Pazar, Eylül 24, 2017

Le Guen'den masallar...


Bursaspor’un bu sezon klasmanını belirleyecek bir mücadeleydi aslında Galatasaray maçı…
Ya Süper Lig’in ilk beş içinde yer alacak takımlardan biri olacağı anlaşılacaktı ya da orta sıralar…
İlk yarı gerçekten de rakibini çözümlemiş, haddini bilen, gücü doğrultusunda sahaya dizilip rakibe alan daraltan yeşil beyazlılar, bu performansının karşılığını da 1-0 öne geçerek aldı.
Öyle fırsatlar kaçırdı, hücuma kalkarken ve final paslarında öyle basit hatalar ve yanlış tercihler yaptı ki, golden sonra biraz daha dikkatli ve soğuk kanlı olabilselerdi, farkı iki, hatta üçe bile çıkarabilirlerdi…
Çok uzatmayacağım, kalede Harun ve önündeki dörtlü savunmanın konsantrasyonu hayranlık uyandıracak düzeydeydi ilk 45 dakika. Maçı izlerken aynen şöyle dedim: Gayet makul ve haddimize bilerek oynuyoruz. G.Saray ilk defa dişli rakiple karşılaşınca simi dökülmüş ayna gibi olduğu ortaya çıktı…
İkinci yarı başladığında ise Bursaspor’un özellikle savunmasının bu konsantrasyonunu devam ettirip ettiremeyeceği sorusu dolandı dilime. Zira rakip yedekleriyle, aslarıyla bu ligin hem en flaş kadrosuna sahip, hem de şampiyonluğun tartışmasız en büyük favorisi ve en formda takımı. Oyunun kaderini, her an değiştirecek usta ayaklara sahip…
Eğer savunmaya yaslanırsak ve hızlı hücumlarla rakibi zorlayamazsak 1-0’ı koruyamayacağımız ortadaydı. Konuk takımın baskısı artınca kenardan, yani teknik kadro tarafından müdahale edilmesi gerektiği apaçık anlaşılıyordu ama Bursaspor’un Fransız hocası Paul Le Guen ne yazık ki tıpkı bizim gibi maçı izliyor olmalıydı ki, konuk takımın Hırvat hocası Tudor’un oyuncu değişikliği hamlelerine doğru hamlelerle karşılık veremedi.
Her an golü yiyeceğimiz, savunmanın her an bir hata yapacağı, Harun’un her an çaresiz kalacağı bir dakikanın yaşanacağından oldukça emindik.
Galatasaray’ın oyuna giren ayakları (özellikle Fegouli) maçın kaderini etkilerken bizde ise yeni transfer Yusuf, beceriksiz John ve Okoli hamleleri hiçbir işe yaramadı. Özellikle de 71. Dakika’da 2-1 yenik duruma düştükten sonra Le Guen’in Josua John tercihi akıllara ziyandı. Cristobal Jorquera, hadi onu geçtim Bilal Kısa, hadi onu da geçtim Furkan Soyalp ya da Deniz Yılmaz varken John ne ayak arkadaş?
