Savaştan kaçmış, savaşın sillesini gerçek anlamda yemiş,
evi yurdu yıkılmış sevdikleri katledilmiş olan mazlumlar değil bu yazının eleştirdiği…
Sadece bu yazı ve bu yazının satırlarını yazan yazarın da
derdi bu değil; toplumda giderek artan bir öfke var ve bu öfkeye tercüman olmak
maksadıyla yazıyorum…
Ki, ben İsveç’te 10 ay mülteciler arasında bir mülteci
gibi yaşayıp, konuyla ilgili “Gölge Adamlar” adlı bir belgesel çekmiş, üstüne
de "Avrupa'da Mülteci Olmak" adlı kitap kaleme almış biriyim; mülteciler benim kırmızı çizgimdir, bu böyle
biline…
Amma ve lakin; Türkiye’de yaşanan sorun artık bir başka
noktaya evrilmiş durumda. Olay, “Suriyeli din kardeşlerimiz bizim
misafirlerimizdir” olayının dışına taşmıştır. Ortada misafir kalmamış, yerel halk, misafir
diye gelenler karşısında ikinci, hatta üçüncü sınıf insan konumuna itilmiştir.
Bu millet, Anadolu’yu vatan bellemiş, gerek
sınırlarımızın dışından gerekse sınırlarımızın içinden, bir takım zorunlu nedenlerden
ötürü yer değiştirmiş göçmenlerden oluşur. Göçmenliğin ne olduğunu iyi bilir!
Ufak tefek homurdanmalar dışında hiçbir muhacire böylesine öfke, böylesine
nefret duyulduğunu anımsamıyorum.
Öyle ki, ailesi 1950’li yıllarda eski Yugoslavya’dan
Türkiye’ye göç etmiş ve muhacir olmanın zorluklarını derinden yaşamış biri
olarak yazıyorum bunları.
Mübadele ile getirilenler, Yugoslavya’dan gelenler, Bulgaristan’dan,
Kırım’dan, Gürcistan’dan, Afganistan’dan Kuzey Irak’tan, Kosova’dan, Bosna’dan kaçanlar
gibi birçok mülteci gördü bu ülke ve hiçbirine de “tu kaka” demedi…
Ama Suriyeliler, Suriye’den gelen din kardeşlerimizle
yaşananları bu düzlemde değerlendirmek zorlaşıyor…
Suriyeliler’in durumu “mülteci” normlarını aşmış
durumda.
Bunun tek bir sorumlusu var; o da süreci iyi yönetemeyen,
kendi vatandaşını “misafirler” karşısında ezdiren hükumetten başkası değil.
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ülke kendi vatandaşını
öteleyip, mültecilerin altında ezdirmez. Her ülkenin vatandaşı, kendi ülkesinin
birinci sınıf vatandaşı olmalı!
Mültecilerin statüsü, konumu ve hakları bellidir...
Türkiye’de tam tersi…
Bunu fark eden halkımız ister istemez, “mazlum-haklı-haksız”
ayırımı yapmadan öfke biriktirmeye, insani melekelerini yitirmeye başladı.
İşte en büyük tehlike burada!
Ekonomik koşullarda zaten yeterince yıpranan, bunalan, baskılanan karamsar
vatandaş, Suriyeli mültecilere birtakım ayırımcılıklar tanındığını görüyor ve öfkesini
bu noktada birleştiriyor!
Bursa’da bir süredir Çarşamba semti ve Başaran’da yaşanan
olayların temelinde bunlar yatıyor.
Çok değil, 4-5 yıl önce Bursalıların yaşadığı
mahallelerde hem insan profili değişti, hem de görüntü.
Bu kadar hızlı bir değişim, Arapça konuşan insanlar, Arapça
tabelalar, bariz yozlaşma, artan çöp yığınları, bu sorunlara çözüm üretemeyen yerel
yöneticilerin basiretsiz ve çaresizliği de eklenince, kaotik ortam da kaçınılmaz oluyor.
Savaştan kaçan bu insanların 4-5 yıl içinde nasıl olur da
marketler, restoranlar, tekstil ve konfeksiyon atölyeleri açabildiklerine hayret
ediyor herkes!
Çünkü bunlar alışıldık şeyler değildi.
Bulgaristan’dan gelen soydaşlarımızın bile, aynı dili konuşmamıza
rağmen adapte olmaları 15-20 yıl sürmüştü.
Suriyeli din kardeşlerimiz ise maşallah, sanki asırlardır
bu ülkede, bizimle birlikte yaşıyorlarmış gibi hemen birkaç yılda misafir
olmaktan çıkıp yerli(!) gibi davranmaya başladılar.
“Oh ne ala, çok çabuk uyum sağladılar, ne güzel” diye
düşünenler yanılıyor, zira Suriyeli kardeşlerimiz yerli halkla kaynaşmak bir
yana, yaşam alanlarını kendilerine benzetmekten ileriye gidemediler!
Durum vahim; Suriyeli din kardeşlerimiz misafirlik
mertebesini aşıp, yerel halkın tepesine çıkmış görünüyor...
Bakalım buna kim nasıl dur diyecek.
Eğer çözüm bulunamazsa ki, kök salmaya başlayan bu insanları
kim hangi kudret ait oldukları ülkelerine gönderecek, o da belli değil….
Eğer çözüm bulunmazsa ya bir arada yaşamayı öğrenecez (ki zor görünüyor) ya da birbirimizi yavaş yavaş yok edecez...
Büyük belanın çanları çalmaya başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder