Perşembe, Ekim 18, 2007

Kariyerini sıfırlayan adam!

Bir film adı gibi değil mi? Ya da kitap bile olur aslında…
Nasıl olsa elde ettiği başarılarının ardından adına kitap yazılmış kaç futbol insanımız var ki…
Söz konusu olan Fatih Terim elbet…
Adanalıydı, hırçın, yenilikçi, inatçı, küfürbaz, sert ve başarı için her şeyi yapmaya hazırdı… Devrimciydi de… Bir takım özelliklerinden ötürü futbolun Atatürk’ü olduğunu iddia edenler bile çıkmıştı…
Başarı için her şeyi yapmaya hazırken çok şey yaptı; önce Milli Takım‘da, sonra da Galatasaray’da, inanılmazları başardı…
Sonra…
Sonra Avrupalara gitti, doymadan geri gelse de, farklı açılardan doymuş izlenimi verdi. “Terim değişti!” diyenlere, “değişmedim geliştim!” anlamına gelen tepkiler koydu. (Yoksa bunu diyen RT Erdoğan mıydı(!)
Zirvede bıraktığı Galatasaray’a tekrar geldiğinde, giderken bıraktığı sistem üzerine bir şeyler katan Lucesku’nun yaptıklarını yıkıp sıfırdan yeni bir sistem kurmaya çalıştı. Bunun için önce Galatasaray’ı borç batağına, ardından da başkanını hasta yatağına mahkûm etti. Sarı kırmızılı takımı aldığı yere, dibe bırakıp gitti…
Avrupa takımlarının kendisini transfer etmek için sıraya girdiği yazıldı… Milli Takım dâhil Türkiye’de hiçbir takımı asla çalıştırmayacağını canlı yayınlarda, özel söyleşilerde defalarca deklare etti…
O sırada görevde olan Milli Takımlar Teknik patronu Ersun Yanal ise iyi futbol oynattığı, yeni bir sistem oturtmak için didindiği dönemde Star TV Spor Müdürü Serhat Ulueren’in bayraktarlığını yaptığı bir karalama kampanyasının ortasında buluverdi kendisini… Ulueren öyle acımasızıca saldırıyordu ki Yanal’a, Terim bir kez olsun genç meslektaşını destekleyen konuşma yapma gereği hissetmemesi kimsenin dikkatini çekmedi.
Star TV Spor Müdürü, eski televoleci Serhat Ulueren’in yaptıklarının Terim’e Milli Takım kapılarını tekrardan açarken Türk futbolu yaşananlardan ötürü Almanya’da yapılan Dünya Kupası’na katılma şansını kaybedecekti...
Türkiye’de çalışmayacağını ısrarla belirten Fatih Terim “İstemem yan cebime koy!” dercesine, kamuoyunun baskısını öne sürerek istifaya zorlanan Ersun Yanal’ın yarım bırakmak zorunda kaldığı göreve (milli gurur bu olsa gerek) 125 bin YTL aylıkla soyunmaktan geri kalmadı.
‘Helal hoş olsun! Türk futbol tarihinin en başarılı teknik adamına bu para az bile’ olabilir kimine göre!
Bundan sonrası herkesin bildiği olaylar. İsviçre maçındaki rezillikler, Macaristan maçından sonra yaşananlar, Bosna, Malta, Moldova ve son Yunanistan maçında ortaya konan performans Terim’in Galatasaray’dan sonra Milli Takım’ı da, ilk göreve geldiği dönemdeki seviyeye, zirveden sıradanlığa getirdiğini dünya âleme kanıtladı!
Şu atasözünü çok severim: Zirveye çıkan merdivenleri tırmanırken o sırada inmekte olanlara iyi bak ve selam vermeyi ihmal etme… Çünkü inerken o verdiğin selamlara çok ihtiyacın olacak”
Fatih Terim Türk futbolunda zirveyi de gördü, dibi de…
Deneyimli hoca hayatında ilk defa istifaya davet edildiğini söylerken şaşkın; "Bu sesleri yoğun bir şekilde duymadım. Bazıları alışkın olabilir ama ben değilim” diye konuşmuş Yunanistan maçının ardından ardından.
Haklı tabi… Çünkü kimse ona Serhat Ulueren’in Yanal’a yaptığı gibi yapmadı.
Tek bir kişi eleştirmişti kendisini: Hıncal Uluç
Uluç eleştirirken, o takımını ve kendisini motive etmek içim bunu çok iyi kullandı. Hıncal Uluç bir daha asla Terim’i o zaman eleştirdiği biçemde eleştirmedi. (Kim bilir belki de Fatih hocaya aynı fırsatı bir daha vermek istemedi(!)
Terim öyle bir noktaya oturtuldu ki “eleştirilemez, suçlanamaz, hakkında iddialar yapılamaz, maazallah günaha girilir, o bir imparator, yoksa futbol evliyası mı ne!” haline geldi. Ardından da en ufak eleştiride Adanalı kişiliği ile karşılık vermekten geri kalmadı. Muhabirleri fırçaladı, gazete ve gazetecilere gözdağı verdi…
Son dönemlerde kızı ve Emre hakkındaki iddialarınbile kendisini yıpratmak için kasıtlı şekilde çıkarıldığı izlenimi oluşturulmaya çalışıldı (Oysa Terim’in kızı ile Emre’nin olası bir izdivacından daha doğal ne olabilir ki)
Sanki bu suçmuş gibi yalanlandı hem Emre, hem de Terim tarafından.
(Kanal 1’i izleyemediğim için) o kanalda çalışan bir arkadaşıma sordum geçenlerde… Müdür Ulueren, transfer olduğu yeni platformunda Ersun Yenal’a saldırdığı gibi, Terim’in başarısızlıkları karşısında acımasız ve insafsız eleştiriler yapabiliyor muydu?
Ulueren Terim’i de eleştiriyormuş, lakin Ersun hocaya yaptıklarının yanında sinek vızıltısı kalıyormuş canlı yayınlarda söyledikleri...
Gönül isterdi ki Terim, Denizli, Yanal, Vural, Karaman, Çalımbay ve tüm öteki değerler bir araya gelip ortak bir platformu oluştursun ve futbolumuzun kalkınması, gelişmesi için projeler geliştirsin. Kimseyi kıskanmadan, çekiştirip kuyusunu kazmadan...
Artık olan oldu yaşanan yaşandı… Tüm olanlardan sonra en büyük zararı Türk futbolunun gördüğü aşikâr değil mi?
Kaçan bir Dünya Kupası ve yitirilmekte olan bir Avrupa Şampiyonası finalleri…
Evet bir ihtimal daha var…
Bu futbolcular Norveç’i deplasmanda yenebilecek birikim ve yetenekte…
Ama inandırıcılığını yitirmiş kariyerini sıfırlamış bir teknik adamla böyle bir mucize gerçekleşir mi, asıl mesele bu!
Fatih Terim’in bugüne kadar yaptıklarına bakılırsa böyle bir mucizenin olma ihtimalinin hiçbir zaman yok olmadığını da söylemekte yarar var!
Ne de olsa çıkmayan candan umut kesilmez, dibe vurmuş kariyeri zirveye taşımak için tek atımlık barutu hedefe vurmak Terim için zor olsa da olanaksız değil!
Yeter ki başkalarına değil de kendisine bakmayı öğrensin ve kibrini arka cebine sokup her yaşta, her durumda ders alınabileceğini anlasın!
Geç de olsa belki Norveç maçı öncesi bu işe yarayabilir!