İşte o an anladım ki biz ilk yarı şiir, ikinci yarı ise Le Guen’den masallar dinlemişiz…
Gece ile gündüz gibi iki farklı takım vardı sahada evet ama ben şimdiye dek bu kadar kötü bir Batalla izlemediğimi de belirtmem gerek. Arjantinli’nin Bursaspor’da efsane olma yolunda ilerlerken böylesine bir düşüş yaşamasına anlam veremiyorum. Galatasaray karşısında sahada en büyük hayal kırıklığını bana yaşatan isimdi Pablo. Tüm pas tercihleri yanlıştı ve mücadele isteği yerlerde sürünüyordu.
Maçtan önce Galatasaray kazanırsa onlar için kolay, ama Bursaspor’un kazanması olay olur, demiştim. Rakipten gereksiz yere korkmanın sonucudur bu. Korkunun ecele faydasının olmadığının da kanıtı.
Bir çift söz de büyük Bursaspor taraftarına… Dünkü maçta gördüm ki, o büyüklük mazide hoş bir seda imiş(!)
Serdar Aziz ile uğraşmayı bırakıp az biraz takımı ateşlemeyi akıl edebilselerdi, gerçek görevlerini de yapmış olacaklardı. Fakat akıl etmek için düşünebilmek gerek.
Serdar Aziz Bursa’nın bir evladıdır. Yeşil beyazlı formayı giydiğinde terinin hatta ve hatta kanının son damlasına kadar mücadele ettiğini kimse inkâr edemez. Bursa’dan bir başka takıma transfer olurken kulübüne para kazandırarak gitmiştir. Yani kendisini yetiştiren kulübüne faydası olmuştur. Doğru mu?
Doğru, peki kendi takımını desteklemeyi bırakıp bağrından yetişmiş ve Milli Takım’a kadar yükselmiş bir evladına hakaretler etmek hangi vicdanın aciz ürünüdür?
Onu ıslıklayıp hakaret ederek hırslandırmak yerine, maç öncesi alkışlamak, olumlu tezahüratlarla bağrına basıp duygusal anlamda çökertmek hiç mi aklınıza gelmez, hiç mi akletmezsiniz?
Peki ya sonuç: 2-1 yenilgi.
Kim kaybetti, kim kazandı?
Bursaspor’un klasmanının ilk beş olmadığını da sanırım ifade etmeme gerek yok.
Bu takımın kapasitesi bu kadar, bundan sonra da ne bir santim uzar, ne bir santim kısalır….
La Fonten’den, pardon Le Guen’den masallar dinlediniz…
Haydi hayırlı tıraşlar(!)

