk var ve saldırıya uğrayanlar sadece Türkler değil; PKaKa’nın düşmanı tüm Türkiye halkları…
Ölenlere bakın hele; Laz, Kürt, Türk, Arnavut, Boşnak, Çerkes, Arap, Roman, alevi, sunni, ateist…
Yaşlı, kadın, genç, çocuk…
Böyle özgürlük savaşı mı olur?
Peki ya son bombalı saldırılar?
AKaPa hükümetine yapılan eleştirilere tepki gösterenler, özeleştiri yapmak yerine, “Nerede yanış yapıyoruz?” diye sormak yerine, birlik beraberlik içinde olunamadığından, suçlama yapıp yanlarında yer almayanlara karşı argüman geliştirip iktidarı savunmaya çalışıyorlar ama şunu unutuyorlar:
“Ya tarafsın ya da bertaraf olursun” diyerek milleti bölen, “Bana %50 yeter” diyen kendileri değil miydi?
Şimdi; dışladıkları insanlara seslenip; “neden birlik olamıyoruz?” diye tepki gösteriyorlar!
Allah Allah, neden acaba?
AKaPa hükümeti elbette tek sorumlu değildir ama bir ülkenin başkentinde altı ay arayla üç büyük patlama oluyorsa ve onlarca silahsız masum insan hedef alınıyorsa ve bunun önlemi alınamıyorsa birileri sorumlu olması gerekmiyor mu?
Dünyada (Ortadoğu dışında) bir başka yerde yaşandı mı acaba? Altı ayda üç büyük katliam yapılsın ve devlet bunu önleyememiş olsun?
Var mı bir örneği ve varsa; hiç kimse sorumluluk üstlenemeden hala görevinde kalabilir mi?
https://medium.com internet sitesinde yer alan bilgiye göre; 140journos adlı platform,  2011'de Suriye’de savaşın başlamasından bu yana Türkiye’de gerçekleşen saldırıları derlemiş.  Son 5 yıllık süreç içerisinde, DeHaşKaPe-Ce ve PKaKa ile yaşanan çatışmaların sayısı bir değil, beş değil, on değil, tamı tamına 23…
Evet, son Ankara katliamıyla birlikte toplam 23 bombalı silahlı saldırı gerçekleşmiş ve devlet bunları önleyememiş…
Peki bu durumda kimi suçlamak gerek?
Kanarya sevenler derneğini suçlayacak değiller ya?
Ülkeyi kim yönetiyorsa o suçlanır!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geleneksel muhtarlar buluşmasında yaptığı açıklamada; "Tayyip Erdoğan gitsin demek, 'Bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın' demektir" açıklamasını yaptı.
Yani diyor ki Sayın Cumhurbaşkanı, “Ben gidersem, yıkılırsınız, ekmeğiniz, geliriniz biter, yok olursunuz…” Ve bunu da “Bayrak, vatan, millet ve devlet” argümanlarını kullanarak yapıyor ki, duyan da, sanki  Erdoğan yokken Türkiye mağara devrinde yaşıyordu ve medeniyet AKaPa ile geldi sanacak.
Bu arada, kimse Erdoğan gitsin demiyor, eleştirenlerin istediği Cumhurun, yani halkın reisinin tüm cumhuru bir bütün olarak kabul etmesi ve taraflı tarafsız herkesi kucaklayıp, “Ya tarafsın ya da bertaraf olursun” dememesi…
Yoksa, seçilmiş bir Cumhurbaşkanını ne diye istemesinler. Sıkıntı, Erdoğan’ın yeminini ettiği tarafsızlık ilkesine uymaması…
Sayın Erdoğan’ın, 7 Haziran seçimlerinden sonra yaptığı “Verin 400’ü bu iş huzur içerisinde çözülsün” açıklamasından sonra huzurun sağlanamaması…
Son saldırıların ardından Erdoğan’a yakın yayın organlarının ve gazetecilerin, “Ya başkanlık ya kaos” ve “Terörle yaşamaya alışacağız” tarzı haber ve yorumlarıyla yarına dair umutlarımızı da köreltiyor olması ayrı bir gerçektir.
Tüm bu açıklamalar, Tayyip Erdoğan’ın tek amacının başkan seçilip kendini kurtarmak olduğu izlenimi kuvvetlendirdiğini de anımsatmak isterim…  
Yoksa, ülkede o kadar sorun ve sıkıntı varken, Erdoğan ve avanesi ne diye ısrarla ve inatla “İlle de başkanlık, bu ülkeyi başkanlık kurtaracak”, diye dayatsın ki?
Niye ki?