TERİM'İN ÜSTÜNDE 'AH' MI VAR?

"Avrupa Şampiyonası finallerine gitmemek için çok uğraşıyoruz" diye yazdı Rıdvan Dilmen! Mehmet Demirkol ise resmen dalgasını geçmiş Terim'le; Milli Takım'ın kazanabilmesi için "İlla (hakem) Dougal, illa (kaleci) Nikopolidis, illa (kaleci) Mhyre mi lazım?" diye yorum yaptı hem köşesinde hem de TRT1'deki programında. Hey gidinin Fatih Sultan Terim'i hey!
Milli Takımlardaki ilk mesaisini anımsıyorum da… Ve ardından da Galatasaray'da yaşattığı heyecan, başarılar!
Efsane olacaktı ki…
(Hep söylerim bir şeyi tadında ve en lezzetli yerinde bırakmak lazım… İster yemek olsun, ister kariyer…)
Milan'dan kovulması, ardından zirvede bıraktığı Galatasaray'daki kariyerini sıfırlaması…
Eski televoleci, yeni spor koordinatörü Serhat Ulueren'in müthiş kampanyası ve oluşturduğu kamuoyu sonucu Ersun Yanal'ın kovulmasına seyirci kalıp (acaba katkı sağladı mı diye aklımdan da geçmiyor da değil hani) "İstemem yan cebime koy" misali Milli Takım'a tekrar (tek seçici mi desem, patron mu, yoksa diktatör mü?) gelmesi sonucu yaşananlar herkesi hayretler içinde bırakmaya yetiyor!
İsviçre maçında olanlar oldu da, ardından yaşananlar Terim'in genel kariyerini de sıfırlayacak gibi görünüyor…
Bosna, Malta ve son Moldova maçlarındaki tercihleri bunu gösteriyor. (Özel maçları saymıyorum bile)
Çarşamba gecesi belki Yunanistan'ı bir kez daha yeneceğiz. Belki Milli takım Avrupa Şampiyonası Finalleri'ne katılacak. Lakin bundan sonra ne olursa olsun Terim'e duyulan güven asla eskisi gibi olmayacak.
Terim eski Terim değil, belli ki üstünde birilerinin 'ahı' var(!)
Ben diyeyim Ersun Yanal, siz deyin Şenol Güneş'in ahı… Kim bilir belki de bugüne kadar harcadığı, ekmeğiyle oynadığı futbolcular… Ya da hak etmediği yönünde ortak kanı olan 125 bin liralık aylık maaşı da olabilir.
Halkımızın çoğunluğunun asgari ücretle geçinmek zorunda kaldığını göz önünde bulundurursak, her yenilgi sonrası, ya da kaybedilen puanların ardından gariban halkımızın "haram zıkkım olsun o paralar!" demeye hakkı var mı diye soracak olursanız,"yorum yok" derim!
Oysa Fatih Terim yaptıklarıyla futbolumuzda etki yaratmaya devam ediyor!
Eskiden olumlu etki ederdi, şimdi olumsuz!
Birileri Terim'e o takımın sadece teknik direktörü olduğunu anımsatmalı. Kazandığında alkışlamak kadar, başarısızlıkta eleştirmenin de olağan bir sonuç olduğu yeni baştan öğretilmeli...
Çünkü Fatih hoca kendisini eleştirenlere düşman muamelesi yapmaya devam ediyor!
Malta maçından sonra olanlar bunun en önemli kanıtı ve hakem katkısıyla kazanılmış Macaristan maçından sonra olanlar da!
Şimdi Terim Yunanistan maçından çok, o maçın ardına bileniyor olmalı. "Ben ders almam, veririm!" sözündeki gurur ve böbür bunun böyle olacağını kanıtlıyor!
Peki, Yunanistan maçı kazanılamazsa ne olacak?
Kazanılmazsa Fatih Sultan Terim devri bir daha açılmamak üzere kapanacak!
İnşallah olmaz, inşallah kazanılır o maç!
İnşallah Terim insanüstü olmadığının farkına varır ve ders almanın da erdem olduğunu tekrar anımsar!
Çünkü Türk futbolu ne kendisinden ibaret, ne de kadroya çağırdığı futbolculardan!
http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9395

Salı, Ekim 09, 2007

Sinir dışı operasyon!

Televizyon spor programları yayındaydı acı haber ilk geldiğinde. Onlar taziyelerini belirtti de eğlence programlarının “çalsın sazlar oynasın kızlar” havasından sıyrılamaması eleştiriliyor!

Muhalefet hükümete yükleniyor! “terörün önü kesilmedi!” diye. (Sanki önceki hükümetler terörü durdurmuştu da bunlar yeniden hortlatmış gibi(!)

MHP Genel başbuğusu henüz kan kurumamışken çıkıp açıklama yapıyor ve “Gerek duyulması halinde, yapılacak sıcak takibin sınır ötesini de kapsayacak şekilde ve izin almaksızın icra edilmesi artık meşru hale gelmiş bulunmaktadır” diyebiliyor!

Sanki önceden yapılmış sınır dışı operasyonlardan sonuç alınmış da “hadi bir daha yapalım da şu illetten kurtulalım artık!” derken birileri bıyıklarını burmaya devam ediyor!

http://www.cyberprotest.org/ adlı internet sitesi Leyla Zana ile Aysel Tuğluk’un resmi(!) web sitelerini ele geçirerek karşı saldırıya geçtiklerini dünya eleme duyuruyor...

Başbakan Erdoğan "Önümüzdeki ay, Amerika'da Sayın Başkan'la bu konuları konuşacağız" gibi, iplerin elinde olmadığını, (itiraf eden) bir açıklama yapma gereği duyuyor.

Sanki bıyığını buran, burduğu bıyığının altından kıs kıs gülen Sam Amca değilmiş gibi...

Çok yerinde bir saptama. Son saldırının faşizan duyguların, şovenist ruhların kışkırmasına öyle olanak tanıyor ki…

Devlet Bahçeli beylik açıklamasını o nedenle yapıyor, daha birkaç yıl önce Irak için teskereye karşı bayrak açan Deniz Baykal bile neredeyse sınır dışı operasyona sıcak bakacak hale gelmiş.

Herkes kışkırmış…

Can Dündar köşesinde konuyu irdelerken yaşadığı acıyı “Pazar akşamı Şırnak'ta çatışma haberini alınca geçirdiğimiz dakikalar bile, bu kanlı tezgâhta yakınlarını yitirenlerin neler hissettiklerini çok daha iyi anlamamıza yetti. Önce yoğun bir kaygı... Giderek tarifsiz bir keder...
Ardından çaresiz bir öfke...” şeklinde değerlendiriyor.

Milliyet.com.tr, Namık Durukan imzalı “PKK sınır ötesi için kışkırtıyor” başlıklı bir değerlendirme yayınlıyor.

