Pazar, Aralık 23, 2018

Siz müsveddeleştiremediklerimizden misiniz?


Cumartesi akşamı eve gittiğimde marangoz emeklisi babam 78’lik Arnavut Ferik Usta’yı her zamanki gibi Halk TV’nin karşısına oturmuş, Uğur Dündar’ın Halk Arenası programını dikkatle izlerken buldum. Sonra bir de baktım ki, konuklardan biri, tiyatromuzun yaşayan efsanelerinden üstat Metin Akpınar konuşuyor, yanında da bir başka usta Müjdat Gezen…
Yarı şaka yarı ciddi, sanat, tiyatro, gündem derken konu demokrasinin olup olmaması ve işleyip işlememesine geldi. Akpınar, “Bireylerin geleceklerini tayin edebilecekleri bir rejim demokrasidir. Bu kargaşadan kurtulmamızın tek çaresi demokrasi diye düşünüyorum. Oraya ulaşabilirsek ne ala, kavga dövüş olmazsa biz bu işin içinden çıkarız. Ulaşamazsak, her faşizmin karşılaştığı gibi, belki liderini ayağından asarlar, belki mahzenlerde zehirlenerek ölür, belki adı geçen başka liderlerin yaşadığı gibi sonu gelebilir ama bize yazık olur, biz harap oluruz!” dedi ve tam o anda “Aha Reis’e bir fırsat daha çıktı, pazartesi olur olmaz, Reis bu konuşmayı kendi işine geldiği gibi alır ve Metin Akpınar’ı hedefe koyarak, seçim öncesi fıstık gibi yeni bir propaganda malzemesi olarak kullanır!” diye içimden geçirdim…
Yahu bu ne hız, pazartesiyi bile beklemeden, Sn Cumhurbaşkanı Erdoğan, Pazar mazar dinlemeden yaptığı açıklama ile şak diye gündeme yapıştırdı:  “Beni ipe götüreceklermiş, bunu sanatçı müsfetteleri yapacakmış, senin her yerin sanatçı olsa ne yazar. Beni ipe götürecekmiş, senin haddine mi? Biz şahadete inanmış insanlarımız: Biz bunların bedelini ödemeye hazırız. Bunlar sanatçı müsfettesi. Bunun bedelini ödeyecekler. Kalkacaksın bu ülkenin Cumhurbaşkanını ipte saldandıracaksın. Şimdi yargıya git" (Yazım yanlışları haberi aldığım web sitesine aittir)
“Şimdi yargıya git!” açıklamasını emir telaki eden, esas duruşta(!) bekleyen Sn Cumhurbaşkanı’nın nöbetçi savcıları da, pazartesi geç olur diye ışık hızıyla, hem Metin Akpınar’a hem de Müjdat Gezen’e soruşturma açmış.
İyi de Akpınar ne dedi? Bir daha bakalım:
“Demokrasiye ulaşamazsak, her faşizmin karşılaştığı gibi, belki liderini ayağından asarlar, belki mahzenlerde zehirlenerek ölür, belki adı geçen başka liderlerin yaşadığı gibi sonu gelebilir ama bize yazık olur, biz harap oluruz!”
Türkiye’de Demokrasi yok mu ya da kendisi faşist mi ki Sn Erdoğan bu konuşmadan rahatsız oldu?
Akpınar’ın yaptığı tehdit değil uyarıdır. Uyarı ile tehdit aynı şey değildir. Kaldı ki Metin Akpınar kim ki koskoca Erdoğan’ın tehdit edecek?
Üstelik bir cümlede “belki” geçiyorsa bir tehdit değildir…
Akpınar, konuşmasında yaptığı uyarılar demokrasi olmama durumunda ortaya çıkabilecek sonuçlardı.
Madem ülkemizde demokrasi olduğu iddia ediliyor da savcılar pazartesiyi bile beklemeden alelacele harekete geçip pazar olup olmamasına bile bakmadan neden soruşturma açıyorlar?
Savcılar böyle yaparak Metin Akpınar’ın endişesini haklı çıkarmış olmuyorlar mı?
Elbette ki; tüm mesele seçim öncesi yeni bir düşman yaratmak ve tabanına “bakın benim düşmanlarım var, bunlar beni öldürmek, beni yıkmak, beni asmak istiyorlar!” mesajı vermek. Ve nitekim, sosyal medyada harekete geçen troller anında Müjdat Gezen ve Metin Akpınar ve dahi Uğur Dündar hakkında karalama, lanetleme, düşmanlaştırma hareketine başlayıp karşı saldırıya geçtiler ki, görseniz, Metin Akpınar değil de yıllardır içimizde ajan beslemişiz(!) Ne Yunanlı olması kalmış, ne Ermeni, ne Rum, ne de Yahudi olduğu….
Yıllarca, yol arkadaşı rahmetli Zeki Alasya ile birlikte hiciv yaparak Devekuşu Kabare Tiyatrosu ile bizi hem güldüren, hem de düşündüren Metin Akpınar yakalansa anında darağacına çekilecek duruma getirilmiş… Ülkenin durumu hakkında ve hatta kendisi hakkında endişelerini dile getiren biri Sn Erdoğan için sanatçı müsveddesiymiş. Kim? Metin Akpınar. E Fatih Portakal da spiker müsveddesiydi… Kemal Kılıçdaroğlu muhalefet müsveddesi… Muharrem İnce aday müsveddesi, ee başka?
Birkaç gün önce Fatih Portakal’ın canlı yayında söyledikleriyle birlikte hedef tahtasına koyduktan sonra, şimdi yeni ve en taze düşman Metin Akpınar!
Bu durumu görünce Fatih Portakal’ın Erdoğan’a neden karşılık vermediğini daha iyi anlıyorum. Çünkü siz ne kadar kendinizi savunmaya çalışırsanız çalışın, onun her dediğine inanan kemikleşmiş, sorgulama melekesini yitirmiş seçmenleri ve çok güçlü acımasız, vicdansız medyası var!
Bir kesim, Portakal’a çok kızdı. Özellikle de eski televizyon habercisi, yeni youtuber Ünsal Ünlü, Fatih Portakal’ı sessiz kaldığı için acımasızca eleştirmiş, Erdoğan’a yanıt vermesi gerektiğini ifade etmişti.
Başta ben de Portakal’ın bu denli pısırık kalmasına hem anlam verememiş, hem de şaşırmıştım. Ancak bu son Metin Akpınar olayını gördükten sonra Fatih Portakal’ın neden böyle davrandığını daha iyi anladım.
Sizin vereceğiniz karşılığın hiçbir hükmü yok!
Karşınızdaki güruh, başlarındaki lider ne diyorsa ona inanıyor, ona biat ediyor…
Dün Fatih Portakal, bugün Metin Akpınar, bakalım yarın kim?!
Marta da çok var, eminim hedef tahtasına konabilecek daha çoook kişi bulup buluşturacaktır Sn Recep Tayyip Erdoğan ve şürekâsı…
Bu durumda yapılacak iki şey var:
Ya seçimlere kadar kimse konuşmayacak, karşılık vermeyecek ve susacak…
Ya da herkes top yekûn sivil itaatsizlik yöntemine başvurup, yüz binlerce kişi Fatih Portakal ve Metin Akpınar’ın söylediklerini bıkmadan usanmadan tekrarlayacak!
Ne dersin Ünsal kardeş, hangisi daha mantıklı, bunlardan hangisi uygulanabilir sence? 
Zira söylesek tesiri olmuyor, e sussak gönül razı gelmiyor…
Ne yapsak bilemedim!


Salı, Aralık 11, 2018

Skandal cerrah hala Bursa’da mı?

