Çarşamba, Mayıs 28, 2014

Kablo hırsızlarının istikbali…

Adapazarı istikametinde olmuş…
Yüksek Hızlı Tren için döşenen kabloları çalmışlar.
Daha önce de Bursa’da evlerin önünde bulunan doğalgaz tesisatların üzerindeki topraklama amaçlı bakır telleri de çalınmış, failler hiçbir zaman yakalanamamıştı.

Peki YHT’nin kablolarının çalınmasına şaşırdık mı?
Hayır…
Neden?
Çünkü burası şerefsiz ve hain dolu Anadolu!
Nereden mi biliyoruz? Aşk olsun nereden bilecez, hamd olsun ki, bebek katilimiz var, kadına ve çocuğa şiddet uygulayanı, tecavüz edeni, sıfırlanamayan 30 milyon avrolar, 700 bin dolarlık kol saatleri var, tepsi tepsi çukulata örtülü bayramlık 500 bin dolarlık hediyeler var, kutsal kitabımız kuranla bakara ile makara yapanı var, var oğlu var… E meclistekiler böyleyken, bir kaç yüz metre kablo çalınmış, çok mu yani?
O mu gözünüze battı, onların canı can da vatandaşın ki patlıcan mı?
Anlıyoruz ki, mecliste olanları gören yurdum insanının da canı çekmiş…  Onlar birbirne tekme tokat girince, halkım da karısına, sevgilisine, olmadı evladına sille tokat dalmasın da ne yapsın. E kolay mı, sıfırlanmaya çalışılan 30 milyon avroları duyunca "ben de isterim ben de insan evladıyım" demeyecek vatandaş var mı? Benim sokaktaki yurttaşım evinden kasa kasa, kutu kutu milyon avrolar çıkartamadığına göre onlar da gidip Yüksek Hızlı Tren’in kablolarına dadanıyor. Güçleri buna yetiyor. İmkânları olsa daha iyisini de yapacaklar ama yok bi kere, çalmak için fırsat eşitliği hiç yok(!)

O nedenle bırakın garibanlar Yüksek Hızlı Tren’in kablolarıyla idare etsinler(!) Gün gelir, meclise girerseler, bu halk onlara güvenip de seçerse (ki bizim halkımız o tür insanı, işini bilen memuru bağrına basmayı pek sever…) Rıza Sarraf da ellerinden tutarsa, hele bi de başbakanımızın gözüne girdiler miydi, bu gençler kesin ağabeylerini aratmayacak, memleketin içine ederler yani, kimsenin endişesi olmasın, bu halkta, bu millette o potansiyel var…

En kötü ihtimalle damarlarımızdaki asil kanda her şey mevcut, öyle değil mi? ;)


***
Dünya Meteoroloji Örgütü’nden (DMÖ) yapılan yazılı açıklamaya göre, kuzey yarım küredeki karbondioksit oranının yüksek oranda arttığı bildirildi. Nisan ayında yapılan son ölçümlere göre kuzey yarım küredeki karbondioksit oranının milyonda 400 birimle iklim değişikliği için kaygı verici eşiğe geldiği açıklandı.

DMÖ'nün 2015 ve 2016 yıllarında bile karbondioksidin 400 birimin altında kalacağını tahmin edildiğinin anımsatıldığı açıklamada, artan gaz miktarının sıcaklık dalgalarına, kuraklıklara ve deniz seviyelerinde yükselmeye neden olabileceği ifade edildi.

Yani anlayacağınız durum çok ciddi. Özellikle de denizin yükselme tehlikesi nedeniyle zorda olan ülkeler İngiltere, Hollanda, İtalya, Japonya, Malezya’nın sular altında kalma ihtimali yüksek.

Ama bu durum bizi ilgilendirmez değil mi? Bu olaylalar tahminen 2015 ve 2016’dan sonra oluşabilecek durumlar.

Yani Türklerin korkmasına gerek yok, biz zaten 1800'lü yıllara denk yaşadığımız için küresel ısınmanın bizi etkilemesine 200 kusur yıl var daha(!)