Cuma, Mart 11, 2016

BURULAŞ işsiz gazeteci düşmanı mı?

Bursa BŞ Belediyesi aracılığı ile BURULAŞ’ın Bursalı çalışan gazetecilerin ulaşımlarını daha rahat ve aksamadan yapabilmeleri amacıyla, Bursa Gazeteciler Cemiyeti (BGC) ve Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi (ÇGD)’nin üyelerine her yıl yenilenen ücretsiz/sınırsız BUKART veriliyor.
Bir daha büyük harflerle yazıyorum. ÇALIŞAN GAZETECİLERE!
Zaten sarı basın kartı sahibi ve emekli olmuş gazetecilerin böyle bir desteğe ihtiyaçları yok. Onlar toplu taşıma araçlarından doğal olarak ücretsiz ve sınırsız yararlanabilmekteler.
Çalışan gazeteciler için gerçekten de böyle bir uygulamanın önemli bir destek olduğu da yadsınamaz bir gerçek.
Bu arada; bu uygulamanın, BŞ Belediye eski Başkanı Erdoğan Bilenser döneminde başladığı ve çalışan gazeteci arkadaşlarımızın bundan yararlanmasını ilk öneren ismin de o zaman Bilenser’in basın danışmanlığını yürüten meslektaşımız Sinan Tunç’un olduğunu özellikle ve defaatle anımsatmak isterim.
Bursalı gazeteciler bu anlamda Sinan Tunç’a KOCAMAN bir teşekkür borçlu…
O dönem, Tunç’un meslektaşlarını düşünüp Erdoğan Bilenser’e böyle bir öneride bulunması, Bilenser’in de bunu onaylayıp hayata geçirmesi ve mevcut BŞ Belediye Başkanı Recep Altepe’nin de benzer uygulamayı sürdürmesi ayrıca takdire şayan!
Peki ya BGC ve ÇGD üyesi olup da işsiz kalan, hiçbir geliri olmayan gazetecilerin GÜNAHI NE?
Büyük harflerle bir daha yazıyorum: İŞSİZ GAZETECİLER ÜVEY EVLAT MI?
Bugün Altepe’nin danışmanlığını yürüten meslektaşlarımız, gerçekten de ihtiyaç sahibi, zorda olan zavallı(!) işsiz gazetecilerin böyle bir imkândan yararlandırılması için sayın başkana öneride bulunmayı neden düşünmezler?
Dernek üyesi olup da kaç işsiz gazeteci vardır ki, topu topu ?
5, 10, 15...
Diyelim ki 20!
Bu sayı, Türkiye'nin en pahalı ulaşımını Bursalı'lara sunan BURULAŞ’ı batırır mı?
Çünkü bildiğim kadarıyla, dernek üyeleri çalışan ya da çalışmayan tüm üyelerinin isimlerini liste halinde, ücretsiz BUKART alabilmesi için BURULAŞ’a yolluyor…
Ve fakat BURULAŞ, iş bulamadıkları için çalışamayan gazetecilerin adlarının üstünü çizip sadece ÇALIŞAN GAZETECİLERE böyle bir olanak tanıyor!
E çalışmayan/çalışamayan gazeteciler ne olacak?
Onlar üvey evlat mı?
Onların günahı işsiz kalmak mı?
Yoksa BURULAŞ işsiz gazeteci düşmanı mı?
E hani, yardımlaşma, hani destek, hani zorda olana dost elini uzatma, ihtiyacını giderme?
Evet, BŞ Belediyesi yani BURULAŞ gazetecilere böyle bir katkıda bulunmak zorunda değil, elbette!
Ama bir iş yapılıyorsa tam yapılmalı... 
Ve gerçekten de zorda olanlara yardım etmek esas değil midir?
Dernek üyesi işsiz gazetecilerin, gerçekten işsiz olanlarının mı, yoksa sadece benim gibi, dili ve kalemi sivri olan, eleştiren işsiz gazetecilerin mi adının üstü çizilip liste dışı bırakıldığını da merak etmiyor değilim!
Evet ben de işsiz bir gazeteciyim, fakat; (çok klasik olacak ama) sadece kendim için bir şey istiyorsam namerdim!
Ne yapalım, Sayın BŞ Belediye Başkanı Recep Altepe’yi gördüğümüzde ayaklarına kapanıp yalvaralım mı? 
Ulu Cami önünde el açıp, “Allah rızası için biz zavallı işsiz gazetecilere de sınırsız BUKART” mı dilenelim?