Adı Paolo Macchiarini, İtalyan asıllı profesör ve doktor. 1958 Basel İsviçre doğumlu. Wikipedia’da sayfası var, hakkında yer alan mesleki bilgide “eski cerrah” diye belirtilmiş.
Ne demek eski cerrah?
Cerrah’ın eskisi yenisi olur mu?
Demek oluyormuş…
Eski futbolcu olur da cerrah olmaz mı?
(İsveç medyası)
Ülkemiz nasıl ki miadını doldurmuş, ıskartaya çıkmış futbolcuların cenneti oluyorsa refüze edilmiş cerrahların son limanı neden olmasın(!)
Şaka bir yana ama konu hiç de şakaya gelecek gibi değil...
Macchiarini esas ününü, ya da kötü şöhretini İsveç’te yapmış.
2010'dan itibaren İsveç'teki Karolinska Institutet'te geçici bir kontratla araştırmacı olarak çalışan Paolo Macchiarini’in yaptıkları ülkede skandallara yol açmış. Öyle ki; 2016 yılında Karolinska Üniversitesinde tedavi etmeye çalıştığı, (aralarında) Türk asıllı Yeşim Çetir'in de bulunduğu, bir çok hastaya, suni yöntemle geliştirilen (sentetik) nefes borusu ameliyatını etik kuruldan izin almadan uyguladığı ortaya çıkmış ve “skandal” başlıklarıyla İsveç’te tartışılan adam olmuş. Çetir ailesi, İsveç’teki hastane ve ameliyatı yapan doktor Paolo Macchiarini'ye dava açmış.
Bu ameliyat sonrası Yeşim Çetir’in tedavisi için ABD’ye götürüldüğü ve daha sonra hayatını kaybettiği haberi Türk medyasına da yansımış.
O dönem İsveç devlet televizyonu SVT'ye bile haber olan,
(İsveç medyası)
hakkında bir çok belgesel ve program yapılan Macchiarini’nin, dünyada nefes borusu nakli konusunda önemli cerrahi merkezlerinden biri kabul edilen İsveç Karolinska Üniversitesi’ni sahte belgelerle kandırdığı ortaya çıkmış. Macchiarini’nin ameliyat ettiği hastaları kobay gibi kullandığı, bir çok hasta ve yakınlarına baskı yaptığı anlaşılmış.
Bakın tedavi değil, haber kobay olmaktan söz ediyor.
Eski cerrah Paolo Macchiarini, şimdi Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görev yapıyor. Macchiarini’yi Bursa’ya getiren ise arkadaşı Prof. Dr. Cengiz Gebitekin. Bu ikilinin, geçtiğimiz Şubat ayında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne solunum yolunda tıkanıklık şikayetiyle getirilen 5 aylık Hüseyin Asaf Yüksel’e başarılı bir ameliyat yaptığı haberi Anadolu Ajansı tarafından servis edilmiş ve haber gerek ulusal gerekse yerel medyada yayınlanmış.
(İsveç medyası)
Fakat haberin veriliş şekli biraz garip; Macchiarini “ithal doktor” olarak duyuruluyor ve böyle bir cerrahi operasyonun Türkiye'de ilk kez gerçekleştirildiği, hastanın cihaza bağlı olmadan yaşama tutunduğu ve Göğüs Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Cengiz Gebitekin'e İspanya'dan bu operasyon için gelen Göğüs Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Paolo Macchiarini eşlik ettiği yazılıyor.
Paolo Macchiarini’nin eski bir cerrah olduğu, İsveç’ten kaçarcasına istifa ettiği (belki İspanya’dan da kovuldu) ardından kendisiyle çalışan tüm ekibinin de kovulduğu, yaptığı tedaviler sonucu hastalarının yaşamını yitirdiği belirtilmemiş.
İsveç medyasında yer alan bilgilere göre İtalyanlar kendisine profesör olma hakkı vermemiş. 2005 yılında da İspanya’ya taşınıp tedavilerine orada devam etmiş ama tedavi yöntemi sonucu 8 hastadan yedisi yaşamını yitirmiş.
Bu arada Karolinska Üniversitesi’nde tedavi etmeye çalışırken yaşamını yitiren üç hastadan sonra Haziran 2016'dan İsveç Cumhuriyet Savcılığı adam öldürme şüphesiyle Macchiarini’ye soruşturma açmış.
(İspanya'dan gelen ithal doktor ne demek?)
Bir yıl süren mediko-yasal soruşturmadan sonra, Ekim 2017'de Macchiarini, delillerin desteklemediği araç ve prosedürlerin kullanımı nedeniyle beş davanın dördünde, suçunun olmadığını, hastalarının başka bir tedavi altında öldüğünü iddia etmiş. Bu savunmanın ardından İsveç Ulusal Bilimsel İnceleme Kurulu, Macchiarini hakkında bilimsel bir suiistimal bulduğunu açıklamış.  Bu gelişmelerden sonra İsveç’i terk eden Paolo Macchiarini’nin Rusya’nın Kazan şehrine gittiği ve bir süre burada görev yaptığı, daha sonra oradan da ayrıldığı kamuoyuna duyurulmayan bilgiler arasında…
Eski Cerrah Macchiarini’nin son durağı Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi..
Ve (bildiğimiz kadarıyla) katıldığı son ameliyatta tedavi edilen 5 aylık Hüseyin Asaf Yüksel’in durumunun (şimdilik) iyi olması belki de tek teselli, zira Macchiarini’nin karıştığı hemen her ameliyatın sonu trajediyle sonuçlanmış.
O zaman biz de hemen şunu soralım:
-Macchiarini’nin de ameliyatına girdiği 5 aylık Hüseyin Asaf Yüksel’in son sağlık durumu nedir?
(Macchiarini'nin tedavi etmeye çalıştığı 
Yeşim Çetir de yaşamını yitirenler arasında!)
-Macchiarini’yi her platformda savunan Prof. Dr. Cengiz Gebitekin, meslektaşının tedavi etmeye çalıştığı 8 hastadan 7’sinin vefat ettiğini bilmiyor muydu? Ki bunlar arasında; Amerika'da kameralar önünde ameliyat ettiği 2 yaşında ki Güney Koreli bir kız çocuğu da da var.  Kız ameliyattan iki ay sonra yaşamını yitirmiş.
-Paolo Macchiarini’ye İtailyanlar neden profesör olma hakkı vermedi?
-Prof. Dr. Gebitekin, Macchiarini’nin İtalyan asıllı İsviçerli olduğunu neden gizleme ihtiyacı hissetti? Rusya/Kazan’ı es geçip de “İspanya’dan ithal” doktor olarak kamuoyuna yansımasına neden ses çıkarmadı? Yoksa meslektaşının İtalya’da hastalarını tehdit ettiği için tutuklandığından haberdar değil mi?
-Macchiarini, İspanya, İsveç ve son olarak Rusya’dan neden ayrıldı?
-İsveçlilere ”Papayı bile tedavi” ettiğini söyleyerek kandıran (İsveç medyasının yalancısıyım) adı skandallara karışmış eski cerrah hala Bursa’da mı?

KAYNAKLAR:
http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUGFvbG9fTWFjY2hpYXJpbmk

https://www.olay.com.tr/5-aylik-huseyin-bebek-ithal-doktorla-yasama-tutundu-142889h.htm


https://www.posta.com.tr/ameliyatta-soluk-borusu-delinen-yesim-6-yillik-yasam-mucadelesini-kaybetti-1280574


https://www.isvecgundemi.com/gundem/doktor-macchiarini-den-skandal-yesim-cetir-ameliyati-h5092.html


https://www.svt.se/nyheter/utrikes/macchiarini-fortsatter-att-operera-i-turkiet?fbclid=IwAR1qlF-BGYEnQImvronue-2thyjGjCvYYL-MOlCFa-M2uQgNIvoWlM6uqRw


https://www.svt.se/nyheter/lokalt/stockholm/strupoperationerna-pa-karolinska?fbclid=IwAR00oNlkZX3ExV1bTs6SlR-7N8R9ql_DlELTL4BAd0llx7HwLG2lkkGlYgI



https://www.dn.se/nyheter/sverige/detta-har-hant-macchiarini-skandalen/?fbclid=IwAR2vjk95v7W0CSp2PD3FdzzPsNO0i97HBNcD_8-W7PUjhWMBcUf7aP-exeY

Cumartesi, Kasım 24, 2018

Bohemian Müslüm Freddie baba(!)


