Pazartesi, Ekim 31, 2016

Erdoğan’ın maksadı ne?

Sn Cumhurbaşkanı “BAŞKAN” olmak istiyor.
Peki ne başkanı, Türkiye Başkanı.
Peki şu anda neyin başkanı?
Cumhuriyet’in başkanı. Cumhurun, yani halkın en tepesindeki tek ve en yetkili insanı…
İyi de başkan ile Cumhurbaşkanı arasındaki fark ne?
Birinin başında cumhur var, diğeri ise sadece başkan!
Neyin başkanı?
Kimin başkanı?
Şu anda neyi yapamıyor da başkan olunca daha bi güzel, daha bi etkili, daha bi rahat yapabilecek Sn Erdoğan?
Sorular sorular, olaylar olaylar…
7 Haziran seçimlerinden önce Sn Recep Tayyip Erdoğan halka seslenirken, “verin 400 vekil bu iş huzur içinde çözülsün” demişti.
Bu bir deyiş mi yoksa tehdit miydi, anlayan var mı?
400’ü vermeyen halkın o tarihten bu yana başına gelmedik kalmadı, bombalar, cinayetler, tutuklamalar, kan-gözyaşı ve bunlar yetmiyormuş gibi 15 Temmuz darbe girişimi felaketi…
O korkunç 15 Temmuz gecesinin ardından kafalarda yine yanıtlanmayan birçok soru oluştu ve bu sorulara makul ve mantıklı yanıtlar bulamayanlar, “bu ne biçim darbe girişimi, bu olsa olsa bir tiyatrodur” demekten kendilerini alamadılar.
Ben de hemen arkasından dedim ki; “bunun gerçek bir darbe girişimi mi yoksa, bir darbe nasıl yapılamaz konulu bir tiyatro oyunu mu, anlamak için bir, bilemediniz en az iki yıl geçmesi lazım. Bu süreç içerisinde, Sn Erdoğan herkesin Cumhurbaşkanı olduğunu anımsar da hepimizi kucaklar, kin ve nefret söylemlerini bırakıp anayasal sınırları içine çekilirse bu darbe girişimi kendisine yapılmış bir harekettir. Yok eğer, nefret söylemlerini artırarak sürdürür, başkan olabilmek için her yolu mubah görür ve bu yolda tüm muhaliflerini yok etmek için çalışırsa, darbenin arkasında kendisi vardır!”
Çok basit iki ayrı denklem…
Bu denklemi üstü üste koyduğumuzda çıkan sonuç ortada.
Cumhurbaşkanının “Bu darbe bize Allah’ın bir Lütfudur!” ifadesi ile Başbakan Binali Yıldırım’ın “Başkanlık gelmezse ülke bölünür” açıklaması 15 Temmuz’un üstündeki sis tabakasının yavaş yavaş dağılmaya başladığının göstergesi…
Önce PKK yandaşlığı iddiasıyla Kürt siyasetçi ve yerel yöneticilerin tutuklanması, sonra da muhalif gazetelerin derdest edilmeye çalışılması….
Ve son olarak, Cumhuriyet Gazetesi’ne, PKK ve Fetö destekçiliği suçlamasıyla yapılan baskınlar, yazarlarının gözaltına alınması, Erdoğan’ın başkanlık yolundaki çakıl taşları ve engebeleri temizlemeye yönelik girişimlerden başka bir şey olmadığı izlenimi yaratıyor.
O zaman birileri de çıkar ve şunu sorar: Eğer Cumhuriyet Gazetesi ve yazarları PKK ve Fetö’ye destek veriyorsa… İmralı’daki bebek katili ile gizli müzakereler yürütmek, Güneydoğu’daki valilere, PKK’lı teröristlerin silahlanmasına göz yumulması emrini vermek… Fetö’nin palazlanmasına yardımcı olmak, “Ne istediniz de alamadınız” demek suç ve günah değil mi?
Şu sorular ise hala yanıt bulmuş değil: Recep Tayyip Erdoğan ne yapmak istiyor? Gerçekten başkan mı olmak istiyor, yoksa ülkeyi bölmek mi?
Evet, yanlış okumadınız? Bölmek…
Eğer, bu iddia gerçekse, vay Türkiye’nin haline… Allah sonumuzu hayretsin, demek bile bizi kurtaramaz!