Altepe’nin danışmanlığını yapan ey meslektaşlarım, ne dersiniz, biz işsiz gazetecilere ne önerirsiziniz? Sinan Tunç’a bi danışın isterseniz, o bir yol yordam gösterebilir size, ne de olsa meslektaşlarını daha çok düşünüyormuş!

Pazartesi, Mart 07, 2016

Vatandaşı soymanın bin bir yolu!

Eğer vicdanınız tükendiyse ister doktor olun, ister esnaf, memur, yazar, sanatçı, eğitimci, asker, polis fark etmez;  sizin için vatandaş yolunacak kazdan farksızdır.
Nasıl mı?
İşte size iki basit örnek:
BİR:
Önceki hafta Tophane’deki Bursa Devlet Hastanesi’nde hasta annemin bazı evrakları almak için sağlık kuruluna başvurmuştum…
Orada ki görevli memurlar elime tutuşturdukları bazı evrakları, hastane kantinin içindeki fotokopi makinesinden 5 adet fotokopi çektirmemi istediler.
Kantine gittiğimde benim gibi sıra bekleyen birkaç kişinin daha olduğunu ve hepsinin de 5’er adet fotokopi çektirdiklerini fark ettim…
Sıra bana gediğinde, fotokopi makinesinin başında duran tezgahtar bayana kağıdımı uzattım, 5 adet kopyayı bana verdi ve tanesi 75 kuruştan 3 TL 75 kuruş ödemem gerektiğini söyledi.
Bir fotokopi çekimi normal şartlarda 25 kuruş olmalıydı.
Neden bu kadar pahalı olduğunu sorduğumda, görevli tezgahtar bayan, “Ben görevliyim, fiyatları ben belirlemiyorum” diye karşılık verince, çaresiz sustum, kuzu kuzu ödemeyi yaptım!
Neyse, tekrar içeri girip benzer soruyu fotokopi için beni kantine yönlendiren beyefendiye de sordum ama somut bir yanıt alamadım.
Sonra anladım ki, oradaki memurlar ile kantin arasında bir bağ var.
Nasıl mı anladım?
Çünkü; 5 kopya çektirmemi istemelerine rağmen ben sadece bir kopyayı kullandım, diğer 4 kopya ise gereksiz şekilde elimde kalmıştı. Belli ki orada görevli memur gelenleri bilerek kantine yönlendiriyor, kimsenin denetlemediği kantinde 25 kuruşluk işi 75 kuruşa yaparak, haksız kazanç sağlıyordu. 
Göz göre göre kazıklanıp aptal yerine konmaya mı yanayım, israf olan kağıtlara mı yanayım, yoksa gereksiz yere 3 TL ödemiş olmama mı?