Müslüm Gürses’i, son kez 2009'da düzenlenen 4. İpek Yolu Film Festivali sırasında ilk ve son kez canlı dinledim. Teoman ile birlikte “paramparça” şarkısında düet yapmış, Müslüm Baba’nın sesini bastırmak için deneyimli popçunun yırtındığına tanık olmuştum…
Ülkemize hiç gelmeyen Freddie Mercury’i ise zaten görmem ve izlemem mümkün değildi ama filminde onu oynayan Rami Malek’i ilk defa Believe adlı bir dizi filmde, bölüm oyuncusu olarak fark etmiştim.
Bakın “izledim” ya da “gördüm” demiyorum, “fark etmiştim” diyorum. Sanırım iki bölümde rol almıştı ve değişik fiziki özellikleriyle dikkatimi çekmişti.
Neyse; önce Müslüm filmini izledim, iki hafta sonra da Bohemian Rhapsody…
İki müzikal karakter, birini dünya tanıyor, diğerini sadece biz…
Birini ünlü yönetmen Bryan Singer, diğerini de Ketche ile Can Ulkay yönetmiş…
Bizim yönetmenleri de kaç kişi tanır o da tartışmalı…
Bu filmlerden biri dünyada izleniyor, diğeri sadece Türkiye’de…
Müslüm 4. haftasında 62 milyon 397 bin 362 TL 47 Kuruş hasılata ulaştı.
Bohemian Rhapsody’nin Türkiye gişe hasılatı 3 haftada 5 milyon 967 bin 168 TL olarak kayda geçti.
Peki tüm dünyada Bohemian Rhapsody ne kadar kazandırdı dersiniz?
406 milyon 738 bin 249 Dolar…
Bu arada; Bohemian Rhapsody’nin bütçesi 52 milyon dolar, Müslüm’ün bütçesi ise sadece 21 milyon Türk Lirası…
Her iki filmin yapımcısının da kâra geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz…
Peki hangisi daha çok filme benziyordu, veya hangisi daha etkileyici sinematografik özellikler taşıyordu?
Elbette Bohemian Rhapsody…
Eğer bir filmden çıktıktan sonra o filmden sahneler hala gözümde canlanıyor ve içeriği bana sorular sorduruyorsa o film benim için etkili bir filmdir…
Bohemian Rhapsody’den çıktıktan sonra beni en çok etkileyen Freddie Mercury’i canlandıran Rami Malek’in performansı oldu.
Muhteşem oynamış!
Belki “oynamış” demek de yetmez, karakteri içine çekmiş resmen. Fiziksel olarak evet ama suret (yüz) olarak gerçek Freddie’ye pek benzediği söylenemez Rami’nin. Lakin gerek sözlü, gerekse sözsüz sahnelerde sergilediği performansla tek kelimeyle “döktürmüş…”
Believe gibi ortalama kalitede TV dizilerinde bölüm oyunculuğundan öteye gidemeyen Rami, MR Robot dizisinde kaptığı baş role kadar pek tanımıyordu. Mısır asıllı Kıpti Ortodoks bir ailenin çocuğu olarak Los Angeles’ta doğan Malek, Ömer Şerif’ten sonra Mısır’ın dünya sinemasına kazandırdığı yıldız olmayı ve Oscar’ı hak ediyor.
Büyük bir olasılıkla da, bunun üstünde bir performans sergileyen başkası çıkmazsa, ki şimdilik yok gibi; Rami, Malek en iyi erkek oyuncu dalında Oscar heykelciğini kaldıracağa benziyor.  
Bir yanda Freddie’ye hayat veren Rami Malek, diğer yanda Müslüm’ü canlandırmaya çalışan Timuçin Esen…
Hayat vermek ve canlandırmak, aynı şeyler değildir…
Rami Malek’e, Freddie’ye benzemesi için ekstra bir makyaj yapılmamış, sadece dişlerine protez uygulanmış…
Timuçin Esen’e ise peruğundan burnuna yapılan plastik makyaja kadar çok ciddi bir işçilik uygulanmış.
Rami Malek müzikal sahnelerde birkaç sahne dışında kendi sesini kullanmamış, filmde de daha çok Freddie Mercury’nin sesini dinledik.
Müslüm’de ise Timuçin Esen şarkıları kendi seslendirmiş, ki Müslüm Baba’nın sesini tanıyanlar bu durumu çok yadırgadı. Ben de yadırgadım. Her ne kadar makyajla Müslüm Gürses’e benzetilmeye çalışılmış olsa da fiziksel yapısı veya kalıbı Müslüm’le hiç bağdaşmıyordu.
“İki filmi kıyaslamak ayıp olur” diye düşünmüyorum. Pek ala iki film de kıyaslanır, oyuncuların performansı da karşılaştırılır.
Bohemian Rhapsody’nin oyuncu seçimi çok başarılı. Tüm oyuncular, gerçek hayattaki karakterlerle örtüşüyordu. Müslüm’de ne yazık ki aynı özeni göremedik. Bunu oyuncu yönetimindeki zaaf olarak da nitelemek mümkün… Hele ki, Muhterem Nur’u canlandıran Zerrin Tekindor tercihi çok absürt olmuş.
Aradaki 22 yaşlık fark, gerek Tekindor’un genç görünmesi, gerekse Nur’a hiç benzememesi filmin eksi yanlarından biriydi…
Müslüm’ün (Timuçin Esen) şarkı söylediği gazino sahnelerindeki hızlı kurgunun da Esen’in, abartılı makyajını örtbas etmek için uygulanan bir teknik olduğu gözlerden kaçmadı.
Tüm bunlara rağmen, gerek Timuçin Esen ve Zerrin Tekindor’u ve elbette Müslüm’ün gençliğini canlandıran Şahin Kendirci’yi alkışlamak gerek.
Timuçin Esen’in de o makyajla hem oynayıp hem şarkıları seslendirmesi de takdire şayandı…
Ama keşke Esen değil de Müslüm Baba’nın kendi sesini kullansalardı…
Sonuçta, iki müzikal karakter ve iki farklı film…
Bir kaç satırda da olsa, sinemadan anlamadıklarına bir kez daha tanık olduğum Türk (Bursa) izleyicisine değinmek istiyorum.
Diğer illerde durum nasıldı bilemiyorum ama; film bitmiş, sonunda gerçek Muhterem Nur ile yapılan röportajlar akıyor jenerikle birlikte; bir dur da izle, ne diyor gerçekte ne anlatıyor; yok arkadaş, sanki sinemaya zorla getirip de zorla filmi izlettirmişler gibi; kaçarcasına, paldır küldür ayaklandı herkes ve ne kendileri izledi filmin en anlamlı yerini, ne de başkalarına izlettirdiler. Benzer durum Ayla filminde de olmuştu, Bohemian Rhapsody’de de oldu.
Bu millete ne film izleme adabını kazandırabildik, ne de başkalarına saygı göstermeyi…
Trafik lambalarında kırmızı ışığa sabır gösteremeyen bir güruhtan bunu beklemek fazla, biliyorum ama ne zaman ki film sonunda akan ve emek verenlerin isimlerinin yazılı olduğu jenerik izlemeye başlayacak işte o zaman ADAM(!) olacağız, aha buraya da yazdım…

Perşembe, Kasım 22, 2018

Recep Gündüz’ün yanındaki komünist(!)


Bilmem Recep Gündüz’ü tanır mısınız?
Belirli bir kesim tanıyor olabilir ama Bursa’da bu belirli kesim dışında, tanıyan, ismini duysa da kim olduğunu bilenlerin sayısı pek fazla olmasa gerek.
Bunlardan biri de bendim.
İsmini duymuş, birkaç kez topluluk içinde karşılaşmış ama bir hukukumuz ya da muhabbetimiz oluşmamıştı.
Recep Gündüz Kosova-Üsküp Türkleri dernek başkanı.
Özellikle adaşı, bir önceki (devrik) Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile birlikte Kosova ve Makedonya’ya kurduğu dostluk köprüsü ile tanındı…
Gündüz’ün marifeti bununla sınırlı değil, bilerek veya bilmeyerek gönüllü dostluk ve kardeşlik elçiliğine soyunmuş.
“Soyunmuş” derken, bu tabir havada kalmasın; gönüllü elçilik işinde hiç kimsenin yapamadıklarını yaparak, tek kelimeyle, balkanların doğusunda bulunan bu iki küçük ülkede gönülleri fethetmiş…
Öyle böyle değil, birkaç kelimeyle anlatılacak gibi hiç değil; Bursa’da birçok kişinin burun kıvırdığı, adını duyduğunda yüzünü ekşittiği bu adam, Makedonya’da ve özellikle de Kosova’da el üstünde tutuluyor.
Hatta “el üstünde tutuluyor” benzetmesi bile havada kalır, sanki fahri bir “devlet başkanı” muamelesi görüyor, dersem inanın abartmış olmam…
Ona gösterilen itibar, resmi karşılama ve uğurlama törenlerinden (neredeyse) farksız.
Gezdiğimiz her köy, okul ve belediyede, başkanlar, öğretmen ve öğrenciler tarafından kapıda karşılanan, ziyaret bittikten sonra aynı şekilde uğurlanan kaç kişi tanıyor olabilirsiniz?
Balkanlarda öyle bir tat ve lezzet bırakmış gibi Recep Gündüz, hayran olmamak elde değil.
Türkiye’de Recep başkanı neden kıskandıklarını, neden pek sevilmediğini aslında daha iyi anladım şimdi…
(Prizren Şadırvan meydanında)

Recep Gündüz ve gazeteci değerli arkadaşım Bilal Kayaaltı ile birlikte gerçekleştirdiğimiz 9 günlük Makedonya ve Kosova gezi sırasında tanık oldum bunlara.
Recep Gündüz’ün gördüğü saygı ve itibarın yanı sıra, ilk orta ve lise ve hatta meslek liselerini, en ücra dağ köylerinin durumlarını da gözlemleme fırsatı yakaladık.
Türkiye ile kıyasladığımızda, fakirlik olsa da bu iki küçük ülkede eğitime ne kadar çok önem verildiğini gördük.
Makedonya’da Tetova ve Kumanova şehirlerinde Bursa’daki okul ve belediyelerle kardeş olan kurumları gezdik, müdür ve öğretmen ve öğrencilerle konuştuk. Makedonya’da okulların durumu, Müslüman Arnavutların azınlıkta olduğu Kumanova’da berbat durumdaydı. Arnavutların çoğunlukta olduğu Tetova’da ise Kumanova ile aralarında uçurum kadar fark vardı. Tetova tam bir eğitim şehri haline gelmiş. Sadece Türkiye’den değil, Avrupa ve ABD’den de eğitim konusunda önemli destekler verilmiş. Bu noktada Makedonların nasıl bir ayırımcılık yaptıklarının altını çizmek gerek. TİKA’nın (özellikle ve öncelikli olarak dini içerikli) birçok okula ciddi yardımlar yaptığını, Kumanova’ya ise hiçbir destek verilmediğine üzülerek tanık olduk.
Kosova’nın durumu Makedonya’ya nazaran daha iyi durumdaydı. Savaş’tan sonra hızla toparlanma sürecine giren Avrupa’nın bu en yeni ülkesini, beş yıl önce (2013), İpek (Peje) şehrinde düzenlenen bir film festivaline katıldığım zaman görmüştüm ve bu süreç içerisinde gerek yolları, gerekse okullarının durumu kayda değer şekilde düzene ve çağdaş görünüme kavuşmuş.
Türkiye’den gelen desteklerin köprüsünü de elbette Recep Gündüz kurmuş.
Her ne kadar (muhalefet duruşum nedeniyle) bana sürekli “Komünist” diye hakaret etse de (ki ben bu tabiri hakaret olarak algılamıyordum) Recep Gündüz’ün çabaları takdire şayandı.
Bursa’da pek çok kişi bilmese de ben bizzat gözlerimle tanık oldum, kameralarımla da olanları kaydettim.
Aslen Arnavut olan, Kosova’nın Gilan şehrinden 3 yaşında ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç eden, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında paraşütçü komando olarak savaşta yer alan, Kıbrıs gazisi Recep Gündüz’ün bu çabasını görmezden gelmek için kör olmak lazım…
Lakin ön yargıları nedeniyle de eleştirmeden geçemiyorum.
Özellikle de muhalefet eden herkesi komünist diye yaftalaması, bunu ulu orta, patavatsızca yapması, zaman zaman hoşgörüsünü yitirmesi, eleştirilere tahammül edememesi bu inatçı Arnavut’un zaaflarından bir kaçıydı.
Marifet bir insanı zaaflarına rağmen alkışlayıp hakkını verebilmektir. Biz de Recep Gündüz’ü başardıklarıyla anımsamak istiyor ve Bursa’da kendisi için olumsuz düşünenlerin, Kosova ve Makedonya’da yaptıklarını dikkate almalarını öneriyorum.
Zira, büyükelçilik ya da konsolosluk görevlilerinin yapması gereken işleri bu eski paraşütçü komando gazisi yapıyor.
Hani derler ya, “Yiğidi öldür ama hakkını da yeme…”
Bir insanı sevmesiniz bile, başarıları karşısında takdir etmek gerek.
Ben de öyle yapıyor ve Recep Gündüz’e hakkını veriyor, alkışlıyor, takdirle karşılıyorum…
Helal olsun…