Durukan, “Türkiye'nin terörün en yakıcı sonuçlarının yaşandığı 1990'lı yıllara döndüğü izlenimi veriyor” diye başlamış yazmaya.

(1986-87’de askerliğini jandarma komando olarak yapmış biri olarak 90 öncelerini de iyi biliyorum. İlk ölüm haberleri gelmeye başladığında, masum bebeler, nineler mezralarda katledildiğinde dönemin başbakanının “birkaç çapulcu” diye nitelediği teröristlerin 24 yılda 36 bin küsur cana bedel olduğunu tekrar anımsatmaya gerek var mı bilmem!)

Bugüne kadar kaç operasyon yapıldı sınır dışına sayanınız var mı?

Peki ne oldu?

Hani her operasyondan sonra “kökü kurutulmuştu!”

Geçen senelerde üst düzey askeri bir yetkilinin açıklamalarını anımsıyorum: “Edinilen istihbarat bilgilerine göre çok sayıda terörist sınırı geçmiş ve eylem hazırlığı içinde!”

Nasıl yani?

Ya da soruyu şu şekilde sormak daha doğru olur?

-Yahu o teröristler nasıl olur da bizim sınırı geçer? Hadi 10-15 yıl önce geçebiliyordu da, bugün bu teknolojik zenginlik ve teçhizata rağmen neden önlem alınmaz? Hadi sınırı geçti diyelim… Nasıl olur da benim sınırlarımın içinde böyle bir saldırı yapılır ve ulusal güvenlikten sorumlu olanlar buna çözüm bulamaz?

Nasıl olur? Nasıl sinek uçar, kuş konar ve masum fidanlar yıkılır, yuvalar yakılır, ana yürekleri dağılır!

NASIL?

Can Dündar, “Ben de sorunun sınır ötesinde değil, içeride olduğuna inanıyorum; ama bunu söylemek, günbegün yaşanan acılara çare olmuyor” diye yazmış. Sonuna kadar katılıyorum. Ortada kendi sınırlarını koruyamayan bir sistem mevcut!

Ve sınır dışı operasyon yapılmaya zorlanıyor Türkiye...

Sınır dışı mı sinir dışı mı belli değil!

Belli olan tek gerçek var, o da sınır dışından önce sınır içinin güven altına alınması!

Yoksa değil 25 de, 50 de, 100 yıl da de geçse bu kanın duracağı yok!

Sanki durmasını isteyen de yok gibi geliyor...

Başbakan Sam Amca’dan medet umuyor.

Üstat Melih Aşık’ın dediği gibi, “Bush’un umurundaydı sanki!”

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9361

Cuma, Eylül 28, 2007

Şaşı Bak Şaşır!

Medyada Türüt tartışılıyor… Yaptığı şarkı ve birkaç densizin üzerine ektiği klibe en baba kalemler ahkâm kesmekten geri durmuyor! Bir şaşkınlık ki sormayın gitsin… Resmen, "Şaşı bak şaşır!" vaziyeti…
Oysa;
Neler oluyor bu memlekette de kimse "Türüt"ün hacetine kadar şaşırmıyor?
Antalya'da 12 yaşındaki kıza 60 kişi tecavüz etmiş!
Şaşı bak şaşır!
Tecavüze karışanlar arasında kimler yok ki!
12 yaşındaki kızla uçkur çözen kokoreççi, bisiklet tamircisi, fırıncı, kaportacı olarak çalışan yurdum insanı saptanmış.
Ama Türüt kadar ilgi görmüyor mevzu!
Şaşı bak şaşır!
Ankara'da yerli Hanibal öldürdüğü arkadaş ve hasımlarını nasıl da yediği yansıyor medyaya!
Türüt gene daha popüler!
Şaşı bak şaşır!
Bursa'da genç bir kadın 3 aylık bebeğinin gözü önünde delik deşik edilmiş. Katili komşusu çıkıyor! Birkaç ay önce yine Bursa'da komşusu tarafından katledilen kadın ve çocukları yansımıştı gazete, TV ve sanal ortamlara!
Bursa'dan yola çıkan iki cani, yol boyunca (Adana'ya kadar) kaç kişiyi pompalı tüfekle öldürmüştü geçen bayram öncesi anımsayanınız var mı?
Lakin Türüt kadar tartışılmamıştı!
Şaşı bak şaşır!
Beşiktaşlı taraftarlar birbirini deldi, kurşunladı bu ülkede...
Şaşı bakıp şaşırmamak elde değil!
Emre Belezoğlu kol boyunu cümle âleme gösterirken bile "Türüt"ün gölgesinde kalacağını düşünmemiştir(!)
Şaşı bakıp şaşırsak mı acep!
En son cinnet haberi İstanbul Kartal'dan geldi! "Askerden yeni dönen 23 yaşındaki M. Ünver, 15 yaşındaki kız kardeşini yaraladıktan sonra annesi Y. Ünver'i sokak ortasında bıçaklayarak öldürdü"
Gel de şaşı bakıp şaşırma!
Medya söz birliği etmiş gibi "Türüt" densizliğini tartışıyor... Sanki memlekette bir tane Ogün, bir tane Fatih ve Yasin varmış gibi…
Onlara kurban olacak Hrantlar da korumasız olmaya devam edecek görünüyor.
Bu cinayetlere "Şaşı bak şaşır!" olmak için ille de siyasi bir etiketi mi gerek?
Yiten can, can değil mi?
Katilin eylemi?
Hayret yani;
Şaşı bak şaşır!
Ek। Son gelen bilgiye göre Hrantçılar, Türürt'e karşılık vermek amacıyla atağa kalkıp "karşı klip" yayınlamış! Hade bagalım gel de Şaşı bak şaşırma!

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9233

Pazartesi, Eylül 10, 2007

Kimi eşek keser, kimi de…

Uganda doğumlu İngiliz asıllı Simon Kuper ne de güzel yazmış; "Futbol asla sadece futbol değildir" Sanki Türkiye'de yaşananları vurgulamak istemiş üstat!

Bizde de futbol dışında her şey tartışılıp konuşuluyor. Şike, şiddet, hakem kararları, federasyon, kan, ölüm, eşek...

Geçen pazar günü Hürriyet Gazetesi Pazar ekinde "Âlemde isimleri, karakolda resimleri var: Texas" başlıklı Bursaspor taraftar liderleriyle yapılmış bir röportaj yayınlandı.

Bir Bursasporlu ve Bursaspor taraftarını konu eden bir film yapmanın hazırlıklarında olan bir sinema yönetmeni olarak konu beni yakından ilgilendiriyor.

Muhabir 'Şermin TERZİ'nin o röportajı yaptığı gün ben de oradaydım. (Bursaspor Taraftarlar Derneği ile başkanı olduğum İnSanat Sinema Derneği aynı binada) coşkulu tezahüratları duyup oraya gittiğimde söyleşi bitmiş fotoğraflar çekiliyordu.

Üzerine yeşil beyazlı Teksas taraftar tişörtü giymiş bir kadın gazetecinin, kışkırtıcı sorularıyla patlamaya hazır bir fitilin ateşlendiği her haliyle belliydi.