Salı, Eylül 19, 2017

Evkur’dan şikayeti olan parmak kaldırsın!

Evkur’dan alışveriş yapmayanımız (hemen hemen) yoktur muhtemelen…
Biz de yaptık, aslında tüketim toplumları için çok pratik olanaklar sunuyor, Evkur ve türevleri… Özellikle de bizim gibi gelir seviyesi düşük ve kaynak dağılımının adil olmadığı fırsat eşitliğinin bulunmadığı toplumlar için, kefilsiz alış-veriş imkanı, uzun vade ve elbet yüksek faizlerini bir kenara bırakırsak, düzenli akarı olan orta direk için büyük kolaylık.
Evet, fakat, ama ve amma ve lakin, ilginç bir durum fark ettim Evkur ile ilgili.
Aslında fark ettiğim durum sadece ilginç değil aynı zamanda hoş olmayan bir gerçeği de anlamama vesile oldu.
2008’de aldığım ve 9 yıl boyunca kullanmaktan memnun kaldığım HP Pavilion laptopum artık miadını doldurunca yenilemeye karar verdim ve Evkur’dan aynı markanın yeni modelini tercih ettim.
Aldığımın daha ilk haftasında sorunlar başladı ve ürünü acilen servise yollamak zorunda kaldım.
Yıllarca sorunsuz kullandığım markanın eski sürüm ürününden sonra bu son cihazın bir haftada servislik olması hem canımı sıkmış, hem de aklımı karıştırmıştı.
Markada mı sorun vardı, yoksa…
Yoksa ne?
Sonra bir de baktım ki, etrafımda en az 6 kişi Evkur ile ilgili benzer sorunlar yaşamış, cihazların hepsi de alındığının birinci ayını doldurmada servisi boylamış. Özellikle de elektronik cihazlar, şikayetlerin odak noktasını oluşturuyordu.
Bu işte bir gariplik vardı.
Bir, iki, üç olsa diyecem ki rastlantı, ama benimle birlikte yedi Evkur müşterisi de elektronik cihazlarda aynı sorunla karşılaşıyorsa, burada rastlantıdan söz etmek saflık olur.
Belli ki Evkur’un sattığı elektronik cihazlarında ortak bir sendrom söz konusu.
Anladığım kadarıyla (ki bu benim çıkarımım) Evkur, dünyaca ünlü birçok markanın sorunlu cihazlarını ucuza topluyor, uzun vade ve yüksek faizle piyasaya sürüyor, zaten sorunlu olan cihazlar da hemen sorun çıkarıp servislik oluyor.
Çünkü bu durumun başka bir açıklaması yok!
Sadece bu mu?
Değil tabi…
(Evkur Bursa Merkez -2. Kat'ta sıra bekleyenler)
Evkur’un (Bursa) Heykel’de ki merkez mağazasında taksitleri ödemek için gelen müşteriler sıkıntılı bir şekilde kuyruklarda beklemek zorunda bırakılıyor. Mağazada iki ödeme noktası var ve iki noktada da iki kasa görünüyor ama o kasalarda ben bugüne kadar iki kasiyerin aynı anda aktif olduğuna rastlamadım. Haliyle, (özellikle de pazartesi günleri) uzun kuyruklar oluşuyor. Anlayacağınız Evkur’a para ödemek bile eziyet. Yani müşteriler hem borç ödüyor, hem de dakikalarca kuyrukta bekleyerek ıstırap yaşıyorlar! Belli ki Evkur az elemanla çok iş yaptırma derdinde ama müşterilerin eziyet çekmesini umursamıyor.
Özellikle yaşlıların durumu daha zor. Eksi 2. kattaki kasaya inseler uzun kuyruk var, 6. kata çıksalar, çık babam çık, taa en tepede…
Özetle; Evkur hem millete bozuk ürünleri sokuşturuyor, ödeme yapan müşteriye zorluk çıkarıyor, hem de yüksek faizlerle kârına kâr katıyor!
Bu duruma itiraz eden müşterinin tepkisini de pek ciddiye aldığı yok, mağazadaki görevliler evlere şenlik, seni dinleyecek seviyede değil, her eleştiriye bir bahaneleri var ve “müşteri daima haklıdır” ne demek bilmiyorlar, hele “müşteri velinimettir” sözünü, “müşteri yolunacak kazdır” diye algılıyor olmalılar… Vatandaş ne de olsa paşa paşa borcunu ödüyor, bu duruma dur diyecek ne bir makam var, ne de merci, memleket olmuş Yağma Hasan’ın Böreği…
Evkur’un yapması gerekenler belli, ama bunları yapsa belli ki kâr marjının düşeceğini hesaplıyor olmalı. Burada iş tüketiciye düşüyor. Evkur’a gitmeden önce bir değil, beş kez düşünecekler.
Zira ben müşteri olarak bundan böyle bunu yapacam ve etrafımdaki insanları uyarmaya başladım bile.
Evkur’u yönetenler şunu bilmeli ki, müşteri yoksa, para da yok!
Bir müşteri kaçmış Evkur için ne ki.
Varilde bir damla…