Cuma, Kasım 02, 2018

Bor’un efendisi “Faruk Durukan”

O bir "Son Çılgın Türk", o NASA ve TÜBİTAK ödüllü bir mucit… O bir, Türk insanının neler yapabileceğinin kanlı-canlı kanıtı ve aynı zamanda servetini bilim uğruna harcayabilecek kadar (kimine göre) bir DELİ... O aslında bor madeninin efendisi…
“Bor madeninin efendisi” derken yanlış anlaşılmasın, bu değerli madeni kendi çıkarı ve menfaati için kullanıp servetine servet katmanın hesabında olan para göz, aç gözlü, doymak bilmeyen biri aklınıza gelmesin…
Peki kim bu, hem efendi, hem de deli adam?
Kim olacak, Faruk Durukan!
E Faruk Durukan kim ki?
Vallahi ben de kim olduğunu yeni öğrendim ve yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını duyunca kendi kendime, “aha bu olsa olsa, Son Çılgın Türk” dedim. Yazımın başlığına da önce öyle yazdım ama Durukan’ın asıl marifetinin “Bor” madeniyle haşır neşir olmasıyla ortaya çıktığını ayrımsayınca, ona “Bor’un efendisi” demeye karar verdim.
Evet, o hem çılgın Türk, hem de Bor’un efendisi…
Faruk hocamızı geçen akşam Almira Hotel'de tanıma şerefine nail oldum. Genç Sanayici ve İşadamları Derneği (GESİAD) Bursa Şubesi'nin geleneksel olarak düzenlediği "Sinerji" toplantılarının konuşmacısı olarak Bursa’ya gelen Durukan, yaşadıklarını ve deneyimlerini GESİAD üyeleriyle paylaştı. Soruları yanıtladı.
Kişisel web sitesinde hakkında yazan ilk sözler; “Sivas 1960 doğumlu , 6. Tuğlu Ömer Faruk efendinin torunudur” diye başlıyor.
Bu yazıyı kaleme aldığım sırada , “6. Tuğlu Ömer Faruk efendi kimdir?” diye merak edip Google amcaya sorduğumda “son Osmanlı halifesi Abdülmecid Efendi'nin oğlu, son Osmanlı padişahı VI. Mehmed'in damadı Ömer Faruk efendi” çıktı karşıma.
(Son Çılgın Türk Faruk Durukan)
Toplantı sırasında hiçbirimiz (bilgisizlikten) bu durumu sorma gereği hissetmediğimiz için ben de isim benzerliği olabileceğini düşünerek, sözü tekrar Faruk hocaya getiriyorum.
Çünkü bu yazının öznesi Faruk Durukan ve filmlere, romanlara konu olabilecek kadar ilginç hayat hikayesi.
Elbette ben hayatının özetini anlatmayacam ama yaptıkları ve verdiği mücadele gerçekten inanılmaz ve takdire şayan…
Bir yaşındayken, ast subay olan babasının Edremit’e atanmasıyla 1961’de başlayan Marmara Bölgesi’nin sınırında Ege Denizi’ne bakan kaz dağlarında kurduğu araştırma laboratuvarında devam ediyor.
Gençlik yıllarından buyana araştırma ve geliştirme merakının peşinden koşan Durukan, müteahhitlik yapmış ve gayri menkul zengini olmuş.
Ama içindeki araştırma ve geliştirme arzusu hiç tükenmemiş. “Ben bu kadar serveti, gayri menkulü ne yapayım, bari arkamda kalıcı bir şeyler bırakayım, ülkeme faydalı olayım” düşüncesiyle; Amerikalıların aya gittiği yıllarda kendini bilime adamış.
“Taşı sıksa suyunu çıkarır” sözü Faruk Durukan’a ne kadar feyz verdi bilemem ama o da tutmuş taşın suyunu çıkarmış ve *ekstrakt fabrikaları açarak Türkiye ekonomisine değer katan çalışmalara imza atmaya başlamış.
Faruk Durukan’ın elde ettiği “taş suyu” sürüldüğü yüzeyin alev almamasını sağlayan, güçlü antimikrobiyal yapıya sahip…  -150 derecede donmama özelliği olan taş suyu çalışması ise farklı bir metod ile üretilmiş olan bir sıvı. Taşları sıvıya döndürme yöntemiyle üretilmiş olan sıvı, uzay şartlarında üretim gerektiren bir materyal. Ancak ne Türkiye’de ne de dünyada daha önce böyle bir çalışma ya da metot bulunmuyordu. Bunun üzerine ABD'nin dahi gerçekleştirmediği bir proje oluşturarak laboratuvar ortamında uzay ortamını oluşturmayı başardı.
“Bu projenin amacı Türk AR-GE'sini Dünya'a göstermek ve gelişen değil gelişmiş ülke Türkiye olduğunu kanıtlamaktı” diyen Durukan, elde ettiği sıvının ayrıca atık sulardaki mikroorganizmaları bir saat içerisinde %99 oranında yok ettiğini söylüyor.
“Amaan bu da bi şey mi?” demeyin, atıl durumda olan zeytin yaprağı, çam kabuğu başta olmak üzere 250 çeşit bitkisel ekstrakt üretimi gerçekleştirmiş ve bunları ilgili üniversitelere, yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapan öğrenci ve bilim insanlarına ücretsiz sunmuş.
Ülkemizdeki sorun ve eksiklikleri kendine dert edinen Durukan, üniversitelerle sanayi iş birliğini sağlamak için çabalarken, milli ilaç sanayinin temellerinin atılması amacıyla, özgüveni yüksek bir neslin yetişmesini hedeflemiş. “Ülkemizde üretime dayalı ilaç sanayinin olmayışı ülkemizi ilaçta dışa bağımlı kılıyor” diyen Faruk Durukan’ın önündeki engellerin sadece yerel değil, uluslararası boyutta olduğunu da anımsatmak gerek. Durukan, genç sanayicilerden ve sivil toplum örgütlerinden bu alanda siyasileri ikna etmeleri gerektiğini de konuşmasında anlattı.
(Faruk Durukan GESİAD'ın konuğu oldu)
Kanser tedavilerinde hasta ve doktorların önüne geçemediği en hassas nokta metastastır. Yani hastalığın tekrar ortaya çıkıp yayılması.  Ajan *ficin çalışmasıyla, metastas oluşumunu büyük ölçüde durdurmayı başardıklarını anlatan Durukan, Türkiye’de ve dünyada ise ilk kez bitkisel anti metastas ajanı üreterek, TÜBİTAK birincilik ödülüne kayık görüldü.
Faruk hocamızın asıl marifeti ona “efendi” unvanını vermeme neden olan özellik “Bor” madeniyle olan münasebeti…
Bu arada gerçekleştirdikleriyle gönüllerin hocası ve efendisi olmasına rağmen okulundan kovulduğunu da anımsatmadan geçmemek lazım.
“Einstein gibi ben de başarısız bir öğrenciydim ve okuldan atıldım” diyen Durukan, Bor’un ülkemizdeki yüzde 75‘lik rezervine rağmen ham maddenin yurt dışına götürülüp ülkemize pahalı şekilde işlenip gelmesini de kabullenememiş. Kolları sıvayarak, yeni ve daha önce üretilmeyen bir bor bileşiği üretmeyi başarmış.
“Borun nötronları tuttuğu biliniyordu ama elektromanyetik dalgalara, yani x ışınlarına ve gama ışınlarına karşı bir etki gösteremiyordu” diyen Faruk Durukan hocamız, bunun testlerini (yurt dışında) yaptırarak çalışmalarını doğruluğunu kanıtladı. Durukan’nın yeni ürettiği melez bor bileşiği ise hem nükleer enerjiden çıkan nötronu, hem de x ışınlarını ve gama ışınlarını dahi tutabilen bir yapıda olduğu bilimsel olarak da kanıtladı. Bu çalışma sayesinde 2014’te ODTÜ tarafından yılın bilim adamı ödülüne layık gördü.
“Bor kendi başına etkili bir maden değildir ve hiçbir işe yaramaz. Bor’u eğer plastiğe katarsanız plastik çelik gibi olur. Betona katılırsa betonun mukavemeti, direnci ve dayanıklılığı artar. Cama katılırsa BorCam, Çeliğe katılırsa BorÇelik olur” diyen son çılgın Türk, Bor’un efendisinin canını sıkan bir çok sorundan biri de uluslararası patent almakta ki pahalı maliyet ve sorunlar.
Yaptığı buluşların kendisine ait olduğunu kanıtlamak için 6 farklı ülkeden patent almak gerektiğini anlatan Durukan’ın bugüne kadar 50 milyon TL’ye yakın para harcadığını ve tek isteğinin ardında kalıcı ve yararlı bir şey bırakmak olduğunu ifade etti ve Türkiye’nin eğitim sistemi hakkında “Ben okumadım ki eğitim sistemi hakkında yorum yapayım. Yeni bir bakan göreve geldi o da şikayet ediyor” dedi.
Evet; nereden bakarsanız bakın Faruk Durukan vatanını seven, ülkesine ve insanlığa iyi şeyler yapmaya ömrünü adamış bir dahi…
En büyük talihsizliği oma hakkını verecek, önünü açacak, çalışmalarına tam ve koşulsuz destek verecek bir coğrafyada doğmamış olması.
Çünkü bu ülkede “hiçbir başarı cezasız kalmaz”