***
İKİ:
Geçen Hafta bir arkadaşım, karısının rahim ağzında ortaya çıkan bir sıkıntısı yüzünden Bursa Onkoloji Hastanesi Polikliniğinden tavsiye üzerine kadın hastalıkları konusunda uzman olduğunu öğrendiği Jinekolog  Operatör Doktor Şükrü Okan Kaylar’dan telefonla randevu sistemi aracılığı ile muayene saati almış. Ve randevu saatinde orada olmayı da ihmal etmemiş.
Arkadaşım da eşi de endişeli, çünkü daha önce gittikleri sağlık ocağındaki aile hekimleri onlara iyi şeyler söylememiş.
Muayene sırası geldiğinde ise Doktor Şükrü Okan bey, hastanın yüzüne bile bakmadan, “Şu an çok yoğunum, sizinle ilgilenemeyeceğim, bir buçuk ay sonra (28 Nisan) tekrar gelin. Eğer durumunuz acilse Tıp Fakültesine gidebilirsiniz” diyerek hastayı başından savmış.
-Bir doktor muayene için gelmiş bir hastasına böyle davranabilir mi?
-Bir hastanın durumunun ciddiyetini anlamadan, bilmeden bir başka hastaneye gitmesini söyleyebilir mi?
Arkadaşım bu durumu eşinden öğrendikten sonra hemen, apar topar Onkoloji Hastanesi’ndeki hasta hakları birimine gidip durumu sözlü olarak aktarıyor, fakat o sırada hastanede görevli personelden Dr. Şükrü Okan Kaylar hakkında daha da şok edici bilgiler ediniyor. Şükrü beyin Onkoloji Hastanesi’nde asal görevi olan, gelen her hasta ile ilgilenmek yerine, aynı meslek ve branşından olan eşinin (Feyhan Kaylar) özel kliniğinden gelen hastalara öncelik tanımakmış meğer...
Bu durum üzerine arkadaşım, Dr. Kaylar’ın bu davranışının nedenini de anlamış.
Çünkü onlar Doktor Kaylar’ın doktor eşinin yönlendirmesiyle değil, randevu sistemi aracılığı ve doktor seçme haklarını kullanarak, devletin hastanesinde görev yapan devletin doktoruna güvenip gelmişlerdi. Ama yaşadıkları şok ve hayal kırıklığını tarif etmek mümkün değil!
Arkadaşım bu şoku atlatıp aynı hastanenin bir başka hekimi olan Jinekolog Operatör Doktor Levent Özgen’den randevu alıp eşini muayene ettirebilmiş. Dr. Özgen’in hastalarla olan ilişki ve samimiyetine de hayran kalmışlar…
***
Evet işte; iki doktor, bir hastane memuru ve hastane kantininin vatandaşa yaşattığı farklı olaylar!
Vatandaşı soyulacak kaz gibi gören iki zihniyet ve bir de gerçekten görevini yapmaya çalışan bir doktor…
Bu ülkede yaşamak zor evet; vatandaş olmak zor…
Hakkını aramak, aramaya kalkınca sesini yükseltmek, maazallah isyan etmek; protesto gibi anayasal hakkın olduğu halde bunu yapmaya kalkmanın beraberinde neler yaşattığını da son yıllarda sıklıkla görüyor, yaşıyoruz.
Sizin haklı olup olmamanızın hiç önemi yok artık. 
Erkler sizi haksız görüyorsa eğer, geçmiş olsun!

Salı, Mart 01, 2016

Bursa beni yine yarı yolda bıraktı!