***
Devlet Bahçeli eski cumhurbaşkanlarından önce Süleyman Demirel, ardında da Ahmet Necdet Sezer ile görüştü. Son olarak da mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile seçimler öncesi bir araya geldi. Yapılan yorum ve değerlendirmeler genelde Bahçeli’yi ağır şekilde eleştiren nitelik taşıyordu.

MHP liderinin bugüne kadar gerek AKP gerekse Erdoğan konusundaki davranış ve tutumu nedeniyle kafalarda soru işareti bırakmış olması, gerekse de eleştirilerde haklılık payı taşımasına rağmen ben konuya farklı bir noktadan bakıyorum..

Bence bu iyi bir taktik ve nabız yoklama girişimi olabilir. Hem Abdullah Gül'ün kulağına kar suyu kaçırma amacın taşıyor, hem de Cumhurbaşkanı koltuğunda oturmasına rağmen Gül’ün aslında Başbakan Erdoğan karşısında ne denli zayıf ve ezik olduğunu kanıtlamış oluyor.

Belli ki Abdullah Gül, bundan sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın ihtirasına diş gösterecek kadar siyasetin içinde yer almak istemiyor.

Esas merak edilen konu  muhalefetin tutumu…

Şimdi sıra RTE'yi mat edecek hamleye geldi.

Bakalım kim şah diyecek? 

***
Son olarak, şu atalarımızın ettiği sözler var ya hani; her şey için bir söz etmiş olan ve her şeyi bilen atalarımız son yıllarda ülkede yaşadığımız gayri adil ve gayri ahlaki olaylar için de şunu demiş mesela: Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!

Tecrübeyle sabit olan bu benzetmelerin doğruluğundan hiç kuşkum yok.
Evet yok ama şu ilahi adalet gelse de yerini bulsa diyorum artık.  Tecelli etmesi için daha kaç mazlumun ahı gerekli, anlamış değilim valla!



Salı, Mayıs 20, 2014

‘Hoş’t görü…

İnsan hoş görür…
Çünkü insandır ve diğer hayvanlardan farkı düşünebilme yeteneğidir. 
O nedenle yayılırken İslam dini, hoş görülü davranmanın avantajını kullanmıştır asırlarca...
Taaa ki…
Ta ki, hoş görü, HOŞT görü haline gelinceye kadar.
Peki ya bugün durum nasıl?
***
Durum çok vahim…
İslam dinine bakıp da “Allah’ın insanlara sunduğu, doğruluk, adalet ve insanı merkeze alan, insanın mutluluğunu ve huzurunu gözeten din bu mu?” diye sorgulanmaya başlandı.
Dünyada durum bu şekilde, ya Türkiye’de?
Türkiye’de de durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
300 kusur insanımız madende pisi pisine ölmüş, matemi tazeliğini koruyor, yürekler yaralı, insanlar yarından umutsuz, birkaç gün sonra da ulusun en önemli resmi bayramlarından biri, 19 Mayıs, gel gör ki, ülkenin en güçlü adamı, birlik beraberlik ve dostluk mesajları vereceği yerde, ekranlara çıkmış, kürsüden nefret ve kin kusuyor!
Bir Allahın kulu da “Ey Müslüman evladı, bir sus, Allah rızası için sus! İslam’ın özü olan hoşgörüyü düşün, affet, bağışla, kucaklayıcı ol” demiyor, Lider, kendisine yapılan tüm eleştirileri haklı çıkartan bir ses tonu ve biçemde ülkeyi gerdikçe geriyor.
Azarlıyor, yumrukluyor, farklı düşünene, kendisini eleştirene tahammül edemiyor, öfke her yanımızı sardıkça sarıyor…
Kadınlarımız hiç olmadığı kadar sokaklarda katlediliyor, çocuklarımız bebelerimiz kaçırılıp tecavüze uğruyor, sıradan insanlarımız bir anlık öfkeleriyle cinnet sarmalına kapılıp akıl almaz cinayetler işleyebiliyor!
Oysa ülkede yaşananların her miliminde, her zerresinde ibret alınacak olaylarla dolu. Sadece etrafımıza bakıp, ellerimizi başımıza alıp düşünmemiz gerekiyor, “Ben ne yapıyorum?”
***
Bu halk buna reva mı?
“Neden bir İngiliz, Bir Alman, Fransız, Japon, bir Amerikalı, Kanadalı gibi benim vatandaşım da huzur bulamıyor? Onların yaşam kalitesi neden benim halkımda da yok? O huzuru sağlamak benim görevim değil mi?” diye sormuyor, soramıyor?
Seçilerek en tepesine oturduğu ülkenin imparatoru sanıyor kendini ve yanlış yaptıkça batıyor, battıkça da ülkesini de bitiriyor.
Oysa ki, küçük bir özür, halktan af dileme ortamı yumuşatmaya yetecekti.
Elin dinsizi, şintoisti, elin kafiri, elin gavuru bunu yapabiliyor.
Çıkıp halkından özür diliyebiliyor, olmadı istifa ediyorken, bizimkiler…
Ya bizimkiler?
Bizim Müslüman liderimiz ve yöneticilerimiz, siyasetçilerimiz İslam’ın özüne neden ters ve aykırı davranıyor?
İşte sorulması gereken soru bu?
Neden?
Kendi halkına karşı bu hoşgörüsüzlük, niye?
Böyle davranarak başta gazeteci Yılmaz Özdil’i ve onu diktatör gibi davranmakla suçlayanları haklı çıkarmıyor mu?