*Kurutulmuş bitkilerden, özel ekstraksiyon yöntemleri kullanılarak, ayrıştırma (osmoz) işlemlerinin gerçekleştirilmesi sonucunda elde edilen, ilaç hammaddesi olarak da kullanılan bitki özlerine (etken maddelere) "EKSTRAKT" denir.

*Kaz Dağları'nda yetişen incirlerin içindeki maddeye "FİCİN" denir.

Faruk Durukan'ın BURSA GESİD Sinerji toplantısındaki konuşmasını izlemek için TIKLAYIN

@SuatOktySnck

Çarşamba, Ekim 31, 2018

Rezil olmak bedava…

Galatasaray ile berabere kaldıktan sonra demiştim ki, “Marifet Galatasary’ı yenip yenmemek ya da puan almak deil, her takıma karşı, Galatasaray’a ile oynuyormuş gibi oynamak” demiştim.
Alanyasopr’a karşı, özellikle ilk yarı arzulu ve istekli oynamış ve bulduğu iki golle rakibini yenmeyi başarmıştı.
Fakat dün akşam, kahrolası Ziraat Türkiye Kupası maçında aynı Bursaspor 3. Lig takımı Trabzon 1461 ile oynadı ve rakibine – yenilerek elendi. Hem de Bursa’da, hem de Timsah Arena’da…
Rakibi küçümsemek mi dersin, kendini dev aynasında görmek mi dersin, basiretsizlik mi, gaflet mi, ne derseniz deyin; sonuç hüsranla karışık rezillik.
Bursaspor gibi bir takım Ziraat Türkiye Kupası’na adım attığı gün elenip tarihine kara bir çentik atıyor.
3. Lig takımı Trabzon 1461, Trabzonspor’un pilot takımı ve tamamen genç ve yerli oyunculardan kurulu. Bursaspor ise yarısı yabancı, yarsı pili bitmiş ya bitirilmiş yerli oyuncularla oluşmuş toplama bir takım görünümünde rezaleti yaşattı.
Suçlu kim?
Bence bir numaralı suçlu Samet Aybaba…
Belli ki rakibi o da küçümsemiş.
Eğer ciddiye alsaydı savunma kurgusunu bozmaz, ne idüğü belirsiz Arjantinli kazma Vergini’yi oynatmazdı.
Faturayı sadece Vergini’ye kesmek ayıp olur, zira takımı kurgulayan, sahaya süren Samet Aybaba…
Skoru garantiye alıp oynamak varken, böyle bir riski almak intihar falan değil düpe düz ahmaklık.
Böyle maçlar daima sürprizlere gebedir.
Bundan birkaç yıl önce Hamza Hamzaoğlu takımın başındayken Bursa’da Diyarbakır Ametsopr’a benzer bir sonuçla yenilerek elendiğini unutmadık, belli ki Samet hoca o rezillikten haberdar değilmiş!
Bursaspor kupada yok, hem de daha elemelerde havlu attı, kime karşı; tamamen yerli ve gençlerden kurulu bir pilot takıma.
E bu takım bu pazar deplasmana gidecek. Üstelik pilot takımına yenildiği Trabzonspor ile oynayacak.
Pilot takımını yenemediği bir kentin ana takımı karşısında şansı olabilir mi?
Madem rakibi ciddiye almadın, madem rakip üçüncü lig ve genç bir takım o zaman sahaya tamamen yerli ve gençlerden oluşan bir kadro ile çıkaydı ya, hiç olmazsa gençlerle yenildik der, tesellin olurdu.
Şimdi ise vasat yabancılara döktüğün yüz binlerce dolara avroya mı yanarsın yoksa, rezil olmaya mı?
Başlığa “rezil olmak bedava” dedim ama aslında bedava falan değil çok pahalıya patladı, hem rezil oldu hem de kupadan elendi…
Şimdi git ve pazar günü Trabzonspor’u deplasmanda yen de görelim, kaçan kupa mı değerli, yoksa ligde orta sıralarda vasat takım olmak mı?  

@SuatOktySnck

Cuma, Ekim 26, 2018

Kazanmak güzel şey…

 Galatasaray’a karşı deplasmanda kaçan galibiyet ya da alının bir puandan sonra açıkçası oynanacak ilk maç beni ürkütüyordu…
Her ne kadar rakibimiz ligin vasat takımlarından Alanyaspor olsa da puan sıralamasında bizim üstümüzdeydi ve kaybedilecek bir puan bile bizi riskli bölgeye yuvarlayabilirdi…
Çünkü, İstanbul takımlarına karşı Anadolu takımlarının aldıkları galibiyetlerden sonra tökezledikleri istatistiklerle kanıtlanmış bir gerçek.
İşte bu nedenle Alanyasopr’a karşı da Galatasaray’la oynuyormuş gibi oynamamız ve kazanmamız gerekiyordu.
Maça etkili başlayan, tıpkı Türk Telekom’da Galatasaray’a karşı olduğu gibi rakibe alan daraltan, atak fırsatı veremeyen bir takım izledik ilk yarı boyunca…
İlk 45 dakikada 7 pozisyon bulan, rakibe cılız da olsa tek fırsat şansı tanıyan, 5’e sıfır şut isabetiyle oynayan, 56 % - 44 % topla oynama oranıyla 2-0’lık üstünlük yakaladı. Sahanın yıldızı ise tartışmasız Latovlevici’ydi… Rumen futbolcu bir gol bir asist ile 2-0’lık skorun mimarı oldu.
Galatasaray’da oynarken savunmanın sol tarafında görev yapan ve çok eleştirilen ve bu nedenle de sarı kırmızılı kulüple yolları ayrılan Lasmin Latovlevici Bursa’ya geldiğinde de Samet Aybaba sol bekte oynattı. Ancak Alanya maçında Orta sahanın sol kanadında, zaman zaman sol açık gibi sahada yer alırken Türkiye’ye geldiğinden bu yana en iyi performansını sergiledi.
İlk yarı skor 3, hatta dört bile olabilirdi ama gerek Tunay, gerekse Stancu’nın biraz beceriksiz, biraz da bencillikten kaynaklanan tercihlerden dolayı soyunma odasına 2-0 önde gidildi.
Bu arada ilk yarıda değinmeden geçilecek bir pozisyon daha var; Barış, anlamsız ve gereksiz şekilde Ertuğrul ile yaşadığı tartışma…
Her ne olursa olsun saha içerisinde hiç hoş olmayan bu tartışmada, kesinlikle Barış’ın kulağı çekilmeli…
Ertuğrul ondan genç olabilir ama takımın kaptanına karşı böyle bir tepki, Barış’ı asla haklı çıkarmaz. Kaptanlık yaşla ya da kariyerle ölçülemez. Sahada Bursaspor’un kaptanı demek, takımın en önde yürüyen ismi demek.
Bu güzel galibiyete gölge düşüren tek çirkinlik Barış’ın tavrıydı…
İkinci yarıda da üstün oynayan ve rakibe şans tanımayan taraf Bursaspor’du.
Yine kolay harcanan pozisyonlar vardı.
Her ne kadar ikinci yarı topla oynama oranları 50% - %50 olsa da kontrol Bursaspor’daydı.
Rakibe yine cılız iki pozisyon verilirken, bizim etkili 3 pozisyonumuz vardı.
Alanya hiç şut atamazken, Bursaspor skoru koruma güdüsüyle ikinci yarı sadece tek şu atabildi.
Hızlı hücumlarla pozisyon bulmayı düşünen Samet Aybaba, ikinci yarı oyuna Allano ile Fırkan’ı aldı ama bu çok işe yaramadı.
İlk 45 dakika Latovlevici ve Aytaç’ın attığı iki golle 3 puan aldık ve haftayı galibiyetle kapadık.
Ligin başından beri oynadığımız etkili futbolun tam karşılığını ilk defa aldık.
Evet kazanmak çok güzel…
Ama kazanmaktan çok istikrar ve kazanma alışkanlığı edinmek daha önemli.
Samet Aybaba’ya karşı her ne kadar ön yargılı olsam da, takımdaki olumlu değişimin mimarının o olduğunun da farkındayım.
Eleştirdiğimiz gibi alkışlamayı, hakkını vermeyi de bilmek gerek, o nedenle önce Samet hocayı, sonra da futbolcuları bu güzel galibiyet ve özellikle de ilk yarıda ki heyecan verici futbol için kutluyor, devamının diğer maçlarda da gelmesini diliyorum…

@SuatOktySnck

Pazar, Ekim 21, 2018

Türk müsün, doğru mu, çalışkan mı?