Doğma büyüme bir Bursalı olarak defalarca söylediğim, onlarca, yüzlerce defa yazdığım saptamayı, Bursa bana 50 yaşımda bir kez daha belletti: Bursa kalıbının şehri değil!
Bakmayın 3 milyona yaklaşan nüfusunun ihtişamına, Bursa şişirilmiş balondan başka bir şey değil. Şiştkiçe şişiyor, gerildikçe geriliyor, kasılıyor, o kadar!
Biliyorum, biliyordum ama bu kenti de seviyorum, ne yapayım…
Bakın kenti diyorum, insanlarını değil…
Bursa gibi, hem dağı, hem denizi, hem tarihi, hem doğası (ovası yağmalansa da) Uludağ her şeye rağmen güzel…
Bursa’nın insanı Bursa gibi bir kentte yaşamayı  da, kenti de hak etmiyor. Bu kent hem daha çağdaş yönetilmeyi, hem de kentin değerlerine sahip çıkacak insanları hak ediyor!
***
2010’da çektiğimiz “Adı Aşk Bu Eziyetin-Camcı” ile boyumuzun ölçüsünü almış, “Bursa’da sinema yapılmayacağını anlamadınız mı?” diyenlerin uyarılarına rağmen, kısa film ve belgeseller çekmeye devam etmiştik…
16mm Sinema Atölyesi’nin kuruluşunun 10. yılındayız. Bursa’yı ve ülkemizi ulusal ve uluslar arası platformlarda temsil edecek nitelikli işlere imza attık 10 yılda.
Ve 6 yıl sonra yeni bir sinema filmi yapmak için harekete geçtik.
Geç bile kaldığımızın farkındayız…
Arada bir kaç teşebbüsümüz olsa da, yeterli destek ve kaynak bulamadığımızdan hayata geçiremeyen o projeleri rafa kaldırıp, daha başka ve özel bir proje geliştirdik: Ç-Engel
Evet, “Engel değilÇ-Engel Selami’nin Fevkalade Hikâyesi”ni film yapmak istiyoruz. Eldeki olanaklar kapsamında projemize maddi kaynak sağlamak, filmimizi yine Bursa’nın öz kaynaklarıyla ve bu kez daha iyi ve doğru koşullara çekmek için internet ortamında bir fon oluşturduk.
Sadece bir sinema filmi olmayan, aynı zamanda sosyal sorumluluk projesi kapsamında, “Apert sendromu”na farkındalık yaratacak projemiz için http://www.fongogo.com/ adlı internet ortamında faaliyette olan yerli bir platformda oluşturduğumuz profil ile 50 Bin TL toplamak için 3 ay önce kolları sıvadık.
İnSanat Derneği adına resmi bağış toplama yetkisiyle oluşturduğumuz fon için Bursa’da çalmadığımız kapı kalmadı.
Projenin önemini ifade etmek için Bursa BŞ Belediyesi Başkanı Recep Altepe’den defalarca randevu istedik, araya hatırlı isimleri koyduk… Aynı sunumu Bursa’mızın Valisi Türkiye Cumhuriyeti’nin kentimizdeki temsilcisi Sayın Münir Karaloğlu’na yapmak istedik ama ne Sayın Altepe, ne de Vali bey bizi ciddiye almadı, lütfedip görüşmek istemedi…
Osmangazi Belediyesi zaten, kendi sınırları içerisinde sanat yapmaya çalışan bizim gibi bir sivil toplum örgütünün farkında bile değil ki, başkan Mustafa Dündar beyin randevu vermeyeceğini bile bile yine talepte bulunduk ama nafile, Dündar’ın dünyasına yaklaşmamız imkânsız kaldı.
Gazetecilik dernek ve cemiyetlere bizzat kendim gidip sunum yaptım, Ak Parti’li Bursalı vekillerimize telefonla ulaşıp görüşme talebimiz oldu. Projemiz partiler üstü bir iş olmasına rağmen sadece CHP Bursa Milletvekili Ceyhun İrgil ile görüşebildik. İrgil destek olacağını söyledi ve hemen Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü ile bağlantıya geçti…
Ardından da Bursa Nilüfer Rotary Kulübü’ne, sonra da Koza Lions Kulübü’ne birer sunum yaptık. Sadece Koza Lions bir miktar destekte bulundu…
Bursa Ticaret Sanayi Odasına (BTSO) ulaşmaya çalıştık, ama beyhude bir çabaymış, onu da anladık! Facebook’ta 2822 kişilik arkadaş gurubumdan sadece 8 arkadaşım katkıda bulundu ki, fon hesabına yapılan bağışlar karşılıksız değildi. Her destek karşılığında, ana sponsorluktan, filmde rol almaya, afiş ve DVD ve Gala’ya davet edilmeye kadar bir takım ödüller vaat ediliyordu.
20 TL’den başlayıp, 50, 100 ve 25 Bin TL’ye uzanan kalemlerde destek yapılabilirken 93 günde sadece 1680 (yazıyla: bin altı yüz seksen) Türk Lirası toplayabildik…
Oysa sadece Facebook arkadaş grubumdan gerçek anlamda, kredi kartı kullanan ve beni doğrudan tanıyıp mücadelemizi bilen en az 500 kişi vardır diye düşünüyoruk; sadece20’şer TL destekte bulunmuş olsalardı, projemiz için hatırı sayılır bir katkı yapmış olacaklardı.
Bakın sadece 20 TL diyorum; “Yirmi Türk Lirası” neredeyse iki paket sigara parası…
Ve bir kez daha anlaşıldı ki Facebook arkadaşlığı da en az Bursalılar ile hemşehri olmak gibi gerçeklikten uzak bir illüzyonmuş…
Ç-Engel filmimizi çekebilmek için fon hesabımız tek yol değildi elbet.
Kaldı ki, projemizin gerçek bütçesi 2 milyon TL civarında. Bunun için TC Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’ne başvuruda bulunduk.  Bakanlık bu kez destek olarsa filmimizi çekeriz, destek olmazsa, ki bugüne kadar bizi yok sayan devlet bundan sonra tanır mı bilemem ama muhtemelen nasıl bir strateji belirler de filmimizi çekeriz, veya çekebilir miyiz?
Allah kerim…

NOT: Projemize destek olan ve 1680 TL toplamamıza katlı sağlayan 17 kişiye çok teşekkür ediyorum. Eğer bu film çekilirse onların desteği yadsınamaz!