Dip not: Dağlıca'dan 3 şehit haberi daha geldi ve biz bu ölümleri kanıksamış halde Recep Tayyip Erdoğan'ın başkan olmak için yaptıklarını tartışıyorsak, toplumsal vicdanımız kurumuş demektir!

Cumartesi, Ekim 29, 2016

Bu cumhuriyet yıkılırsa…


Bugün 29 Ekim, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 93. yıl dönümü, yani Cumhuriyet Bayramı'nda sorulacak soru mu bu?
Evet, ama...
Şimdi 'ama'sını anlatacağım:
BŞ Belediyesi’nden öyle bir çifte standart yapılıyor ki hayretler içinde kalacaksınız…
Nedir çifte standart?
Senden olana, senin beğendiğine başka, senden olmayana, değer vermediğine başka muamele etmektir..
Sözlükte ise “Eşit davranılması gereken iki durum karşısında eşitliğe aykırı davranma tutumu” diye tanımlanıyor…
93 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sayısız çifte standart örneği vermek mümkün…
Lakin hiçbir dönem, son 14 yılda rastladığımız kadar, adam kayırma, partizanlık, kendinden olma, aynı cemaat mensubu gibi durumlar sonucunda çifte standart örneklerine rastlanmadı.
Son ve en çarpıcı örnek ise Bursa’da karşımıza çıktı.
Bursa CHP İl Başkanlığı ve Merkez İlçe Belediyesi Nilüfer, her 29 Ekim gecesi geleneksel olarak düzenlediği “Cumhuriyet Yürüyüşü” ile dikkat çekerken, bu yıl için Büyükşehir Belediyesi’ne başvurarak, 29 Ekim bayramı münasebeti ile ulaşımın (Belediyenin otobüs ve tramvaylarında) ücretsiz olmasını talep etmiş.
Bilin bakalım Bursa Büyükşehir Belediyesi bu talebe ne yanıt vermiş?
Elbette ki yanıt net: “HAYIR!”
Oysa çok değil daha bir hafta önce, Sn BŞ Belediye Başkanı Recep Altepe’nin oğlu ile, BTSO başkanı Sn İbrahim Burkay’ın kızının nikah şahitliği için Bursa’ya gelen, bu vesileyle, İnegöl ilçesi ve Bursa’da bir dizi açılışlar yapan, hazır Bursa’ya gelmişken de Bursa’nın tam da göbeğinde (bir miting ile) seçmenlerine seslenme fırsatı bulan Cumhurbaşkanımız Sn Recep Tayyip Erdoğan için BŞ Belediyesi bir günlüğüne Bursa’da tüm toplu ulaşım araçlarını ücretsiz yaptı.
Maksat Bursalılar, Cumhurbaşkanımızı Fomara Meydanı’nda (yeni adıyla Demokrasi Meydanı) yalnız bırakmayıp, rahat rahat meydana ulaşabilsin diye!
Nasıl demokrasi ama…
Kendi seçmenlerine, şapur şupur, başka partinin taleplerine yarabbi şükür…
Sn Erdoğan’ın Bursa’ya geldiğinde (zaten arapsaçı olan) kent içi trafiğinin ne hale düştüğünü anımsatmama gerek bile yok!
Sevgili Ak Partili dostlarım diyeceklerdir ki, “Koskoca Erdoğan Bursa’ya gelmiş, açılışlar yapmış, bu kadar katkımız olmasın mı?”
Olsun, olsun da…
Bizim de şu soruyu yöneltme hakkımız var: Cumhuriyet Bayramı mı daha önemli, Cumhurbaşkanı’nın kente gelmesi mi?
Hem, Erdoğan Bursa’ya açılışlar yapmaya geldi, hadi gelmişken Altepe’nin oğlunun nikahına da teşrif etti. Peki miting yapmak zorunda mıydı?
Bayram değil, seyran değil, o miting ne için, hangi maksatla yapıldı?
14 yıllık bir iktidarın ardından daha ne anlatmak isteyebilir, bugüne kadar seçmenlerine ne söyledi de eksik bir şey kaldı ve bu nedenle Bursalılara sesleme ihtiyacı hisseti Sn Erdoğan?
Bursa’ya gel, açılış yap, nikah şahidi ol, halka seslen, kent trafiği felce uğrasın, halk beleşe toplu ulaşımından yararlansın, oh ne ala!
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında, o bayramın sahibi cumhura (yani halka) bir günlük bedava toplu ulaşımdan yararlanmayı çok gör!
Allah için söyleyin, bu çifte standart değil de nedir?
Bu çifte standart uygulamaya, kendinden olanı kayırmaya Allah razı gelir mi?
Aynı ülkenin vatandaşı, aynı kentin insanı değil mi bunlar?
Bu davranış, Muhammed Ümmetine yakışır mı?
Efendim, anlamadım, ne dediniz? “Yakışır mı dediniz?”
Hayır yakışmaz ama bu şekilde davranarak bunu kendilerine yakıştıranların giderek arttığını ve arsızlaştıklarını da söylemeden geçemeyeceğim…
Ve ez cümle, bu insanlar bu cumhuriyetin kendilerine sağladığı avantajları kullanarak, Cumhurbaşkanı, başbakanı, belediye bakanı oldular!
Böyle gider de topum ayrıştırılmaya devam edilir, cumhuriyet yıkılırsa, bugünleri çok ararız, çok ararlar!