O damla(lar) olmasa varil(ler) dolar mı?

Cumartesi, Eylül 16, 2017

Yugoslav’ya şampiyon, ya Türkiye?

Yugoslavya yok mu? Siz öyle sanın, bal gibi Yugoslavya var ve bu ekol 2017 Avrupa Basketbol Şampiyonası’na damgasını vurdu.
Finale çıkan Sırbistan ile Slovenya bu ekolün temel taşları ve elbette Hırvatistan’ı da unutmak lazım…
Peki ya biz, yani Türkiye ne ekolü?
Güldüğünüzün farkındayım, “Ne ekolü, dalga mı geçiyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim…
Haklısınız, Türkiye her alanda nasıl ki hiçbir ekol değilse, basketbolda da ekol mekol değil elbet.
Basketbolda Rus (Sovyet) ekolü var, Yugoslav ekolü zaten malum, hatta İspanya ve hatta ki hatta Fransız ekolünden bile söz edebiliriz lakin Türk ekolünden asla ve katta söz etmek mümkün değil…
Mümkünatı yok.
Biz olsak olsak, sadece birbirimizin ayağını kaydırmada, kendi kuyumuzu kazamada ekolüzdür ki, bu konuda kimse elimize su dökemez!
Yalan mı?
Hayır, gerçek ve çok acı. Bunu da her alanda derinden yaşıyoruz ve en taze örneği de basketbolda karşımızda duruyor.
Çakma 12 Dev Adam ne yaptı gördük hep birlikte.
Çakma diyorum çünkü 2001’de ev sahibi olduğumuz şampiyonadaki kadro ile yakından uzaktan alakası olmayan bir kadro ile çıktık bu son şampiyonaya.
Sadece kadro olarak değil, ucubik ve uyduruk, sinir bozucu şarkısından tutun, federasyon başkanına, tribünlerin heyecandan yoksun atmosferine ve hata medyasına kadar, nereden baksanız emanet, toplama, alelacele bir araya getirilmiş yığından başka bir şey değildi.
O nedenle bu yeni 12 dev adam olsa olsa çakma dev adam olurdu, ki öyle de oldu.
Düşünsenize, böylesine dev bir organizasyonun en önemli ayağına ev sahipliği yapıyorsunuz ama bu şampiyonada ilk ona girebilecek bir kadro oluşturamıyor, NBA deneyimine sahip en önemli yıldızlarınızı getirtip hazır edemiyorsunuz.
Deneyimsiz kadronuz ve uluslararası deneyimden yoksun teknik ekibinizin kritik maçlarda ezilmesini seyrediyorsunuz.
Sizin fark yediğiniz İspanya’yı Slovenya yarı finalde parçalarken, İspanya’nın Gasol kardeşlerini, Navvaro’yu gözünde büyütüp korktuğu için elleri titreyen ve boş turnikeleri bile kaçıran gençlerinizin çaresizliği aklınıza geliyor ve bir kez daha üzülüyorsunuz!
Bu şampiyonanın final grubunun Türkiye’de yapılacağı iki yıl öncesinden belliyken bu kötü tablonun mimarı kim?
Kim bu kadroyu bu turnuva için hazırlayacaktı?
Hazırlanmasına kim engel oldu?
Federasyon Başkanını apar topar kim değiştirdi ve neden?
Şampiyonaya aylar kala, Türk basketbolunun en kariyerli, uluslararası deneyimi en fazla antrenörü Ergin Ataman’ın hem ulusal hem de kendi takımından ayağını kaydırmak için kim çabaladı? Kim kovdurdu?
Evet, bu sorulara yanıt verecek bir babayiğit arıyorum!
Fenerbahçe’nin EuroLeague şampiyonu olduğunda sevinenlere, “Bu başarı Türk basketbolunun değil, Fenerbahçe’nin başarısıdır” dediğimde bana kızmışlardı. Bunu Milli Takım’da bir kez daha gördük. Obradoviç’in, Melih Mahmutoğlu’nu, Barış Hersek’i Final Four’da oynatmayıp deneyim kazanmasını engelleyerek Türk basketboluna ne kadar zarar verdiğini belki birileri hala anlamamış olabilir. Sırp koç elbette kendi kariyerini düşünüp kendi vatandaşlarını oynatacaktı da, ya bizim gençlerimiz ne olacak?
Yugoslavya ekol olurken bizimkilerin turşusunu mu kuracaz?
Ufuk Sarıca ne yapsın, Cedi Osman, Kenan Sipahi, Furkan Korkmaz, Semih Erden ve diğerleri ne yapsın?
Ufuk Sarıca’ya yapabileceğim tek eleştiri, kadroda sırf Galatasaray’dan da biri olsun diye oyuncu alacağı yerde, ligdeki diğer takımlara bakmaması olabilir. Zira Sarıca’nın da eldeki kadronun da kapasitesi bu kadardı.
Keşke 12 Dev Adam olacaklarına Furkan Korkmaz kadar cesur olsalardı, hiç olmazsa belki ilk beş içinde yer alabilirdik. Belki diyorum çünkü, kaybettiğimiz İspanya maçını anımsıyorum da; parkelerde fark yaratan sadece korkmaz Furkan’dı…
İşte bu fark, finalde Yugoslavya olarak karşımıza çıktı.



Perşembe, Eylül 07, 2017

Siz kaçıncı maymunsunuz?