Gazı alan yeşil beyazlı taraftarlar, geçmişte kalmış birçok olayı bir bir anlatmış, efsane haline gelmiş, yıllar önce Aydın'da yaşanan eşek kesme olayı bile inanılmaz şekilde abartılmış.

Bursaspor taraftarının yaşadıklarını, benim yazdığım, arkadaşım Zafer Yılmaz'ın da senaryolaştırdığı bir uzun metraj film haline getirmeye çalışıyoruz. Geçmişte yaşananlar da var filmde elbet! (Eşek kesme olayına tanıklık eden en az on kişiden dinledim hepsi de farklı farklı anlattı) Lakin son 5 yıldır çağdaşlaşma yolunda ciddi mesafeler kat eden, kendini yenileyen, etkili tribün desteğinin nasıl olacağını taraflı tarafsız herkese gösteren Bursaspor taraftarı o röportajla birlikte çirkin maskenin içine sokulmaya çalışıldı bir kez daha.

Televizyon programlarında, başta Hıncal Uluç olmak üzere, Ahmet Çakar ve öteki futbol yorumcuları bunu fırsat bilip Bursa taraftarına yüklendi, de yüklendi...

Bursaspor taraftarının günahı çok, evet… Geçmişte yaptıkları yanlışların cezasını fazlasıyla çektiler, hâlâ da çekmekteler.

Bursa'da uzun yıllar spor gazeteciliği ve yazarlık yaptım, uzun yıllar Bursaspor'u ve taraftarını gözlemledim. Yaşanan olaylar bugüne kadar, İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Antalya ya da Trabzon'dan farklı değil(di)...

Trabzonlu bir arkadaşım anlatmıştı başından geçen bir tribün olayını. Kendilerine müdahale etmeye çalışan bir polisi Avni Aker tribünlerinden aşağı yuvarladıklarını gururla itiraf ederken, "O nedenle polis bize müdahale edemez, korkar" diyor, sanki sıradan bir olayı aktarıyordu…

İstanbul'da izlediğim her maçta yaşanan taşlama, talan ve saldırma olayları bu ülkenin hangi stadında olmuyor ki! (keşke olmasa)

Mesela Bursa'da adam öldürülmüyor bıçaklanarak... Hele tabancayla maç yüzünden insan hayatına kastedildiği duyulmuş ve görülmüş değil…

Allah aşkına Beşiktaş tribününde yaşanan bu kaçıncı olay sayanınız var mı? Ya Fenerbahçe'de (onca başarıya rağmen) her maçta kendi aralarında neden bıçakla saldırır birbirine sarı lacivertliler?

Lakin bu Bursa başarıya hasret ve buna rağmen her maçta tribünler doluyor...

Bursaspor taraftarı, ağır tahrik altında bir zamanlar eşek kesmiştir mutlaka…

Eminim ki Beşiktaş taraftarı da ağır tahrik altında(!) kendi arkadaşlarını tribünde kesip, kurşunluyordur!

Acı olan nokta, İstanbul'da İstanbul medyası gözü önünde yaşanan bu cinayetlere üç maymun misali "seyirci" kalırken, söz konusu Bursa ve Bursaspor ya da Anadolu'nun her hangi bir takımı olduğunda gözlerini "fol taşı" gibi açıp yaygarayı patlatabiliyor!

Keşke eşeklere de, insanlara da kimse dokunmasa... Belki İstanbul medyası "at gözlüklerini" bir kenara attığında bazı şeyler düzelecek ama biz görür müyüz bilemem!

NOT: Bursa İl Spor Güvenlik Kurulu ve Emniyet Müdürlüğü, tribün liderlerinin Hürriyet Gazetesi'ne yaptığı açıklamalarda "taraftarı tahrik edici ve taraftarlar arası husumete ve suça teşvik" olduğu gerekçesiyle, 39 bin 486 YTL idari para cezası ve 6 ay Bursaspor müsabakalarından men cezasına çarptırarak, tarihi bir karar imza attığını anımsatmakta yarar var!

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=9163

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

Organize işler bunlar!

Hulki Cevizoğlu’nun seçimlerin hemen ardından yapacağı ilk programı merakla bekliyor,
hafta içerisinde, Livaneli’nin “şok” iddialarla dolu yazısının tartışılacağını ve Baykal’ın durumunun masaya yatırılacağını umuyordum...

Cevizoğlu daha farklı bir formatla ekran karşısına çıktı; hem kendisi, hem de gündemle ilgili konulara satır aralarında değindi.

Ceviz Kabuğu programına telefonla bağlanan yazar Cengiz Özakıncı, 1995’te Genelkurmay’ın yaptığı araştırma ve anketlerde bugünkü siyasal gelişmeleri gördüğünü söylemesi belki de programın en çarpıcı anıydı.

Özakıncı’nın savına göre Genelkurmay, AKP’nin bu duruma geleceğini 12 yıl önceden kestirmişti.

Akıllarda asılı kalan “Kestirmişti de neden buna engel olamadı?” sorusuna yanıt veren olmadı.

Cengiz Özakıncı sadece, “Genelkurmay 8 yıllık eğitimi getirterek, AKP’nin %60, %70 oy almasına engel olmuştur” gibi komik bir görüşü savunarak zihinleri karıştırdı.

***

Seçim günü Bursa’da (Merkez Osmangazi İlçesine bağlı) bir okulun sandık başında görevliydim. DSP’de aktif olan bir yakınımın CHP adına beni de kaydettirdiğini seçimden bir gece önce geç saatlerde haber aldım. Oysa AKP kendi görevlilerini hafta içinde toplamış ve sandıkta neler yapacakların anlatmıştı.

Sabah 07:30’dan, 19:30’a kadar öteki memur ve partili arkadaşlarla beraber 12 saat okulda görev yaptık...

Bu süreç içerisinde sandığımızı sadece AKP’li parti yetkilileri ziyaret etti, sadece AKP, görevlilerin “görev başında” olup olmadığını denetledi ve sadece AKP içecek ve yiyecek ihtiyacını giderdi!

Benim gibi üvey evlat muamelesi gören CHP’nin sandık başı görevlileri ise 12 saatlik süreci AKP’li parti yetkililerinin insafında geçirdi.

Allahtan AKP’li yetkililer insaflıydı da, aç-susuz kalmaktan kurtulduk(!)

***


“Küçücük bir ilçede seçim görevlilerini bile organize edemeyen bir parti, ülkeyi nasıl organize edecekti?” sorusu beynime kazındı durdu.

Nitekim seçim günü yaşadıklarımla ve açılan her zarfta, AKP’ye çıkan her oy beynime işlenen soruya yanıt oldu.

Görev yaptığım sandıkta AKP’ye 127, CHP’ye 47 oy çıkması nedense hiç şaşırtmadı beni.

***

Seçim ertesi, CHP yetkililerinin ekranlara çıkıp hezimetin faturasını halka kesme çabası ise onları düştükleri aciz içinden kurtaramadı.

Atı alan açık ara sandığı aşmıştı bile. Kabul etsek de etmesek de ortada muhalefet adına, tek kelimeyle bir “hezimet” söz konusuydu.

Hezimetin de tek sorumlusu olabilir!

Eğer bu bir takımsa söz konusu olan, şampiyon olamadıysa bu takım, fatura teknik direktöre kesilir; eğer çekilen bir filmse ve gişe yapmadıysa film, yönetmendir başarısız olan.