Salı, Ekim 11, 2016

Bursa Sultanı 1. İzzettin Küçük bey

Ne bahtsız şehir Bursa!
Kentin tarihi ve kültürel ihtişamına yaraşır bir valiye yıllardır hasret...
Gelen vali giden valiyi değil mumla, kibrit aleviyle aratıyor maşallah(!)
Sahabettin Harput, gitti Münir Karaloğlu geldi…
Harput meğer Fetöcüymüş, tutuklandı, şimdi içerde!
Yerine gelen Karaloğlu, saçma sapan uygulamaları yetmiyormuş gibi giderayak Bursa’yla alakası olmayan çirkinlik sembolü laleli logoyu kakaladı, Antalya’ya gitti.
Aman, Münir beyden kurtulduk, oh ne ala, demeye kalmadan Urfa'dan İzzettin Küçük geldi, ama geldiğine, geleceğine Bursalı'yı pişman etti. Kısa sürede Bursalının başına bela oldu, hamd olsun(!)
Hangi uygulamasını eleştirsem bilemiyorum...
Ohal ortamının valilere tanıdığı aşırı yetkilerle,  vali değil sanki kentin padişahı mübarek.
(Bursa Valisi İzzettin Küçük)
Kimseyi iplediği yok! Emrindeki kollu kuvvetleri saldı mıydı yan bakanın üstüne, gık diyenin vay haline...
Bursa Bursa olalı böyle sevimsiz vali görmedi.
Oysa Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa.
Ahmet Vefik Paşalar, Haşim İşcanlar, İhsan Sabri Çağlayangilller, Zekai Gümüşdişler, Ali Fuat Güvenler iz bırakıp geldi geçti bu şehirden. Lakin, İzzettin Küçük gibi acımasızı gelmemişti…
Ohal gerekçesiyle okullarda küçücük çocuklara eziyete varan uygulamalar getiren ilk vali İzzettin bey oldu.

Habere bakın hele:
OHAL nedeniyle okula alınmayan veliler, çocuklarına tel örgüden yemek veriyor! Bursa'da merkez Osmangazi ilçesinde tam gün eğitim veren Şehit Onbaşı Tolga Taştan İlkokulu’nda bu yıl öğrencilerin öğle tatilinde okul dışına çıkışlarının yasaklanması yemek sorununa neden oldu.

Bu nasıl bir mantıktır ey Bursa’nın çiçeği burnunda valisi İzzettin Küçük, okullara böyle bir kararname dayatmak hangi vicdana sığar?

E tabi minik öğrencilere bu muameleyi layık gören zihniyet büyüklere acır mı?

Polis ekipleri, yürüyüşün Olağanüstü Hal uygulamasına aykırı olduğunu bildirerek izin vermedi. Yürüyüş yapmakta ısrar eden yurttaşlara çevik kuvvet ekipleri çok sert müdahale bulundu, müdahalede 29 kişi gözaltına alındı.