Perşembe, Mayıs 15, 2014

Allah'a iftira atabilme cesareti!

Bu yazıyı okuyanlar bir yaratıcının olup olmadığına inanır ya da inanmaz, her inanç ve her görüş sahibini bağlar.
Ama bu satırların yazarı, bir yaratıcının olduğunu düşünüyor ve uzun süredir rastlantılara inanmıyor!
Evrenin oluşmaya başladığı ilk andan ben bu satırları karladığım şu ana kadar, olup biten, yaşanan ve yaşanacak olan her şeyin “sebep ve sonuç” denklemiyle açıklanabileceğini düşünüyorum. Eğer sebep varsa, mutlaka ve mutlaka o sebebin bir de sonucu olacaktır!
Peki ülkemizde bu yaşananlar da sonuç mudur?
Ya da bu bir kader midir gerçekten?
Acı çekmek, eziyet, elem ve keder…
Gözyaşı kader midir?
Eğer “sebep ve sonuç” denkleminden yola çıkacak olursak,  sebeplere bakarak kaderimizi çözümlemek mümkün olabilir!
Hatta "birden fazla sonucun belki de en hafifi bugün olanlardır" demek iyimserlik olmaz! Zira birden fazla sebep olduğunu da düşünürsek, henüz sonuçların en büyüğünü yaşamadık demektir!
Çünkü son yıllarda ülkemizde yaşananlara baktığımızda o kadar çok mesaj alınacak olay geçmiş ki başımızdan…
Fakat hiçbir sonuçtan toplumsal bilinci artıracak çıkarımlar yapamamışız…
Afyon’daki askeri birlikte yaşanan patlamada kaç kişi öldü, o olay neden gerçekleşti, orada ölen gencecik çocuklar ne için feda edildi, bilen var mı?
Peki ya merak eden?
1999 depreminden günümüze ne değişti?
1980’lerde başlayarak günümüze kadar devam eden PKK terörünün sebebi ve sonucu 40 bin cana mal olmasına hangimiz makul ve mantıklı bir açıklama getirebilir?
Veya trafik kazalarında bugüne dek kaç kişi öldüğü hakkında bilgisi olan var mı?
Pek sebep nedir de trafik kazalarında bu kadar acı bir tablo sonuç olarak önümüzde duruyor.
Samsun'un Canik ilçesindeki selde boğulanlara, Van’daki depremzedelere, geçen yıl Gezi olayları sırasında ölenlere, daha bir kaç ay önce kaybolan, kaçırılan bebelere ağlıyorduk, şimdi de katliam gibi faciada ölen madencilere...
Ben soruyorum: Bu lanetli coğrafyada olaysız gün geçmeyecek mi? 
Güney Kore’de bir feribot batıyor, yüzlerce insan boğularak yaşamını yitiriyor, akabinde başbakan Chung Hong Won kaza nedeniyle istifa ediyor, feribotu işleten Chonghaejin Denizcilik Şirketi'nin sahibi Kim Han Shik tutuklanıyor.
***
İstifa, onurlu ve şerefli insanların işletebildiği YÜREKLİ bir mekanizmadır. ADAM gibi yönetilmeyen ülkelerdeki vicdansızlar "MUKADDERAT" diye suçu ALLAH'a atar!
Tıpkı 1999 depreminden sonra bir vatandaşın “7.4 yetmedi mi?” diye pankart açması gibi!
Oysa orada insanları öldüren deprem değil kalitesiz malzeme ile yapılan binlerce çürük bina değil miydi?
Peki, “7.4 yetmedi mi” diyerek, bazı kimseleri Allahın cezalandırdığını söylemek, Allah’a iftira değil midir?
E Allah her insana aynı aklı vermedi mi? Çürük binayı fay üstüne, çürük zemine yaparsan depremde evin yıkılacağını, dere yatağına ev yaparsan selde batacağını anlamak için süper zeki olmaya gerek var mı?