Memleket aslında ikiye bölündü: Emekliler ve emeksizler(!) Emekliler derken, bildiğiniz emekli olmuş insanları kast ediyorum, emeksizler de tahmin ettiğiniz gibi işsiz kalmış ya da bırakılmış, itibarsızlaştırılmış, bir takım nedenlerle ötekileştirilmiş çapulcu takımı diyebiliriz, yani tıpkı benim gibi… Facebook hesabımdan, geçen gün, bir haber ajansında çalışırken Bursa’nın yerel gazetelerinden birine transfer olan emekli bir gazeteci arkadaşımla ilgili paylaşımı gördüm. Paylaşılan fotoğrafta ki her gazeteci emekliydi ama hala çalışıyorlardı. Herkes emekli kardeşimizi tebrik eden mesajlar bırakıyordu paylaşımın altına. Sonra kendi durumumu düşündüm ve altına yorum yaptım. Daha sonra yaptığım yorumu buraya eklemek için paylaşıma baktığımdaysa yazdıklarımı göremedim. Burada ismini yazmayacağım değerli ve emekli ve hala çalışabilen bu gazeteci arkadaşım yorumumu silmiş. Bunun üzerine ben de şunu yazdım: Verdiğim rahatsızlık için özür dilerim ama yorumumu silmeniz, gerçeği görmenizi engellememeli, zira hem solcu hem de duygusuz olunmaaaaz(!)
Muhtemelen bunu da silecektir…
Silsin sorun değil ben de ardından Twitter hesabımdan şu nu yazdım: #İddiaEdiyorum; emekliler kenara çekilip "biraz da işsizler çalışsın, onlar da evlerine ekmek götürebilsin, bayramları beş parasız geçirmesinler!" dediği gün bu ülke adam olur!🇹🇷
Yalan mı? Değil tabi, peki kaç kişi bu yazdıklarıma tepki verdi dersiniz? Twitter’den sıfır, Facebook’tan 8 kişi… tabi beğenme ve ifade belirtme var! Ve iki yorum. Facebook arkadaşlarımdan Sadi Gucluer Doğru söze ne denir! dedi ve fotoğraf sanatçısı Abit Kullebi TC tepki verdi!
Sonra da altına şu yorumları yaptım:
Peki solcu olup da işsizleri düşünmeden hala çalışabilen ve kendine solcu diyen gazeteciler, öğretmenler, memurlar, utanmadan kendilerine nasıl hala solcuyum diyebiliyor?
--
Diyelim ki solcular dinsiz, imansız, kimilerine göre de vicdansız(!) Peki alnı secdede olup da işsizleri düşünmeden hala çalışabilen ve kendine "elhamdülillah Müslümanım" diyen gazeteciler, öğretmenler, memurlar, utanmadan kendilerine nasıl hala ümmeti Muhammet diyebiliyor?
--
Evet, solcular iktidarda değil yaptırımları yok, iyi ama ülkenin kontrolü, "elhamdülillah Müslümanım" diyen mümin kardeşlerimizde, peki onlar neden ülke refahını artırmak için bi şey yapmazlar, neden emekli olmuş bir vatandaş çalışmak zorunda bırakılır ve (resmi ya da özel) kurumlar neden işsizler ortada perişan haldeyken emeklileri tercih eder ve siyasi otorite neden buna bir çözüm üretmez, üretemez?
--
 "elhamdülillah Müslümanım" diyen güruh iktidar sarhoşu olmuş durumda, onlara ne desek nafile, 15 yıldır tıksırıncaya kadar yandaşlarını ihya ettiler, emekliler mi çalışıyormuş, işsizlerin durumu perişanmış, bunu dert edecek durumda değiller ama benim üzüldüğüm konu, özellikle medyada "Hak hukuk Adalet" diye slogan atan, "Ben solcuyum uleyn, solcuuu!" diye böğüren bazı tatlı su solcularının, emekli olmalarına rağmen hala utanmadan çalışıyor olmaları ve işsiz onca meslektaşları için gıklarını bile çıkarmamaları... Sonra anlıyorum ki, "yok aslında bir farkları, ha solcu, ha Müslüman, ha süslüman, hepimiz aynı b.kun sineğiyiz, çürümüşlük, toplumun sağından solundan, altından üstünden, tepeden tırnağa kadar kangren gibi sarmış her yanımızı... Çaresi yok, çürüyen organ kesilip atlır, lakin çürüyen organ baş olunca sonumuzu varın siz düşünün!
…diye yazdım, yazdım da ne oldu!?
Hiç… Tıpkı, “aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın” modunda ahali, üç değil dört maymun vaziyette herkes; “Duymadım, görmedim, söylemedim ve çükümde bile değil!”
Çok mu sert oldu.
Olsun, sert olsun! Çürümekten, vicdansız kalmaktan iyidir.
Sahi, siz kaçıncı maymundunuz?




Cumartesi, Eylül 02, 2017

Danaya değil bana girseydiniz ya(!)