Çocukluğumuzda, her sabah okullarda haykırdık…
 “Türküm, doğruyum, çalışkanım…”
Ne zamandan beri? 
1932’de dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip kaleme almış: 'Öğrenci Andı' 76 yıl okullarda ders başlamadan önce okutuldu.
Dile kolay tam 76 yıl… 
Tarih’e dikkat çekerim; 1932…
Atatürk’ün vefatından altı yıl önce…
"Ulu Önder bu işe ne dedi, neden böyle bir şeye ihtiyaç duydu?" diye düşünmeden edemiyorum.
O dönem için belki haklı bir tarafı olabilir.
Yeni kurulmuş bir ülke, ümmet toplumundan, millet toplumuna geçişi hızlandırmak istenmiş olabilir de...
Ya bugün?
Bugünden bakınca, yapılmak istenenin anlamsızlığı ortaya çıkıyor!
Belli ki bir bilinç oluşturmak istenmiş.
Kime?
Halka?
Kim bu halk ya da millet?
Türk milleti?
Türklerin çocuklarına “Türküm” dedirtmek, Türk olduklarını anımsatmanın ehemmiyeti ne ola ki?
Ha, maksat Anadolu’da yaşayan diğer unsurların bilinçaltlarına “Türklük” aşılamaksa, buna ne demeli?
Yalancı mı ki Türkler, “doğru” olduklarından endişeleri mi vardı ki “doğruyum” dedirttiler…
Tembel miydi Türkler, “çalışkanım” diye çocuklara belletmeyi düşündüler?
Küçükleri korumayan, büyükleri saymayan, yurdunu sevmeyen bir millet olabilir mi?
“Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” ne demek?
Çanakkale’de, Yemen’de, Kurtuluş savaşı sırasında her cephede varlığını feda etmedi mi atalarımız?
Bence andımızın her satırı halka güvensizlik, millete saygısızlık içeriyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece Türkler yokken, varlığın Türk varlığına armağan edilmesini nasıl açıklamak gerek?
Anayasamızın 66. maddesi "Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" diyor.
Mustafa Kemal Atatürk de "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk Milleti denir"demiş.
O zaman aynı şeyi tersten soralım: ülkenin Adı Kürdiye olsaydı ve biri çıkıp "ne mutlu Kürdüm diyene, varlığım Kürt varlığına armağan olsun, diye and içirseydi, "Kürdiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Kürttür" denseydi, tepkiniz ne olurdu?
Türksünüz ve her sabah “ne mutlu Lazım, Gürcüyüm, Çerkezim, Boşnakım, Arnavutum diyene, varlığım (…...) varlığına armağan olsun”, diye and içmek zorunda bırakılsaydınız…
Biraz empati…
76 yıl bu ülkede çocuklar “Andımız”ı okuyarak büyüdü?
Peki neden bu toplum (Türkler) doğru değil, çalışkan hiç değil, neden yoğurttan başka bir icadımız yok?
Kim engelledi?
Neden yaşlılarımıza saygısızız, küçüklerimizi tacizden tecavüzden, kadınlarımızı şiddetten koruyamaz olduk, çocuk yaşta çalışmaya mahkum ettik?
Andımızın tüm anlamlı(!) sözlerini ezberlememize rağmen, neden hiç işe yaramadı?
Bizi kim engelledi, başarılı olmamızı kim istemedi?
Almanya 2. Dünya savaşında yerle bir olmuştu.
Yıl 1945’ti…
Türkiye savaşa girmemişti…
Yerle bir olan Almanya 15 yılda başka ülkelerden işçi davet etme kararı aldı…
Almanya'ya Türkiye'den ilk işçiler 31 Ekim 1961’te gitmeye başladı…
Yani savaştan 16 yıl sonra.
Gelin hep birlikte basit bir kıyaslama yapalım.
Ak Parti 2002’de ülkenin başına geçti.
Evet ekonomi kötüydü ülkede ama Almanya gibi yıkılmamıştı. Genç insan gücünü kaybetmemişti…
16 yıl sonra 2018’de Türkiye’nin geldiği duruma bakın hele…
Almanlar yıkılan bir ülkeden ne hale gelmiş!
Andımızı okuyarak büyüyen neslin yönettiği Türkiye ne halde!
Sıfır teknoloji…
Sıfır hayvancılık ve tarım…
Sıfır ekonomik kalkınma…
Süper güç haline gelen Almanya Şansölyesi Merkel’in makamına bakın, bir de çökmüş ekonomiye sahip Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sarayına!
Kurtuluş savaşından çıktığımız halde on yılda kurduğumuz fabrikaların tamamının satıldığını da eklememe bilmem gerek var mı?
And içsen ne olur içmesen ne!
Elde sadece kendini Türk zanneden bir millet var…
Ne doğru, ne çalışkan, ne saygılı, ne de ezileni, mazlumu koruyan kimse kalmış ortada?
İnsan bile olmayı becerememiş bir topluma sığ ve basit bir milliyetçilik aşılar, bayrak sevmekle, milli marş ezberlemekle kalkınılamayacağını, çağdaş olunamayacağını öğretemedikten sonra, değil her sabah, günde beş defa bile andımızı okutsanız beyhude…
İçi eğitimle doldurulamamış bir and 96 yıl sonunda size çürümüş bir ahlak, çökmüş bir ekonomi, hacılar, hocalar tarafından beyni yıkanmış kandırılmış bir toplum bırakır.
İnanmıyorsanız, çıkın dışarıya bakın;
1945’te yıkılan Almanya 16 yıl sonunda Türkiye’den işçi alacak hale gelirken, Ak Parti Türkiye’si 16 yıl sonunda Suriyeli cenneti oldu.

O zaman haydi hep birlikte haykıralım; 
Türküm, doğruyum, çalışkanım. 
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. 
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. 
Ey büyük Atatürk! 
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim. 
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. 
Ne mutlu Türküm diyene!

Mutlu musunuz?

NOT: Örnek alınan ülke ABD… Onlarda da var benzer bir uygulama…  Amerikalı öğrenciler 1892'den beri; “Herkes için özgürlük, adalet ve tek bir millet olmayı sağlayan cumhuriyeti temsil eden ABD bayrağına, sadakat ile bağlı kalacağıma tanrının huzurunda yemin ederim” diye and içiyordu. Günümüzde ise 4 eyalet dışında 46 eyalette öğrenciler bu andı her sabah okumaya devam ediyor.



Cuma, Ekim 19, 2018

Bu hangi Bursaspor’du?


İstanbul deplasmanında Bursaspor, Galatasaray’a karşı oynuyor…
Rakip lig lideri…
Geçen yılın şampiyonu…
Biz ise geçen yıl son anda kurtulmuşuz ve bu yıl da işler istediğimiz gibi gitmiyor.
Kâğıt üzerinde Bursaspor’un güçlü rakibi karşısında şansı yok gibi görünüyor.
Maç başlıyor ve şans bu ya; rakibin bir savunma ve iki de orta saha oyuncusu ilk yarı sakatlanarak çıkıyor.
Rakibin taktik düzeni altüst oluyor.
Neyse, ilk 45 dakika rakibe alan daraltarak fırsat da, pozisyon da vermeyen bir Bursaspor izledik. Golü ilk yarıda da bulabilirdik. Chedjou’nun kafa vuruşunu son anda Mariano çizgiden çıkarmasa soyunma odasına önde bile girebilirdik.
Olmadı. Devre golsüz tamamlandı…
Aynı tempoda ve aynı etkide oynarsak, golü bulmamız işten bile değil ikinci yarı.
Karşımızda savruk, kontrolsüz ve organize olamayan bir Galatasaray var.
Bunda beklenmedik oyuncu değişikliklerinin yanı sıra bizim iyi oynamamızın da katkısı büyük.
Galatasaray’ın oyununu bozduk. Orta sahayı kalabalık tuttuk, rakibin top çıkarmasına baskıyla karşılık verdik. Samet Aybaba’nın taktiği işe yaradı. Nitekim hızlı bir hücum sonrası Lima ile yakaladığımız pozisyonda penaltıyı, ardından da Aytaç’la golü bulup 1-0 öne geçtik.
İstanbul’da Galatasaray’a karşı 1-0 önde oynamak kolay değil ve kazanmak için tek bir golün yetmeyeceği de aşikardı.
Bir gol daha bulabilirdik, pozisyonlar da yakaladık ama olmadı. E atamazsan, sahasında oynayan Galatasaray’a karşı kaybetmemen gerek.
Ev sahibi takım Eren ile eşitliği sağladı.
1-1’den sonra bile kazanmaya oynayan bir Bursaspor görmek memnuniyet vericiydi. Kazanamıyorsan kaybetmemek de önemli ama benim merak ettiğim başka bir şey var:
Bu izlediğimiz hangi Bursaspor?
Sivas’tan fark yiyen Bursaspor mu, Ankaragücü’ne karşı zar zor kazanan Bursaspor mu?
Yoksa İstanbul takımlarına karşı oynamanın motivasyonuyla mücadele etmenin ekstra enerjisiyle tüm hünerlerini ve kapasitesinin üstünde performans sergileyen Bursaspor mu?
Galatasaray’a karşı sergilenen oyun, verilen mücadele umut verici.
Ya bu çaba sadece İstanbul takımlarına karşıysa, bundan sonra ki haftalarda yine aynı senaryoyu mu izleyecez?
Beşiktaş’a karşı da iyi oynayıp bir puan almıştık ama sonraki haftalarda ne olduğunu söylememe gerek var mı?
Ben sadece Galatasaray’a, Beşiktaş’a ya da Fenerbahçe’ye karşı iyi oynayan bir takım görmek istemiyorum. Bugün Galatasaray’ı yenseydik, bir hafta sonra yenildikten sonra alınan üç ya da tek puanın ne kıymeti harbiyesi kalır ki?
Bir puan iyidir…
Ve elbet, üçü alt yapı, toplam yedi yerli oyuncuyla oynamanın paha biçilemez olduğunun altını çizmek isterim.
Bu güzel futbol ve mücadeleyi taçlandırmanın tek yolu, aynı performansı bundan sonraki haftalarda, diğer rakiplere karşı da sergilemekten geçer.
Yoksa Galatasaray’ı yensen ne olur, yenmesen ne…
Çünkü hala diplerdeyiz ve bu takım puan sıralamasının dibinde olmayı hak etmiyor. Hele ki Galatasaray’a karşı potansiyelini gördükten sonra…