Bu dünyanın her yerinde böyledir de, nedense Türkiye’de değil!

22 Temmuz seçimlerinde CHP’yi bu duruma düşürenin Deniz Baykal’dan başkası olduğunu düşünmek zavallılıktan öte nedir ki?

Nasıl ki AKP’nin başarısında en önemli pay Erdoğan’ınsa, CHP’nin başarısızlığında da suç Deniz Baykal’ın, bakkal Ahmet efendinin değil elbet!

Seçim öncesi oy vermek için CHP’yi düşünün hangi seçmenle konuştuysam söz birliği etmiş gibi aynı açıklamada birleşti: Baykal’a rağmen CHP

Demek, sandığa gittiklerinde birçoğu karar değiştirmiş ki, Baykal’a rağmen ancak bu kadar oy çıktı CHP’ye...

***

Hulki Cevizoğlu da programında, 11 bin 500 oy almasına karşın meclise girememesini değerlendirdi.

Cevizoğlu, Ankara’da 35 bin küsur, Diyarbakır’da ise 16 bin küsur geçersiz oy çıkmasına anlam vermeye çalışırken, AKP’nin başarısını göz ardı etmekten geri kalmadı.

Neydi peki AKP’yi %47’lik oya taşıyan başarının sırrı?

Ortada başarı olup olmadığı tartışılabilir amma ve lakin bunun ‘sır’ olmadığını anlamak için siyaset bilimcisi ya da süper zekâ olmaya gerek yok!

AKP’nin başarısını(!) anlamak için benim de görev yaptığım 2255 numaralı sandıkta yaşananlara bakmak yeterli olacak!

Yani;

“organize olmak ya da olamamak”

İşte bütün mesele bu!

http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=8919

Pazar, Haziran 24, 2007

Vaatler, vaatler…

NTV’de Seçim 2007 programının önceki akşam konuğu DP lideri Mehmet Ağar’dı…
Ağar, NTV’nin Gülay Afşar, Oğuz Haksever, Ümit Sezgin ve Kadir Çöpdemir’den oluşan ekibi karşısında soruları yanıtlıyordu ki, “NEDEN Can Dündar da Ağar’ın karşısında yok?” sorusu geçti içimden!

İçimden geçen bu sorunun yanıtını, Dündar cumartesi günkü “Susurluk Yaşıyor” başlıklı yazısında vermişti aslında...

Susurluk davasının en önemli tanığı Sedat Bucak’ın DP’den milletvekili adayı gösterilmesiyle ilgili Ümit Sezgin ‘in yönelttiği soruya Mehmet Ağar’ın verdiği yanıt ise hayret vericiydi:
“Bucak ailesi daima devlete hizmet etmiştir. Bu konuda bölgeden yoğun talep de vardı. Aday göstermemiz normal”

Nedense adı Susurluk olayı ile ile özdeşleşen Mehmet Ağar'ın bir diğer Susurluk özdeşi Sedat Bucak'ı DP'den (seçilemeyeceği halde) aday göstermesi, ister istemez akılları karıştırıyor...
Can Dündar’ın yazısında okuduğum Bucak ailesiyle ilgili normal olmayan gelişmeleri düşündükçe de DP lideri ile ilgili ortaya çıkan kafamdaki soru işaretlerine birkaç çentik daha atmış oldum.
Programda, Güneydoğu’da kanayan yarayla ilgili yorumlar yaparken, şu saptamada bulundu Ağar:

“Dünyanın hiçbir yerinde lideri yakalanıp içeri atılmış bir örgüt varlığını sürdüremez!”
Bu açıklama aslında bir gafletin de itirafı olduğunu düşünüyorum। Gerçeği görememenin yarattığı bir gaflet bu!

—Lideri yakalandıysa bir örgüt ve hala ayaktaysa, demek ki yakalanan lider aslında gerçek lider değil, o örgütün ipleri başkasının elindeymiş। Sadece ipleri gevşetilmiş bir kuklayı İmralı’ya tıkmışız!

“Ağar bunun farkında mı?” sorusu havada kalıyor!

Programda ABD ile ilişkiler de konuşuldu।

Türkiye’nin Sam Amca ile ilişkilerinde ödün verme sinsilisinde bayraktarlığını yapan DP geleneğinin günümüz uzantısının başındaki Mehmet Ağar’ın ABD ile bundan sonraki ilişkilerimiz konusunda somut bir politikası olmadığı da ortaya çıktı.
Mazot fiyatının 1 YTL’nin altına çekileceği şeklinde vaatler konusunda da verdiği yanıt tatmin edici değildi...

Kadir Çöpdemir, mazot fiyatı konusunda tüm partilerin Cem Uzan’ın yarattığı sanal rüzgâra kapıldığını ima ederken, KanalTurk’te Cevizkabuğu programına konuk olan Sinan Aygün’ün bu konuda yaptığı yorum dikkat çekiciydi।

Aygün, “Mazot fiyatını indirme yarışına giriyorlar। Türkiye’deki petrol aramalarına ve bu topraklarda bulunan öz kaynakların bulunması konusunda hiçbir partiden bir açıklama, program ya da çalışma görünmüyor” dedi.

Ekran ve mitinglerde başlayan düelloda şimdilik bir kazanan ya da öne çıkan parti ve lider görünmüyor। Seçime bir ay var ve AKP zirvede olmanın avantajıyla önde, arkasından da CHP geliyor gibi görünüyor.

Gerçekleşme olanağı görünmeyen vaatler sağlı, sollu ataklarla önümüze sunuluyor।

Yerseniz...

Cuma, Haziran 15, 2007

Demokrasinin yıldızları

Billboardlara asılmış bir afiş var bugünlerde her yerde.
Farklı zamanlarda var olan, yan yana gelmeleri olanaksız üç siyasetçi; siyah beyaz bir kadrajın içine, fotoşop marifetiyle üst üste yerleştirilmiş ve altına da şu başlık atılmış:
"Demokrasinin Yıldızları"
***
Bundan birkaç yıl önceydi sanırım, TV8'de bir belgesel izlemiştim. Konuyu tam anımsamıyorum ama şöyle bir bölümü kafamda yer etmişti izlerken:
Demokrat Parti, Dünya Bankası'ndan (bugün bile ödemeye çalıştığımız) Türkiye'nin ilk borçlanma sürecini başlatmak için, Türk Tarımı'nı kalkındırmak adına ciddi bir para talep ediyor!

Sözüm ona, Dünya Bankası'ndan gelecek o parayla traktörler alınacak, çiftçilerimize dağıtılacak, böylece Köy Enstitüleri'nin kapatılmasındaki günahı hafifleyecekti DP'nin(!)
Dünya Bankası, (rakamını tam anımsamıyorum) Demokrat Parti güdümündeki Türkiye'nin borç hanesine yazarak o parayı veriyor...
Aradan birkaç yıl geçiyor ve Dünya Bankası "Kredinin yararlarını görmek ve gelişmeleri araştırıp rapor etmek üzere" Türkiye'ye bir heyet gönderiyor।

Sonuç şok edici:
DP borç olarak aldığı paranın bir kısmıyla, sadece yandaşı çiftçileri (yani toprak ağalarını) traktör sahibi yapmış... Paranın kalan kısmının akıbeti ise hiçbir zaman öğrenilemiyor!
Derken, NATO'ya girme uğruna Kore'ye asker gönderilmesi, ABD'ye koşulsuz bağımlılık, peş peşe alınan öteki borçlar… Marşal yardımı, yutturulan tonlarca süt tozu…
Billboardları süsleyen afişin en alt kısmında yer alan lider ve hükümetinin başına gelenler herkesin malûmu...