"Ucuz insanlar 12 yıldır bu hükumeti alkışlayadursun" Onlar alkışladıkça birileri başımızda daha çok yellenecek, yellendikçe de bizler daha çoook diri diri gömüleceğiz!
Çünkü layığımız budur, unutmayalım ki her insan layığını bulur, her toplum layık olduğu gibi yönetilir.
Bunu ben değil, onların da inandığı son peygamber Hz Muhammed (SAV) söylüyor.
***
Peki ya Sn Başbakan Erdoğan’ın böyle bir olayda bile özür dilemek yerine "Bunlar olağan şeylerdir. Bunun yapısında fıtratında bunlar var" demesi, tek kelimeyle utanç vesilesi değil midir? Hele mutlak bir kudret ile yönettiği ülkesini, 200 yıldan bu yana madencilikte hiç kimsenin ölmediği İngiltere'nin 1800'lü yıllarıyla kıyaslaması acizliğin daniskası değil midir?
Özür dilemek bir erdemdir. Müslüman olmayan Güney Kore'li yöneticiler, istifa ederek Müslümanlardan çok daha erdemli ve onurlu olduklarını kanıtlamışlardır. Ben bir İNSAN olarak bundan UTANIYORUM, diğer Müslümanları bilemem!
Tüm bu olanlar “sonuç mudur?”
Eğer sonuçsa “sebep nedir?
Sebep sadece ve sadece akıl ve akılsızlıktır!
Akıl da eğitim ve bilinçli toplumlarda görülür.

Cehaletin sebep olduğu sonucu işte şimdi hep birlikte yaşıyoruz!

https://twitter.com/inSanatDernegi

Cuma, Mayıs 09, 2014

Bu nedir Sn Altepe?