@SuatOktySnck

Pazartesi, Ekim 15, 2018

Reis’e haksızlık etmeyelim(!)


-Komşu komşu, huuuu!
-Oğlun geldi mi?
-Geldi geldi…
-Ne getirdi?
-Ohoo neler neler…
-Kime kime?
-Sana, bana…
-Başka kime?
-Papaz’a…
-Papaz nerde?
-Dağa kaçtı...
-Dağ nerde?
-Amerika’da…
-Amerika nerde?
-Anasının dininde…
-Anasının dini nerede?
-Pensilvanya’da…
-Ee Pensilvanya papazı nerede?
-Yandııı bittiiii kül olduuuu(!)
İşte şimdi kafamız karıştı! E hani “Al papazı ver papazı”ydı? “Bu fakir bu görevde olduğu sürece, o teröristi alamazsınız” demişti Reis! Ya ne oldu?
Ne olduğunu, ABD başkanı Tramp’ın Brunson'ın ABD’ye ulaşmasından sonra yaptığı açıklamalardan anlıyoruz.
Ne diyor Mr prezident Tramp efendi?
"Yardımları için Cumhurbaşkanı Erdoğan'a teşekkür etmek istiyorum"
Ne için?
Yardımları için.
Ne yardımı? Sn Erdoğan ne yaptı ki?
Neden bağımsız Türk adaletine değil de, Sn Erdoğan’a teşekkür etmek istiyor?
Bi dakka, bi dakka!
Papaz’ı bağımsız Türk adaleti mi bıraktı, hiçbir etki ve baskı altında kalmadan, yoksa…
Yoksa Sn Erdoğan’ın ricası ile mi?
“Bu fakir bu görevde olduğu sürece, o teröristi alamazsınız” diye haykıran biri, kalkıp tükürdüğünü yalamayacağına göre.
Kim bıraktı abi Papaz’ı?
Hay allah ya, elbette bak nasıl da düşünemedim; hay elime eşek arısı soksun, tüh bana, yuh bana(!)
Reis “o teröristi alamazsınız” diyor, “o Papaz’ı alamazsınız” demiyor ki…
Hem “Al Papazı, ver Papaz’ı” derken Papaz Kaçtı iskambil oyunundan söz ediyor, yav ne kötü niyetliyiz biz be…
Ayem sörriy ne sörry, çok pardon yani…
Neyse, biz tekrar fıkramıza dönelim:
Komşu komşu, huuu…
Oğlun geldi mi?
Geldi…
Ne getirdi?
Babayı…

@SuatOktySnck

Perşembe, Ekim 04, 2018

Üç Kağıtçı mı, Kanlı Düğün mü?


Kafanız karışmasın, bu ikisi birer tiyatro oyunu…
Çünkü Bursa’da tiyatro sezonu iki şahane oyunla başladı!
Önce AVP Devlet Tiyatrosu’nun iddialı yapımı "Üç Kağıtçı"yı galasında izledik.
Orhan Kemal’in aynı adlı romanından, Ersan Uysal tiyatroya uyarlamış. Oyunu, Bursa AVP için Burak Karaman sahneye koydu. İki perdelik kara komedi aslında…
Gülmek isteyene gülecek çok şey var oyunda, ders çıkarmak isteyene de çarpıcı mizansenler var!
Orhan Kemal romanı 1969’da yazmış ama anlattığı öyküde, 1950’li yıllarda Türkiye'de yapılan genel seçimler öncesi yaşananlardan kesitler sunuyor…
Reji başarılı, canlı müzikler, şarkılar, sade ve abartısız dekor ve elbette oyunculuklar, başta Volkan Çetinkaya, Derya Gümral, Cansu Yılmaz, Nergiz Acar, Cenk Turan ve diğer tüm ekip tek kelimeyle döktürüyor…
Dediğim gibi oyun, gülmek isteyene kahkaha, anlamak isteyene de (özellikle ikinci perdede) bolca sorgulama şansı tanıyor.
Türkiye de 1950 yıllarda yaşananlar ile günümüzde olanları kıyaslama fırsatı.
Ne değişti, ne değişmedi, ülke kaç adım ileri kaç adım geri gitti, gidiyor, hepsi AVP’de sahnelenen yılın en çarpıcı oyunu Üç Kağıtçı’da…
Ülkemizin geçtiği bu sıkıntılı, stresli, gergin, huzursuz ortamında, Devlet Tiyatroları’nın repertuvarından bulup da bu cesur oyunu Bursalılara izletme imkânı yaratanları yürekten alkışlıyorum!
***
Tiyatro sezonunun ikinci gala oyunu Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nda sahnelenen “Kanlı Düğün”dü…
İspanyol şair ve oyun yazarı, aynı zamanda ressam, piyanist ve besteci Federico García Lorca’nın oyunu Kanlı Düğün…
İspanya İç Savaşı'nın başlangıcında 38 yaşında iken faşistler tarafından kurşuna dizilerek öldürülen Lorca’nın Kanlı Düğünü’nde bizim geleneklerimize yakın bir konusu var. Kan davası ve birbirine düşman iki ailenin çocuklarının karşılıksız aşkı ve ihaneti!
Turan Oflazoğlu’nun dilimize çevirdiği oyunun yönetmeni Barış Erdenk. Rejide de ustalığını konuşturan Erdenk’in tamamen genç oyunculardan kurulu ekibinin performansı alkışa değer…
Özellikle danslar, ışık ve dekor tasarımı izleyenlere dramatik öykü ile birlikte görsel bir şov da izleme şansı sunuyor.
Tek perdelik ve yaklaşık bir buçuk saat süren oyunun danslarında Sibel Erdenk, müziklerde Serdar Emin Kurutçu, ışık ve dekorda ise Cem Yılmazer imzası var…
Devlet Tiyatrosu ve Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’ndan gelen iki iddialı oyundan sonra gözler BŞ Belediyesi Şehir Tiyatrosu’na çevrilmiş durumda. 20 Ekim’de perdelerini, Altuğ Görgü’nün yönettiği ‘Fermanlı Deli Hazretleri’ oyunuyla açmaya hazırlanırken, Genel Sanat Yönetmeni Ertan Akman emekli olduktan sonra yerine gelen Seçkin Kaymaz ile birlikte yeni bir yapılanmaya gitmiş durumda.
Özellikle Alinur Aktaş’ın Bursa’ya Belediye Başkanı olarak atanmasıyla sanata olan yaklaşımın olumlu yönde ilerlediği Büyük Şehir Belediyesi’nde, bu durumun Şehir Tiyatrosu’na nasıl yansıyacağı merakla bekleniyor!




Pazartesi, Ekim 01, 2018

Bursaspor’u bu taraftarlardan kurtarın!