Her kurban bayramında, kurban kesimi üzerine sosyal medyada dolaşan ve (gerçek olup olmadığını bilemediğim) birkaç kez benim de paylaştığım bir anektodu 2017’nin bu son bayramında bir kez daha paylaştım.
Kaynağı belirsiz bu anıya göre, iki arkadaş telefonda bayramlaşıyor ve biri diğerine, 5 kişi bir araya gelerek yaptıkları kurban ibadetini anlatıyor. Neyse, altta o konuyu görsel olarak paylaşıyorum, meraklısı tıklayıp bakabilir.
Bu ilginç anıyı paylaştıktan yaklaşık bir iki saat sonra Facebook arkadaşlarımdan birinden özel bir mesaj aldım. Mesajı yazan, bir zamanlar yolu medyadan geçmiş, başka işler demiş ve ardından işsiz kalmış, bu nedenle borçlanmış ve iş bulamadığı için yıllardır borçlarını ödeyememiş birkaç yıldır da bayramlara beş parasız girmek zorunda kalan bir arkadaşımdı.
Aslında mesajı okumaya başladığımda benden borç para isteyecek diye biraz paniklemedim değil(!) ama devamını okuyunca gerçeği anladım ve kendimden utandım.
"BİZ 5 kişi bir İNSANA girdik.."
Açıkçası arkadaşım durumunu bana anlatana kadar “BİZ 5 kişi bir İNSANA girdik” olayının gerçekliğinden şüphe duyuyor, olay gerçek olsa bile insanların buna duyarlılık göstermeyeceğini düşünüyordum.
Yani olay aslında efsaneydi ve gerçekleşme ihtimali bu dünyada ve hele günümüz Türkiyesi'nde mümkün değildi. Ve mümkün olamayacağını, olmadığını arkadaşımın mesajından bir kez daha anladım. İsmini (rencide olacağı için) vermeyeceğim dostumun mesajı aynen şöyle: “Dostum, önce bayramını kutluyor, seni saygıyla selamlıyorum. Umarım iyisindir, ben de iyi olmaya çalışıyorum, hamd olsun! Hamd olsun derken tevazu gösteriyorum, aslında pek iyi değilim, yaklaşık 3-4 yıldır maddi anlamda sıkıntılı günler geçiriyorum. İyi niyetle (bir iş yapmak için) edindiğim ve ödeyemediğim yaklaşık 40-50 bin TL borç yüzünden ne yüzüm güldü, ne de iki yakam bir araya gelebildi. Neyse, senin -5 kişi bir İNSANA girdik- paylaşımını görünce, kendi trajik durumum aklıma geldi. Etrafımdaki insanların (aralarında yakın akrabalarımın da var) ballandıra ballandıra anlattıkları, yok 7 kişi bir danaya girdik, yok iki koç kestik, yok şunu yaptık, yok şöyle yok böyle, şeklinde eda ettikleri kurban ibadetlerinin ne işe yaradığını sorguladım. Bir dana kaç para bilmiyorum. Ama tıpkı senin paylaşımında olduğu gibi, danaya değil bana ya da benim gibi ihtiyacı olan birine o parayı verselerdi ve o da gidip borçlarını ödeseydi daha sevap olmaz mıydı? diye kendi kendime düşündüm. Hadi bana iş bulmalarını geçtim, piyasaların durumu ortada. Borçlarını temizlemek o insanı mutlu edip rahatlatmaz mıydı? Hangisi daha sevap? Hayvan kesip küçük parçalar halinde konu komşuya dağıtmak ve bi kısmını kendine saklamak mı, yoksa zorda olsan insanların hayatlarına dokunmak mı? Hangisi gerçek kurban, hangisi Allaha, yüce yaradana yaklaşmaktır? Evet, hayvan keserek kurban ibadetlerini yerine getirenlerin kurbanını Allah kabul etsin, bize de epey bir et geldi, Allah razı olsun da… O etler bi süre sonra bitçek, garibanların borçları hala yerinde duruyor olcak, hatta durmakla kalmayıp faizi daha da katlancak! O dana kesenler keşke 5 kişi, 7 kişi bir araya gelselerdi ve bana girselerdi ve ben bayram sonrası hayatıma hiç olmazsa borçsuz girebilseydim, kesilen kurbandan daha hayırlı olmaz mıydı? Çok ütopik bir beklenti olduğunun farkındayım. Fakat senin paylaşımını görünce keşke gerçek olabilseydi dedim. Sonra düşündüm ve dedim ki, -ey insanı mahlukat, yağmur yağsa sana bir damla su vermeyecek olan bu Müslüman görünümlü insancıklar değil miydi, seni aylardır işe alıp sigortanın ödenmesini sağlayacak olanlar. Onlar kandan, kesmekten, senin sürüm sürüm sürünmenden hoşlanıyorlar, hiç sana yardım elini uzatırlar mı?-
Neyse, kardeşim kafanı daha fazla şişirmek istemezdim ama içimi de dökmek istedim, kusura bakma. Sana ve ailene hayırlı bayramlar dilerim, sağlıcakla kal!”
İşte böyle, o kestiğiniz hayvanlardan akıttığınız kan sizi Allah’a ne kadar yakınlaştırdı bilemiyorum ama sanki asıl sevabı ve Allah’a yakınlaşmanın doğru yolunu ıskaladığınızı düşünüyorum. İnşallah yanılıyorumdur.
İyi bayramlar, her nerede yaşıyor, yaşatılıyor ve gerçek anlamda muhtaçlara dost elini uzatabiliyorsanız, ne mutlu size… 
@SuatOktySnck