DP'nin peşinden gelen AP ve lideri Süleyman Demirel ile ardından türeyen Turgut Özal'ın da Demokrat Parti'nin ABD'ye itaat geleneğini bozmadığını anımsatmaya gerek var mı?
***
Bugün;
AKP iktidarda...
Seçimin eli kulağında... DYP orijinal kıyafetine bürünüp DP'leşirken, bir takım ayak oyunlarıyla ANAP'ın minder dışına atıldığı görülüyor!
Dini kimliğinden sıyrılmak, DP'leşen DYP'li Ağar'ı pasifize etmek isteyen günümüz iktidar partisi tarafından hazırlanan bu seçim afişleri çok şey anlatıyor, anlayabilene...
"Demokrasinin Yıldızları" diye seçmenin önüne konan afişteki isimler, "demokrasi dışında bu ülkeye ne getirdi?" sorusu havada asılı kalıyor!

Afişte, bugün Türkiye'nin ABD karşısında çaresiz, bağımlı ve neredeyse sömürge konumuna düşürecek kararlara imza atan, ilk dış borcu yapanın fotoğrafı da var, "1 koyup, 5 alacağız" diyerek Sam Amca'ya itaat etmede kusur işlemeyen de… Afişin en üstünde, ön planda ise başta en azılı ABD ve batı karşıtı söylemleriyle dikkat çeken, iktidara gelince "kraldan çok kralcı" olup çıkan, takunyasını ve takkesini atıp eski Demokrat Parti'nin devamı olduğunu kanıtlamak için çırpınan Adalet Kalkınma Partisi'nin lideri…

Afiş aslında Türkiye'nin kader adamlarını bir araya getirmiş, bir eksikle...
"Yollar yürümekle aşınmaz, verdimse kendim verdim, benzin vardı da ben mi içitim!" gibi açıklamaları yapan, bir röportajında Kadir Çöpdemir'in "Neden 'kim veriyorsa beş katını verecem' dediniz?" sorusuna , "Bunu demeseydim bana kimse oy vermezdi!" diye yanıtlayarak yalancılığını itiraf eden Demirel o karede eksik değil mi sizce!

(Demek AKP'ye göre Demirel, demokrasinin yıldızı tanımlamasına haiz değil(!)
AKP bu atağıyla resmen Menderes hükümetinin devamı olduğunu ilan etti... Salt DP'nin değil ABD'ye itaat geleneğinde bayrağı devraldığını da bu vesileyle tescil etmiş oldu!
22 Temmuz günü sandık başındaki seçmen 'Demokrasinin Yıldızları' etiketiyle ambalajlanmış, allanıp pullanan, ülkenin kaderiyle oynayan sağ mı oy verecek, yoksa birilerinin iteklemesiyle zoraki de olsa yan yana gelebilen sol tarafa mı meyledecek?
Pek yakında!

Havada tuzak kokusu var!

SkyTurk TV'de Rüstem Batum, Kuzey Irak'a Sınır dışı harekat yapmak için direten Genelkurmayımızın liyakat nişanlı başkanı Büyükanıt'ı ağır şekilde eleştirdi geçen akşam:

"Bunca zaman sayısız defa sınır dışına operasyon yapıldı. Sayın Büyükanıt'ın sınır dışı harekatta ısrar etmesine aklım almıyor... O zaman Saddam vardı üstelik! Şimdi ise Irak'ta karmaşa var, (Kürtlerin hamisi, ağabeysi) ABD var. O operasyonlarda ne değişti? Hiç!"

Batum haklı… Güneydoğuda akan kan durmadı. Şiddete şiddetle karşılık vermek, şiddeti beslemekten öte bir işe yaramadı!

(Bakınız orta doğuda olanlara!)

Sınır dışına operasyon yapmaktansa, sınır güvenliğini artırmanın bir yolu bulunamadı bunca zaman!

"Coğrafya uygun değil" açıklamaları geçerliliğini yitiriyor, mazeret olmaktan öteye geçmiyor olanlara bakınca!

Elin ajanı, provokatörü kolunu bacağını salına salına dolandı (beklide dolanmakta) İstanbul'da, İzmir, Trabzon, Ankara ve güneydoğuda...

Kışkırtma had safhada!

Senaryo uygulamada… Baş aktörler, Kuzey Irak'ı işaret ederken, sahnede figüranlar var şimdilik… Yaşananlar, Türkiye'nin sabrını taşırıp bir harekât yapmaya zorlamaktan başka ne işe yarayabilir ki?

Patlatılan ve patlamayan canlı bombalar, hava sahamızı ihlal eden dost ve müttefik(!) ABD uçakları, güneydoğuda artan askerlerimize yönelik saldırılar yaramızı kaşıyor, iltihaba neden oluyor.

Yaramız kanıyor, içimiz yanıyor...

Huzur haram oldu bu topraklara!

Son gelen habere göre Tunceli Pülümür'de karakolu basan teröristler 7 eri şehit etmiş!

Yıkılan on binlerce gencecik fidana, kırılan 7 dal daha...

Kim kırdı?

Karşı tarafta kandırılmış, gencecik başka fidanlar!

Ateş düştüğü yeri yaktı, gözyaşları, ağıtlar, lanetler, nefret ve kin!

Kuzey Irak'a sınır dışı bir operasyon için ortam hazır gibi…

AB ve ABD'ye rağmen(!) savaşa mı gidiyoruz yoksa?

Oysa o ünlü(!) 1 Mart tezkeresi öncesi ABD, Irak'a girmemizi istiyordu, onlar istedi diye meclis kararıyla girmemiştik!

Dün gibi anımsıyorum Sam Amca'nın köpeklerinin havlayışlarını. Dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ile CNNTurk kanalında Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'ın yaptığı bir röportaj vardı ki... Türkiye'nin Irak Savaşı sırasında kendi yanlarında yer almamasını, teskerenin geçmemesini meclisimizden, ordumuza, muhalefetimizden, basınımıza kadar her kesimi en ağır şekilde, pek de kolay sindirilemeyecek, (onur kırıcı) biçimde eleştirirken Wolfowitz, gıkı çıkmamıştı kimsenin!

Birand ile Çandar, sus pus olmuş, el pençe divan, Wolfowitz'in suçlamalarına yanıt verememiş, yumruğunu masaya vurup, "Sen ne diyorsun be ey gafil?" demesi gerekenler 3 maymun oluvermişti o dönem!

Lakin, bir bakışla düşmanı titreten, tek yumrukla mermer masaları kıran bir ırkın ahfadıydık biz, öyle değil mi?

Bu arada;
bu Paul Wolfowitz kim biliyor musunuz?