(Bursa polisi Ohal bahanesiyle eylemcilere Setbaşı'nda acımadan saldırdı!)
Oysa, devletin tanıdığı sivil toplum örgütleri, sendika ve siyasi parti üyelerinden oluşan legal bir grup anma yürüyüşü düzenlenmek için vali İzzettin Küçük’ten izin talep etmek adına randevu istemişler. İki hafta geçmesine rağmen, Bursa Sultanı 1. İzzettin bey(!) bu demokratik talebi hiç ciddiye almamış. Buna rağmen, anma toplantısını yapmakta kararlı olan grup, Setbaşı’nda bir araya gelerek bildiri okumaya kalkıştı.
Ortada ne bir şiddet var, ne bir hakaret, ne bir saldırı... Toplananlar uzaydan gelmemişti, hepsi Bursalı ya da uzun yıllardır Bursa'yı yuva bellemiş, vergi veren TC vatandaşları, gayet çağdaş bir anma gerçekleştirme, demokratik haklarını kullanma niyetindeler.
Vay sen misin, toplanan!
Özünde halkın polisi olması gereken Bursa polisi, Ohal’in ve vali hazretlerinin kendilerine tanıdığı yetkiye dayanarak, Allah ne verdiyse kalabalığa dalıyor, gözüne kestirdiğini jopluyor, kafalarını yarıyor, yakaladığını da, suçlu suçsuz ayırımı yapmadan (ki işlenmiş bir suç da yok!) ters kelepçe ile gözaltına alıyor.
(Kent Meydanı'nda Ohal yok, eylem serbest...)
İşin ilginci Setbaşı’nda toplanan Bursalı hemşerilerine sert şekilde müdahale ettiren İzzettin bey, aynı saatlerde Bursa Kent Meydanı’nda toplanan ve hilafet bayrağı açan bir başka grubun (sanki Ohal onlara yokmuş gibi) eylem yapmalarına izin vererek (belki de izinsiz toplanmalarına göz yumdu) vatandaşlarına çifte standart uyguladı.
Bir vali halkına böyle bir ayrımcılık yapar mı? Valinin adı İzzettin Küçük’se yapar!
E hani gerçek demokrasi gelmişti artık ülkeye? Çok değil daha bir ay önce o meydanlarda “işte millet, işte demokrasi” diye haykıranlar yalan mı oldu?
O meydanlara ne diye demokrasi adını verdiniz, siz kimin valisisiniz ey İzzettin Küçük?
Bursa’ya ne için geldiniz?
Bursa halkına zulüm etmek size keyif mi veriyor?
Unutmayın ki, siz bir memursunuz ve boğazınızdan geçen her dilim lokmada, bu halkın maaşlarından kesilen verginin hakkı var!
Kimin valisi olduğunuzu unutmayın, bugün varsınız, yarın yoksunuz ama Bursalılar hep bu kentte olacak...
Gerçek olan biziz, siz sadece atanmış bir memursunuz!
Çünkü biz Bursalıyız, yoktur inkârımız, demokrasi sadece sizin değil bizim de hakkımız!

@SuatOktySnck

Pazartesi, Ekim 10, 2016

Fatih TerimSon!