Geçenlerde, başkanı olduğum İnSanat Derneği’nin de bulunduğu Katlı Otopark Pasajı’na Bursa Bş Belediyesi Başkanı Recep Altepe geldi.
Daha doğrusu bize değil, derneğimizin hemen üstünde yer alan kas hastalıkları derneği için akülü araç bakım atölyesinin açılışına gelmişti Altepe. 
Ben de, (bugüne kadar kendisini makamında ziyaret etmek için yaptığımız hiçbir talebe karşılık vermeyen) başkanı hazır denk getirmişken, biraz da emrivaki yaparak, İnSanat Derneği’ne davet ettim. Sağ olsun kırmadı bizi. Bursa’nın aktif ve film üreten tek merkezi İnSanat Derneği 16mm Sinema Atölyesi’ni onurlandırdı. Gelmişken kendisine Bursa’da Bursa olanaklarıyla çekilmiş ilk ve tek sinema filmi “Adı Aşk Bu Eziyetin” DVD’sini armağan ettim. Derneği gezdirirken de bir kaç talepte bulundum.
Yine sağ olsun Altepe, isteklerimizi “he he..” diyerek karşıladı.
Başkanı bulmuşken, kendisini eleştirdiğimi de söylemeyi ihmal etmedim.
Etrafındakiler, “Başkan eleştirilir mi, olur mu, öyle şey yapılır mı?” gibi homurdanmalarına rağmen  eleştirmenin ne kadar önemli ve faydalı olduğunu ima etmeye çalıştım.
***
Neyse…
Gelelim bugüne… 
Bugün derken, günümüz değil, baya baya, bugün, yani Cuma gününden söz ediyorum…
Birkaç saat önce Cumhuriyet Caddesi’ne çıktım…
Hani şu nostaljik tramvayın pink attığı için trafiğe kapatılan cadde var ya, işte ora!
Son halini gördünüz mü oranın?
Görmediyseniz fotoğrafına mutlaka bakınız. 9 Mayıs 2014 Cuma saat 18:21 itibariyle, cadde işte bu halde!
Peki, nostaljik tramvay ne zaman hizmete açıldı bilen var mı?
Ben söyleyeyim hemen, 28 Mayıs 2011’de…
Yani tam üç yıl önce…
T1 Tramvay hattı ise 12 Ekim 2013’te, bundan 8 ay önce hizmete açıldı.
Peki, bir tramvay hattının döşendiği su kanalları neden 3 yıl sonra değiştirilir, bilen var mı?
Hadi diyelim nostaljik tramvay 3 yılda eskidi, peki ya T1 hattı?
***
Sayın Recep Altepe, nedir bu yapılanlar?
Bir Bursalı olarak bunu size soruyorum, bu bir eleştiri değil, kentli bilincine sahip bir vatandaş olma durumu.
Bursa'yı, en az sizin kadar ben de seviyorum, bundan kuşkunuz yoktur her halde...
Lütfen, tramvay hatlarına yapılan bu parke düzenleme çalışması neyin nesidir ve ne için yapılmaktadır, bu zaruret, neden zuhur etmiştir?
Sizi eleştirince etrafınızdakiler kızıyor, hadi eleştirmeyelim de o zaman sadece hakkımız olan soruları yöneltelim, Sn Altepe: “Her AKP belediyesi başkanı, göreve seçildiğinin akabinde ilk icraatı kaldırım taşlarını yeniler”  iddiası gerçek midir?
Siz de, "değiştirecek kaldırım bulamayınca, bula bula tramvay kanallarını mı buldunuz değiştirmek için?"
Buna ihtiyaç var mı Sn Recep Altepe, bakın yaptıklarınızla sizi alkışladık, hanlar-hamamlar onarıp birer kültür merkezine çevirmeniz takdire şayan. Hadi TOKİ Doğanbey malum, ona artık diyecek laf yok, (kınına giren şemsiye açılmaz(!) lakin, tam da bahar aylarına girme hazırlığı yaparken, turizm sezonu arefesinde bu yapılan işin makul ve mantıklı açıklamasını bir Bursalı olarak bekliyorum.
Tramvayın işlevi yokmuş, amacına uygun değilmiş, vs vs.. Geçtim bunları, Bursalı’nın parasıyla yapılan bu hizmetlerin maksadını öğrenmek hakkımız…
***
Bunu ben soruyorum!
Benden çok, size oy vermiş hemşehrilerim de bunu size sormak zorunda. Onların hakkı daha çok… Esas hesap sorması gereken onlardır. Eminim, Cumhuriyet Caddesi’nden geçen her Bursalı, orada neler olduğunu, o tadilatın mana ve ehemmiyetini merak ediyordur!
Eğer zaruri bir yenileme çalışması ise o zaman da akla şu soru gelecek bilmiş olun!
Nasıl bir hizmet, nasıl bir berbat işçiliktir ki bu, milyon dolara mal olmuş bir çalışma bu kadar kısa sürede böylesine bir onarıma muhtaç kalıyor?
Ben Bursalı olarak kendimi kazıklanmış ve aptal yerine konmuş hissediyorum ya siz?





Pazartesi, Mayıs 05, 2014

Hepimizi Allah kurtarsın!