Hani geçenlerde Arap sevgilisiyle aşk yaşadığını itiraf ederek skandala neden olan Dünya Bankası'nın şefi Yahudi asıllı ABD bürokratı!
Şimdi ABD bizim Kuzey Irak'a girmemizi istemiyor ne hikmetse!
Gel de inan!

Tam tersini yapacağımızı bildikleri için olmasın tüm bu yaşananlar!

1 Mart'ta sokamadıkları savaşa, PKK'yı kullanarak yaralarımızı deşip, sabrımızı zorladıkları o kadar açık ki!

Hava kanla karışık, tuzak kokuyor…

Fakat, düşmanı çok iyi bellemek gerek; figüranlar mı, yoksa baş aktörler mi, hasmımız?

Baş aktöre diş geçiremiyorsan, ne işin var sınır dışında! Otur oturduğun yerde, kendi iç güvenliğini sağla, onu da beceremiyorsan ellerini aç ve dua et, dua et de bir Mustafa Kemal daha doğursun analar(!)

Bir Atatürk çıkaramayan Irak ne hale geldi, görüyor tüm dünya!

Ha futbol, ha deprem…

Cehenneme yeni atanan acemi zebaniyi gezdirme görevi usta zebaniye verilmiş। Deneyimli zebani çaylak zebaniye işin inceliklerini öğretirken de cehennem kuyularını gezdiriyormuş.Fokur fokur kaynayan kocaman bir kuyunun başına geldiklerinde usta zebani, "Bak, iyi bak!" demiş "Burada Amerikalılar yanıyor. Kuyunun başında, elinde değnek olan görevliye dikkat et, sen de o işi yapacaksın. Kuyudan çıkmaya çalışanları, ustaların yaptığı gibi değnekle, ateşin içine bastıracaksın ki çıkamasınlar"

Acemi zebani merakla yapılan işi incelemiş. Sırasıyla, Almanların, İtalyan, Fransız, Rus, Arap, Japon ve Afrikalıların günahlarını çektiği kuyuları gezmişler. Hepsinin başında bir görevli, çıkmaya yeltenenleri ateşin içine bastırıyormuş.
Derken, başında hiçbir görevlinin bulunmadığı bir kuyunun yanından geçmişler. Fakat Usta zebani, bir şey demeden öteki kuyulara yönelmiş ki, çaylak sormadan edememiş:
"Bu kuyuda neden kimse yok!"

Usta zebani yarı ukala, yarı bilge bir tavırla çaylak zebaniyi yanıtlamış!""Ha o mu, önemli değil canım… O kuyuda Türkler yanıyor. Dışarı çıkmaya çalışan oldu mu, hemen alttan biri diğerinin ayağından dibe çekiyor. Biz de o nedenle Türklerin başına görevli koymaya gerek görmedik"
***
Fenerbahçe 100. yılında şampiyon oldu! Beşiktaş da olmuş, lakin Galatasaray olmayı becerememişti(!) 100. yılda şampiyon olma zorunluluğu varmış gibi… 2004'te İsveç'in köklü takımlarından Göteborg FK de 100. yılını kutlamıştı. Zira kimse Göteborg şampiyon olsun diye İskandinavya'da yırtınmamış, hatta olamadığı için ayıplamamıştı İsveç takımını.
***
Fenerbahçe, gereksiz bir anlam yüklenilen böylesi bir sezonda şampiyon olmanın coşkusunu yaşarken, Türk futbolu tarihinin en seviyesiz yılını geride bıraktı. Hem futbol kalitesi, hem de yöneticilik, taraftar olayları, şike söylentileri, tehditler, hakaretlerle Türkiye tarihine utanç harflerle not düşülecek bir futbol sezonu noktalandı.
"TFF, (sözde üç büyük) kulüpler ve medya" suçlu sandalyesine oturtulacak kurumlar arasında yer alıyor।

Yer alıyor almasına ama bunları o sandalyede kim yargılayabilir ki bu ülkede?
***
Bundan 10 yıl öncesini, Galatasaray'ın üst üste şampiyonluk sürecine girdiği ve sonuçta UEFA, ardından da Süper Kupa'yı Türkiye'ye getirdiği sezonları anımsayanınız var mı?
Oynanan futbol nasıldı, tartışılan konular neydi biliyor musunuz?
O sezon Galatasaray zaferler kazanıp, "9 puan gerideyken dahi şampiyonluklarının engellendiğini iddia edip, ligden çekileceği tehdidini savurmuş muydu?"
***
Futbol seviyesi bugünkü kadar yerlerde sürünmedi hiç!
Yazık ki, UEFA zirvesine çıkmış bir kulüp ve taraftarı seviyede öyle bir irtifa kaybetmiştir ki, fıkrada olduğu gibi "ayağından çektiler de ondan böyle oldu" mazereti geçerliliğini yitiriyor bu noktada।

Evet, Fenerbahçe Galatasaray'ın seviyesine çıkamamıştır, ne camia olarak, ne futbol kalitesi ne de uluslararası başarı oranında Türk futbolunu dibe vurdurmuştur.
Amma ve lakin, Galatasaray camiası, son Fenerbahçe maçında olanlarla ezeli rakibinin seviyesinden de alta düşmüştür.
(Çünkü daha önce Kadıköy'de olanlar değil de Mecidiyeköy'de yaşananlar anımsanıyor! İnönü'de bir gencin bıçaklanarak öldürüldüğü bile unutulduğuna göre…)
6-0'lık yenilginin ardından Fenerbahçe'yi alkışlayabilen Başkan Özhan Canaydın seviyesizlik denizinde boğulmuştur।

Hıncal Uluç çekmiştir ayağından, Aziz Yıldırım ve Demirören tutmuştur belinden, camiası eline koluna yapışmış, taraftarı son darbeyi indirmiş, medya dibe vuruşun resmini çekmiştir, Galatasaray ile birlikte Türk futbolunun...
Belki de en büyük suçludur, bize Türk medyası diye yutturulan İstanbul medyası!
Sanki Türkiye İstanbul'dan, sanki futbolumuz Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray'dan ibaretmiş gibi!
***
Sahi, futbol bir yana Türkiye'nin bu halde olmasında medyanın payı ne kadardır, bilen var mı acaba?

Erzincan'da, Afyon Dinar'da deprem olurdu eskiden, İstanbul medyası birkaç satırda aktarır, enkazdan birileri sağ çıkmışsa, falanca sanatçının haberinin altında sıkıştırırdı olanları!
99 körfez depreminden sonra iliklerine kadar hissedince korkuyu, belki düzelir dedik İstanbul medyası. Fakat gene değişmediği anlaşılıyor. En son Manyas'ta oluşan depremlerde bile İstanbul'u düşündüler, hesaplarını bunu üzerine yaptılar.
Aman İstanbul'a zeval gelmesin(!)

Çünkü Tekirdağ'da yaşayan Traklar… Yalova, Sakarya, İzmit ve Bursa'da Bizanslı, Bilecik, Eskişehir ve Bolu'da Hititli, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale'de Truvalı yaşıyor ne de olsa(!)
Oldu olacak İstanbul'un adını da "Ceneviztan" olarak değiştirip bağımsızlığını ilan etseler de rahatlasak(!) diyesim geliyor!
***
Ha futbol, ha deprem…

Spor olarak görülürdü eskiden futbol, coştururdu; şimdi deprem gibi yıkıyor ve yakıyor.
Ne zaman bu ülkede sporun futboldan, Türkiye'nin İstanbul'dan ibaret olmadığı anlaşılacak, belki o zaman seviye de artacak, kalite de!