Fatih hoca twitterde İzlanda maç sırasında yine TT olmuştu, ama bu sefer derin bir gönderme ile…
Twitter kullanıcıları, Terim’in sonuna SON eklemişti: Fatih Terimson
Bu tepki ülke genelinde Fatih hocanın kredisinin ne düzeyde olduğunun göstergesi…
“Türk futbolunda çok önemli başarılara imza atmış bir futbol adamının böyle bir durumu hak ediyor mu?” sorusunun karşılığı ortada.
Kimse geçmişte yaptıklarınıza bakmıyor, bugün ne durumdasınız ve yapacaklarınız için duruşunuz, kararlarınız, açıklamalarınız, söyleyeceğiniz tek bir kelime ve samimiyetinizin gerçekliği ya da samimiyetsizliğinizin yarattığı negatif enerji, kaderinizi de belirliyor!
Fatih Terim ise kendi kaderini kendi belirliyor ve söylem ve davranışlarıyla ülkenin en nefret edilen kişisi olma yolunda emin adımlara ilerliyor.
Türkiye beklenildiği gibi (en azından ben bekliyordum) İzlanda’ya yenildi.
Şanssız goller mi yedi?
E ama Hırvatistan’da direklerin yanınızda olduğunu unutmamak gerek. Onlar ne kadar şans ise İzlanda’nın attığı goller de İzlandalılar için şans…
Hırvatistan maçında direkte dönen toplar Hırvatlar için nasıl şanssızlıksa, son maçta bizim için şanssızlıktı elbet!
Yani “kedi her zaman kaymak yemez” ya da “her zaman papaz pilav yemez” demek de mümkün.
İzlanda 325 bin nüfuslu mini minnacık bir ülke.
Karşısında 80 milyonluk bir dev(!)
Mini minnacık bu ülke, Türkiye’yi mi yendi, yoksa Fatih Terim’in kaprisleriyle tükettiği bir karma takımı mı?
Elbette ki Türkiye’yi yendi?
Nasıl yendi?
Aslanlar gibi yendi, çatır çatır oynayarak yendi.
Koşarak yendi, rakibe alan daraltarak yendi…
Mesela dakikalar 90’ı gösterdiğinde İzlandalı futbolcular, topu alan rakip oyuncuya aynı anda üç kişi ile baskı yapıyorlardı.
İşte aslında bu görüntü her şeyi özetliyordu.
Fatih hoca, Ukrayna’ya karşı çift santrfor ile maça başlama hatasını yaparken, İzlanda’ya karşı ise santrforsuz çıkarak, hem rakibinden ne kadar çekindiğini göstermiş oldu, hem de maçta tek puan hesapladığını…
Bu tercih gol atma umutlarımızı da peşinen yok etmişti.  
Yediğimiz saçma sapan gole kadar da aslında “bir puanlık plan” tutmuş, iyi gibi oynadığımız anlarda ataklarımız pivot santrfor eksikliği nedeniyle sabun köpüğü gibi eriyordu.
Takımda, şu kötü oynadı bu iyi oynadı, durumu da yok ama Emre Mor’a kesinlikle, bir paragraf açmak lazım.
Yazık olacak Emre’ye…
 “İyi oynayacam” diye yırtındı durdu ama kontrolsüzlüğü hem kendine hem de takımına büyük zarar verdi. Aslında onunda kabahati yok, çünkü bu yaşta, bu durumda, o fizikle, ulusal takımın ileri ucunda, İzlandalı 1.90’lık savunması arasında harcandı gitti…
Ne zaman pas vereceğini bilmiyor, ne zaman şut çekileceğinden bi haber, tek kelimeyle amatör küme topçusu konumuna düştü. Ona hatalarını söyleyecek, ne yapması gerektiğini gösterecek kimse olmadığı için, korkarım harcanıp gidecek.
Fatih hocanın aslında ona iyilik değil kötülük yaptığını iyice düşünmeye başladım.
Ve Dortmund teknik direktörü Thomas Tuchel’in Emre’yi neden sürekli ilk on birde oynatmadığını daha iyi anlıyorum…
Nitekim sonuç olarak İzlanda bizi yine yendi.

Biz de, kardeş ülke Kosova ile birlikte kardeş kardeş, puan sıralamasının dibine altlı üstlü çakılmış olduk.


Cuma, Ekim 07, 2016

Fatih Terim yine kaybetti!