Taraf olmak nedir, taraftar olmak nedir?
Taraf ve taraftar olmak ait olmaktır, kişinin kendini kendine yakın olan tarafta hissetmesi ve onunla bütünleşmesidir!
Parti taraftarı, takım taraftarı veya ünlü bir sanatçı taraftarı ya da hayranı olma durumu…
Bursaspor, tarihinin zor dönemlerinden birini daha geçirmek üzere…
Peki Bursaspor nedir, kimdir?
Bir spor, futbol kulübüdür ve Bursa şehrinin takımıdır. Tıpkı Trabzonspor’un Trabzon, Antalyaspor’un Antalya, Diyarbakırspor’un Diyarbakır şehrinin takımları olması gibi. Bir Diyarbakırlı Diyarbakır’da değil de Bursa’da doğsaydı Bursasporlu olma ihtimali yüksek olurdu.
İstisnalar yok mu?
Olmaz mı?
Bursalı olup da başka şehir takımını tutan veya Bursalı olmayıp da Bursasporlu olan yok mu?
Saymakla bitmez…
Nasıl ki başka şehirde doğmuş birinin Bursasporlu olmasını normal karşılayıp sevinebiliyorsak, bir Bursalı’nın başka takımı tutmasını da normal karşılayıp saygı göstermek zorundayız.
Buna mecburuz. Kimse kimseyi, ya da bir takımı zorla destekletmeye hakkı yok!
Hepimiz aynı ülkenin insanı olduğumuza göre, bu düşmanlık nedir, niye?
Bursaspor taraftarı ne yapmak nereye varmak istemektedir?
Bursa’da oynanan Beşiktaş maçında, rakip taraftar yokken, maç sırasında sahaya yabancı madde yağdırarak, kulübüne ceza aldırmak nasıl bir mantıktır, nasıl bir Bursasporlu olma sevdasıdır?
Ruh hastası mı bu taraftarlar? İnsan sevdiğine zarar verir mi?
Aslında Sivas maçını ve alınan yenilgiyi yazacaktım ama Bursasporlu taraftarların karıştığı son olay, Bursaspor yenilgisinin öneminin olmadığını, yarın öbürgün oynanacak bir diğer maçla telafi edilebileceğini anımsattı bana.
Lakin taraftarımızın sebep olduğu utanç, yazımın konusunu da değiştirtti bana.
Bursaspor taraftarı (elbette hepsi değil) artık hem kente hem de takımına zarar vermeye başladı ve bir an önce dezenfekte(!) edilmesi gereken bir raddeye ulaştı.
Evet; bugüne kadar Bursa’da hiç ölümlü futbol taraftarı saldırısı olmadı; evet Bursaspor taraftarı İstanbullu taraftarlar gibi birbirlerini kesmiyor, iyi de önlem almak için ille de birilerinin ölmesi mi gerekiyor! İlle kan mı akmalı?
Deplasman dönüşlerinde market talan etmek, benzin istasyonlarını yağmalamak, başka takım taraftarlarına saldırmak adamlık mı?
Sivas deplasmanından geliyorsun ve konuyla alakası olmayan, sırf üstünde BJK forması var diye birilerine saldırıyorsun!
Bu mudur insanlık, bu mudur delikanlılık!
Allahtan aralarında adam gibi Bursalılar varmış ta, ruh hastası, sözüm ona Bursasporlu, üstünde Bursaspor forması giymiş teröristlerden kurtarmış saldırıya uğrayan Beşiktaş taraftarını!
Peki ne oldu?
Bursa ve Bursaspor, birkaç futbol teröristi yüzünden İstanbul medyasının ağzında sakız oldu? Rezil oldu…
O BJK taraftarı kimdi, neydi, ne günahı vardı?
Eğer o saldırıda ölüm olsaydı mutlu mu olacaktı taraftar bozuntuları? Cinayet işlenseydi, bir çocuk babasız kalsaydı, bir kadın dul bırakılsaydı, Bursasporlu olduğunu iddia eden o şerefsizler şampiyon mu ilan edilecekti?
Hangi zafer, hangi galibiyet, hangi kupa insan hayatından daha değerlidir?
Evet, soru bu:
İnsan hayatından daha değerli ne olabilir bu hayatta?
Bir Bursa ve Bursaspor sevdalısı olarak soruyorum; eğer daha fazla zarar vereceksiniz, sevmeyin kardeşim Bursaspor’u da Bursa’yı da, zira sizin yaptığınızı düşman bile yapmaz, yeter artık verdiğiniz zarar. Gidin başka yerlerde akıtın salyalarınızı, Bursa siz olmadan daha güzel, bu takımın galibiyetlerini de şampiyonluğunu da hak etmiyorsunuz!

Cuma, Eylül 28, 2018

Demokrasin yoksa şampiyona da yok!


“Bunun sporla, futbolla alakası ne?” demeyin, çok alakası var…
Spor demek dostluk, kardeşlik demek, spor demek Fair Play (temiz ve adil oyun) demek, barış demek, spor demek özgürlük demek, demokrasi demek, özetle spor çağdaşlık demek!
Türkiye’de bunların kaçı sorunsuz işliyor?
Adalet, hak hukuk, liyakat, demokrasi, özgürlükler hakkında Türkiye’nin karnesinin kırıklarla dolu olduğunu biz bile bilirken el oğlu bilmez mi?
Evet, herkesin demokrasisi kendine…
2024’te organize edilecek Avrupa Futbol Şampiyonası’nın hangi ülkede yapılacağının belirleneceği toplantı Zürih’te gerçekleşti ve aday olan Türkiye ile Almanya çekişti.
Bir yanda Dünyanın sanayi ve ekonomisi en güçlü ülkelerinden Almanya, diğer yanda malumumuz Türkiye… Almanlar karşısında şansımızın olacağını düşünmek bile abestir.
Geçin demokrasimizin sağlıklı işlememesine…
Hak, hukuk ve adaletin güçlüden yana tecelli etmesine…
Gelir dağılımının bozukluğuna…
Artan işsizlik oranlarına…
Bütçede ki açığa kadar, hangisini saysak Almanların tırnağı bile olamıyoruz…
Geriye sadece statlarımızla övünmek kalıyor.
Oysa sadece yeni statlar yaparak bu işin olmayacağını idrak edememiş olmamız bile durumu özetlemeye yetiyor.
Neymiş, UEFA Almanya ile Türkiye’yi değerlendirirken taraflı davranmış ve bazı taahhütlerimizi bile görmezden gelmiş.
Neymiş o taahhütler?
-Türkiye, acil bir durumda statları 8 dakikada boşaltma garantisi vermiş ama Almanya herhangi bir garanti verememiş…
-Türk devleti organizasyon için her türlü garantiyi verirken, Alman devleti aynı desteği sağlamamış
-Türkiye, bilet karaborsasını önleme konusunda UEFA’ya önemli teminatlar vermiş, Almanların dosyasında bu konuda somut bir bilgi yokmuş…
-Almanya, statlar için UEFA’dan para istemiş ama Türkiye ücret almayarak UEFA’ya 40 milyon Euro’luk tasarruf paketi sunmuş…
-Türkiye, maçları Türk Telekom ile dünyaya verip, UEFA’ya 80 milyon Euro’luk bir başka tasarruf paketi daha sağlamış...
-Türkiye UEFA’ya 153 bin metrekarelik ağırlama alanı sunmuş, Almanya’nın statları bu konuda çok gerilerdeyimiş…
Ve tüm bunlara rağmen Türkiye UEFA’nın 16 yönetim kurulu üyesinin katıldığı oylamada, sadece 4 oy alarak 12 oy çıkaran Almanya’ya şampiyonayı kaptırmasını “batı bizi kıskanıyor, bizi çekemiyorlar, bize düşmanlar” şeklinde algılamak ise yaşadığımız akıl tutulmasının iflah olmaz düzeylere eriştiğinin kanıtıdır.
Düşünsenize bu inanılmaz taahhütlere rağmen bizi değil UEFA üyeleri Almanları tercih edebiliyor!
Aaa, batı bizi gerçekten de sevmiyor mu yoksa(!)
Evet, batı bizi sevmiyor, hatta belki de bize düşmanlık bile besliyor olabilirler, ama bu Müslüman olduğumuz ya da çok güçlü veya yollar, köprüler, hava alanları yaptığımız için değil, tam aksine, çağdaş olamadığımız, yasalarımızı her vatandaşa eşit uygulayamadığımız, adaleti adil dağıtacak sistemleri kuramadığımız, tek adam ile ileri değil hızla geriye gidiyor olmamızdan kaynaklanıyor.
Eğer bu sırladıklarımı yapamıyorsanız, modern statların, köprü ve yolların hiçbir ehemmiyeti kalmıyor çağdaş dünyanın nezdinde!
Aslında durumu en iyi özetleyen açıklama Şansal Büyüka'dan geldi, "UEFA haklının değil güçlünün yanında yer aldı" dedi Büyüka...
Ha şunu bileydik; demek ki neymiş, biz güçlü falan değilmişiz. Mahalle Muhtarı tavırlarıyla ülke yönetilmeyeceğini, hele ki dış politika güdülemeyeceğini günün birinde belki anlayacaz...
Çünkü yol yapmak bizi ne güçlü yapıyor ne de haklı!
Güçlü olmak için teknoloji üretmek, hukuk devleti olmak, trafik kurallarına uyan, yerlere çöp atmayan bir toplum haline gelmek, eğitimde çağdaşlaşmak gerek...
Tüm geriye gidişimize, batıdan emin adımlarla kopmamıza rağmen, Avrupalıların organizasyonlarına talip olmak da pişkinliğin Türkiye versiyonu olarak kayda geçmeli…
Adamların bizi istemediklerini biliyoruz ama onlarla aynı kulvarda yarışmaya kalkıyor, her seferinde de boyumuzun ölçüsünü almamıza rağmen akıllanamıyoruz.
Madem Avrupalı gibi çağdaş olmak için gerekli olan elzem adımları atmıyoruz, öyleyse ne hakla 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’na talip oluruz ki?
Ne yüzle?
Batı açık açık diyor ki; “Demokrasin yoksa sana değil şampiyona, yağmurlu havada su bile yok(!)”
Demokrasin kadar konuş!
Haydi dağılın şimdi…