Cuma, Mayıs 04, 2007

Perihan abla ile Tuna kardeş!

Memleket krizden kırlıyor, muhtıralar havada uçuşuyor.

Genelkurmay hükümete aba altından sopa değil resmen palaska gösteriyor...

Borsa allak bullak olmuş, birilerinin muhtırası, başka birilerine "yeşil dolar, kara gün içindir" misali kriz kanalından akıp zengin ederken, başka birileri üç maymunculuk oynuyormuş...

Meğerse ülkemizin yetiştirdiği en nadide ve en karizmatik(!) yazarlarımız, klavye tokuşturma yarışına soyunmuş.

Son günlerde köşelerini okuyor musunuz, bilmiyorum!

Sanırsınız ki memleket güllük, gülistanlık.

Demokrasi tıkırında, okuma yazma oranı %100'de 200, her basılan kitap milyonlar satmakta, ekonomi çarkları şakır şakır, eğitim ve sağlık sektörlerinde güller açmakta...

Namus-suzluk cinayetleri tarih olmuş da Tuna kardeşimiz yazacak konu bulamadığı için Maden'leri karıştırmakta(!) Perihan ablamız da Kiremitlere çıkmış "damdaki kemancı"yı izlemekte(!)

Hay canına yandığımın memleketi be bu günleri de mi görecektik(!) Sorun yok, dert yok yurdum insanında(!) Oysa eskiden böyle miydi?

Ey benim memleketimin okuru, yazarı, enteli-danteli, ey benim memleketimin askeri, siyasetçisi!

Ne zaman halk olacak, ne zaman bu halkı anlayacaksınız?

Bu nasıl ülke, bu nasıl düzen bu nasıl sistem?

Siyasetçisi bir âlem, askeri başka, yazarı, çizeri ayrı bir âlem!

***

Hele futbolumuz var ki, bambaşka bir âlem!

'Devlet içinde devlet' yok diyenlerin dikkatine!

Hani, ne oluyor bu FB Cumhuriyeti! (Valla ben 25 milyonluk nüfusu var diyenlerin yalancısıyım) Bakın FB Cumhuriyeti Genelkurmayı'nın, Futbol Cumhuriyeti hükümetine "Lig'den çekilirim haaa!" diye gönderdiği muhtıraya ne demeli(!)

Lig TV'nin kablolarının canlı yayın sırasında sabote edilmesi ile 1 Mayıs günü yaşanan olayların birbirinden farkı mı var? (!)

İkisi de provoke edilmiş etkinlikler değil mi?

Amma ve lakin güzel yurdumda tartışılacak mevzuular değil bunlar...

Sevgili ve pek değerli yazar kardeşlerimiz, ablalarımız, nefret tohumlarını kendi üzerlerine serpiştirmekle meşguller!

Onların umurunda bile değil, Tanju Çolak'ın çıkıp, "Teşvik primi vardır, biz de aldık ve çatır çatır yedik" diye itiraf etmesi!

Umurlarında bile değil, Yüce ve Ulueren Serhat Star Spor Müdürü'nün devrik Milli Takımlar Teknik Direktörü Ersun Yanal'ı canlı yayına çıkartıp bazı şeyleri itiraf ettirmeye çalışmasıyla ilgilenmez onlar!

Son krizle sokaktaki insanın fakirleşmesi değil de birbirlerine satır aralarında sokuşturdukları, ince, naif, kılçık ve kıymıkların(!) derdinde Tuna kardeşimiz ile Perihan ablamız!

Erken seçim 22 Temmuz'a alınmış, Deniz amca Eylül'de olsun demiş, Recep ağabey "Eylül'de seçim olur mu, zaten normali Kasım'dı" diye yanıt vermiş, memleketim ne hale gelmiş, beni bu olanlar bir gerer, bir gerer, bir gerermiş ki...

Dur hele seçimin eli kulağında...

Bir muhtara de sandıkta biz size vermezmiyiz şimdi(!)

Bir muhtıra da benden!

Sözlüğe baktım hemen, 'muhtıra' öz Türkçe ne demek diye!

Açıklaması şu: Beyanat, bildiri, deklarasyon, manifesto, nota, tebligat, ültimatom!

Bu açıklama ordudan gelince de çok sert algılanıyor ve hemen arkasından postal seslerinin yankısı duyulmaya başlıyor ne yazık!

Bu ülkede muhtıra verse verse, asker verir; başkası veremez sanki.

Ama ben de muhtıra vermek istiyorum! Bu ülkenin yüz binlerce işsizinden, hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan milyonlarca yurdum insanından biri olarak memleketi yaşanmaz, çekilmez kılan, demokrasiye palaska indiren, bankaları hortumlanırken, 'gık' etmeyen, ağızlarını dayadıkları musluğun vanası kapandığında 'ciyaklayan' herkese bir çift sözüm, özetle tek bir muhtıram olacak!

Bu memleketi bu hale ben getirmedim! Bu memleket soyulurken, güneydoğuda akan kan durdurulamamışken, gelir dağılımının dengesi her geçen gün ibresini zenginden yana meylederken, birileri ABD'lere kadar gidip liyakat nişanıyla ödüllendirilirken, çocukları bilmem kaç milyon dolara şilepler, yatlar, katlar alıp, dine, kitaba sığınırken üç maymunu oynayanlar!

Ortadaki takiyye öyle aşikar ki, Genelkurmay Başkanı Sn. Büyükanıt'ın önceki muhtıramsı açıklamalarını görmezden gelip kör ve cahilane bir inatla eşi başörtülü bir adayın Çankaya'ya oturtmak istenmesi ve bunu fütursuzca açığa çıkarmaları sonun başlangıcı olduğu kanısındayım!

Demokrasi Ordu'nu umurunda bile değil. Zaten hiç olmadı ki. Bunu ben değil, tarih söylüyor!

Burada ayağını yorganına göre uzatacak, hesaplarını kendi egosu için değil, ülkenin geleceği için yapacak olan mevcut hükümet yetkilileriydi. Bunu yapamadılar ya da yapmadılar.

Muhalefet zaten Allaha emanet!

Seçimin eli kulağında, ant olsun ki hiç birinize oy vermeyeceğim!

Ant olsun ki, bu halk sandıkta hepinize hesap sormasını bilecek ve hepinizi ama HEPİNİZİ sandığa gömecek!

Sadece kendi çıkarını düşünen, egolarını tatmin etmek uğruna, örümcek bağlamış beyinlerinin kılcal damarlarında köhneleşmiş fikirlerini söküp atmadıkları halde bu kutsal meclisin üst makamlarını işgal edenler, sizden öncekiler memlekete ne kadar zarar verdiyse, siz de o kadar zarar vermektesiniz bilmiş olun!

Sandıkta benden size 'zırnık' yok!

Hiç biriniz bu halka layık değilsiniz!