Bakmayın dünyanın şu an en çok kazana teknik direktörü olduğuna, Fatih Terim bence hükmen mağlup!
Türkiye-Ukrayna maçının daha ilk dakikaları oynanırken twitterde TT olmuştu bile Fatih hoca…
Zaten arka arkaya Ukrayna’nın golleri gelince, nefret timsali haline gelen Terim’in kaderi, maç sonunda gelecek skora bağlı da değildi ya, neyse.
Türkiye kaybetmedi belki ama bence Fatih hoca kaybetti!
Maç 2-2 bittiği için değil, Avrupa Şampiyonası sırasında olanlar ve sonrasında yaşananlar nedeniyle Fatih Terim kaybetmişti…
Fransa’dan sonra kesinlikle istifa etmesi gerekiyordu. Etmedi.
Yok, etmedi değil, bence edemedi…
Edememesinin birçok nedeni var.
Siz deyin parasal, ben diyeyim duygusal(!)
Ama bir gerçek var ki, o da Milli Takım’a yansıyan gergin havanın tek ve bir numaralı sorumlusu, kayıtsız şartsız Fatih Terim’dir!
O kibrini kontrol edebilse, Arda başta olmak üzere, diğer oyuncuları “düşmanca” bir husumetle dışlamasa, Fransa’da ektiği nefret tohumlarını bugün yeşertmeyecekti…
Belki Ukrayna’yı yenebilirdi de Milli Takım. Lakin Fatih Terim’in üzerindeki antipati kalkmayacaktı.
Çünkü ortaya konan futbol berbat ötesi… Ve bunun tek bir sorumlusu Terim’dir!
Ukrayna kesinlikle bizden çok daha iyi oynadı ve galibiyeti de hak eden taraftı.    
2-2’lik skor aslında Hırvatistan’da aldığımız bir puanın rastlantı olduğunu da bir kez daha gösterdi.
Terim gibi deneyimli bir teknik adamın yapmayacağı tercih yanlışlarını izliyoruz yıllardır.
Avrupa Şampiyonası’nda savunma kurgusunu oluştururken yaptığı hataları sürdürdüğünü anımsatmaya bilmem gerek var mı?
Ukrayna gibi bir takıma karşı, forvette birbirine benzer iki futbolcu ile maça başlamak nasıl bir mantıktır anlayan var mı?
Andry Shevchenko gibi efsane bir futbol adamının teknik adamlığında yeniden yapılanan konuk takım Ukrayna’yı küçümsemek ise Fatih Terim’in aslında abartıldığı kadar olmadığının da göstergesi…
Kaldı ki, ilk yarıda sahada görünmeyen Cenk’in yerine, bir şeyler yapmak için didinen, forma giydiği Twente’de harikalar yaratan Enes’i çıkarması ise teknik direktörlük tercih değil, başlı başına oyunu okuyamamaktır.
Maçtan sonra yaptığı açıklamada Enes'i daha erken oyundan almayı düşünmüş ama çocuğu kaybetmemek adına riske girerek devreyi beklediğini söyledi Fatih Terim. Bir de maç sonunda takımın gelişen saha dışı olaylardan etkilendiğini de ifade etti, sanki olaylara kendisi sebebiyet vermemiş gibi...
Emre Mor'un bu gidişle milli takıma yarar yerine zarar verebileceği endişesini de taşımaya başladım. O ne agrasifliktir öyle... Mahallenin şımarık çocuğu gibi. Bundesliga'da da aynı hareketleri yapabiliyor mu, yoksa Dortmund'taki teknik direktörü onu dizginliyor mu, varın siz düşünün!
Terim yaşlandıkça olgunlaşacağı yerde, kendisini bugünlere taşıyan özelliklerini kontrol edemediği anlaşılıyor.
Emre ve hatta Caner'i müthiş şekilde tölere ederken, aynı hoşgörüyü Enes'e gösteremedi mesela.. Emre Dortmund'da sürekli oynayamamasına rağmen, el üstünde, Hollanda Ligi'ni sallayan ve takımı Twente'de banko oynayan Enes'e 45 dakika tahammül edebiliyor!
Belki Arda'yı da bu yüzden kafasından sildi.
"Elimde Emre Mor var ne de olsa, Arda'ya ihtiyacım yok!" diye düşünüyor olabilir!
Terim’in son damlasına kadar istifa etmeyeceğinden adım gibi eminim. Ukrayna'ya yenilseydik de etmeyecekti.
Yıllar yıllar önce, Terim ikinci gelişinde başarısız olunca Galatasaray’dan ayrılmış, tekrar Avrupa’da takım çalıştırmanın hayalini kuruyorken, Milli Takım’ın başında Ersun Yanal vardı ve o dönem Yanal’ın Milli Takımda kovulması için Star TV’dene yaygara yapan Serhat Ulueren ve ekibi bir hayli çaba harcıyordu… Ama Terim, “Milli Takım dâhil Türkiye’de takım çalıştırmayı düşünmüyorum” gibi kibirli ve iddialı açıklamalar yapıyordu. Ersun Hoca bir süre sonra Milli takımı bırakınca Fatih hocanın, “Milli Takım dâhil" sözünü yalayıp, koşa koşa görevi kabul ettiğini gördüğüm gün, benim için bitmişti…
Şu kadar maaş alıyormuş, tazminatı şu kadarmış, ben ona bakmıyorum.
Türk futbolunu ve Milli Takımı babasının çiftliği gibi mi kullanıyor, yoksa gerçekten futbolumuza hizmet mi ediyor, ona bakıyorum.
Sonuç: Kovulduğu Milan’dan talebesi olan Shevchenko’nun tırnağı bile olamadığını tüm dünya bir kez daha gördü, ama bizimkiler hala görmek istemiyor!