Çember daralıyor…
“Ne çemberi?” diye merak eden varsa hemen söyleyeyim, “ölüm çemberi”
Evet evet, ölüm artık her zamankinden daha yakın bize.
Nüfus arttıkça insan kalitesi de azalıyor, azalan kalitesiz insan yığınları hepimizin sağlığını tehdit ediyor.
Kalitesiz insanların kişiliği de kalitesiz olunca bu tür insanların vicdanları da aynı oranda çürük oluyor. Böylece, hem sağlık hem de kişilik anlamında çürük bir toplum ortaya çıkıyor.
Yani anlayacağınız, vahşi kapitalizm sayesinde çürüyen toplumun yarattığı çemberin daralan çeperinde sıkışıp kalan insanlık kendi kendini yok ediyor.
***
Yeryüzünde kendi kendine zarar verebilen tek yaşam formunun İNSAN olduğu gerçeği, bulaşıcı bir hastalığın tedavisi mümkün olmayan virüsü gibi yayılıyor!
Silah sanayinin körüklediği savaşlar ve el altından beslediği terörizm aracılığı ile bu işi hızlı ve kanlı yaparken, ilaç sanayi ile birlikte hareket ettiği apaçık bilinen, hep daha çok, hep daha fazla kazanmak için her yolu deneyen zalim büyük gıda firmalarının GDO’lu ürünleri süreci yavaş yavaş ilerleterek, kağıt parçalarından oluşan servetlerine servet katıyor.
Hastalıklar artıyor, hastalıklar artıkça hem ilaç sanayi kazanıyor, hem de hormonlu ve sağlıksız ürünleri üretenler köşeyi dönüyor.
Peki nereye kadar?
İşte bu noktada ünlü Kızılderili atasözü geliyor akıllara da, ne fayda:
“Son ırmak kurumadan, son ağaç yok olmadan, son balık ölmeden, beyaz adam paranın yenmeyeceğini anlayamayacak”
***
Bu gidişle birçok insan bu sözün gerçekleştiğini göremeyecek.
Çünkü pek yakında o ilaçları ve GDO’lu ürünleri kullanacak, pazarlayacak kimse kalmayacak etrafta.
Sadece tüketime dayalı ekonomiler kapitalizmin ruhuna da aykırı aslında. Çünkü eğer üretim varsa, bu üretileni tüketecek bir de “tüketici” olması gerekir.
Vahşi kapitalizm işte burada en büyük hatayı yapıyor. “Daha çok hep daha çok kazanacağım” diye, asal müşterisi tüketiciyi hasta edip yavaş yavaş yok ediyor!
Etrafında kanser olmamış, bir akrabası ya da dostu olmayan kimse neredeyse yok gibi!
Ben en az 10-15 kişi sayabilirim. Ya kanserden ölmüş ya da o illete yakalanıp paçayı son anda yırtmış.
Bu daralan çemberin içinde ben de varım ve her an kanser olabilirim. Çünkü her insanda olduğu gibi kanser hücresi bende de var ve bu koca bedenime giren gıdaların ne kadar sağlıklı veya sağlıksız olduğunu bilmiyorum. Ve bu gıdalar vücudumun dengesini bozup hastalıklara karşı direncini düşürüp, kanser oluşumunu hızlandırabilir. Bu satırları okuyan sizler de bugün-yarın kanser olabilirsiniz.
Sigara içip içmemek önemli değil artık. Tütün ürünleri sadece süreci hızlandırıyor ve potansiyeli daha erken yaşlara çekiyor.
***
Çemberden çıkış da yok, kaçış da.
Dua etmek de işe yaramayacak, çünkü kaderimiz vicdanları çürümüş, kokuşmuş insan müsveddelerinin elinde.
Belki tanrıya, onlara vicdan ihsan etmesi için yalvarabilirsiniz de, bu saatten sonra bu işe Allah karışır mı, bilemem!
Çünkü Yaradan her insana eşit akıl verdiyse ve birileri bu akılını kullanırken vicdanlarını çürütüyorsa

İnsanlığı Allah bile kurtaramaz!