Cumartesi, Kasım 24, 2018

Bohemian Müslüm Freddie baba(!)


Müslüm Gürses’i, son kez 2009'da düzenlenen 4. İpek Yolu Film Festivali sırasında ilk ve son kez canlı dinledim. Teoman ile birlikte “paramparça” şarkısında düet yapmış, Müslüm Baba’nın sesini bastırmak için deneyimli popçunun yırtındığına tanık olmuştum…
Ülkemize hiç gelmeyen Freddie Mercury’i ise zaten görmem ve izlemem mümkün değildi ama filminde onu oynayan Rami Malek’i ilk defa Believe adlı bir dizi filmde, bölüm oyuncusu olarak fark etmiştim.
Bakın “izledim” ya da “gördüm” demiyorum, “fark etmiştim” diyorum. Sanırım iki bölümde rol almıştı ve değişik fiziki özellikleriyle dikkatimi çekmişti.
Neyse; önce Müslüm filmini izledim, iki hafta sonra da Bohemian Rhapsody…
İki müzikal karakter, birini dünya tanıyor, diğerini sadece biz…
Birini ünlü yönetmen Bryan Singer, diğerini de Ketche ile Can Ulkay yönetmiş…
Bizim yönetmenleri de kaç kişi tanır o da tartışmalı…
Bu filmlerden biri dünyada izleniyor, diğeri sadece Türkiye’de…
Müslüm 4. haftasında 62 milyon 397 bin 362 TL 47 Kuruş hasılata ulaştı.
Bohemian Rhapsody’nin Türkiye gişe hasılatı 3 haftada 5 milyon 967 bin 168 TL olarak kayda geçti.
Peki tüm dünyada Bohemian Rhapsody ne kadar kazandırdı dersiniz?
406 milyon 738 bin 249 Dolar…
Bu arada; Bohemian Rhapsody’nin bütçesi 52 milyon dolar, Müslüm’ün bütçesi ise sadece 21 milyon Türk Lirası…
Her iki filmin yapımcısının da kâra geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz…
Peki hangisi daha çok filme benziyordu, veya hangisi daha etkileyici sinematografik özellikler taşıyordu?
Elbette Bohemian Rhapsody…
Eğer bir filmden çıktıktan sonra o filmden sahneler hala gözümde canlanıyor ve içeriği bana sorular sorduruyorsa o film benim için etkili bir filmdir…
Bohemian Rhapsody’den çıktıktan sonra beni en çok etkileyen Freddie Mercury’i canlandıran Rami Malek’in performansı oldu.
Muhteşem oynamış!
Belki “oynamış” demek de yetmez, karakteri içine çekmiş resmen. Fiziksel olarak evet ama suret (yüz) olarak gerçek Freddie’ye pek benzediği söylenemez Rami’nin. Lakin gerek sözlü, gerekse sözsüz sahnelerde sergilediği performansla tek kelimeyle “döktürmüş…”
Believe gibi ortalama kalitede TV dizilerinde bölüm oyunculuğundan öteye gidemeyen Rami, MR Robot dizisinde kaptığı baş role kadar pek tanımıyordu. Mısır asıllı Kıpti Ortodoks bir ailenin çocuğu olarak Los Angeles’ta doğan Malek, Ömer Şerif’ten sonra Mısır’ın dünya sinemasına kazandırdığı yıldız olmayı ve Oscar’ı hak ediyor.
Büyük bir olasılıkla da, bunun üstünde bir performans sergileyen başkası çıkmazsa, ki şimdilik yok gibi; Rami, Malek en iyi erkek oyuncu dalında Oscar heykelciğini kaldıracağa benziyor.  
Bir yanda Freddie’ye hayat veren Rami Malek, diğer yanda Müslüm’ü canlandırmaya çalışan Timuçin Esen…
Hayat vermek ve canlandırmak, aynı şeyler değildir…
Rami Malek’e, Freddie’ye benzemesi için ekstra bir makyaj yapılmamış, sadece dişlerine protez uygulanmış…
Timuçin Esen’e ise peruğundan burnuna yapılan plastik makyaja kadar çok ciddi bir işçilik uygulanmış.
Rami Malek müzikal sahnelerde birkaç sahne dışında kendi sesini kullanmamış, filmde de daha çok Freddie Mercury’nin sesini dinledik.
Müslüm’de ise Timuçin Esen şarkıları kendi seslendirmiş, ki Müslüm Baba’nın sesini tanıyanlar bu durumu çok yadırgadı. Ben de yadırgadım. Her ne kadar makyajla Müslüm Gürses’e benzetilmeye çalışılmış olsa da fiziksel yapısı veya kalıbı Müslüm’le hiç bağdaşmıyordu.
“İki filmi kıyaslamak ayıp olur” diye düşünmüyorum. Pek ala iki film de kıyaslanır, oyuncuların performansı da karşılaştırılır.
Bohemian Rhapsody’nin oyuncu seçimi çok başarılı. Tüm oyuncular, gerçek hayattaki karakterlerle örtüşüyordu. Müslüm’de ne yazık ki aynı özeni göremedik. Bunu oyuncu yönetimindeki zaaf olarak da nitelemek mümkün… Hele ki, Muhterem Nur’u canlandıran Zerrin Tekindor tercihi çok absürt olmuş.
Aradaki 22 yaşlık fark, gerek Tekindor’un genç görünmesi, gerekse Nur’a hiç benzememesi filmin eksi yanlarından biriydi…
Müslüm’ün (Timuçin Esen) şarkı söylediği gazino sahnelerindeki hızlı kurgunun da Esen’in, abartılı makyajını örtbas etmek için uygulanan bir teknik olduğu gözlerden kaçmadı.
Tüm bunlara rağmen, gerek Timuçin Esen ve Zerrin Tekindor’u ve elbette Müslüm’ün gençliğini canlandıran Şahin Kendirci’yi alkışlamak gerek.
Timuçin Esen’in de o makyajla hem oynayıp hem şarkıları seslendirmesi de takdire şayandı…
Ama keşke Esen değil de Müslüm Baba’nın kendi sesini kullansalardı…
Sonuçta, iki müzikal karakter ve iki farklı film…
Bir kaç satırda da olsa, sinemadan anlamadıklarına bir kez daha tanık olduğum Türk (Bursa) izleyicisine değinmek istiyorum.
Diğer illerde durum nasıldı bilemiyorum ama; film bitmiş, sonunda gerçek Muhterem Nur ile yapılan röportajlar akıyor jenerikle birlikte; bir dur da izle, ne diyor gerçekte ne anlatıyor; yok arkadaş, sanki sinemaya zorla getirip de zorla filmi izlettirmişler gibi; kaçarcasına, paldır küldür ayaklandı herkes ve ne kendileri izledi filmin en anlamlı yerini, ne de başkalarına izlettirdiler. Benzer durum Ayla filminde de olmuştu, Bohemian Rhapsody’de de oldu.
Bu millete ne film izleme adabını kazandırabildik, ne de başkalarına saygı göstermeyi…
Trafik lambalarında kırmızı ışığa sabır gösteremeyen bir güruhtan bunu beklemek fazla, biliyorum ama ne zaman ki film sonunda akan ve emek verenlerin isimlerinin yazılı olduğu jenerik izlemeye başlayacak işte o zaman ADAM(!) olacağız, aha buraya da yazdım…

Perşembe, Kasım 22, 2018

Recep Gündüz’ün yanındaki komünist(!)


Bilmem Recep Gündüz’ü tanır mısınız?
Belirli bir kesim tanıyor olabilir ama Bursa’da bu belirli kesim dışında, tanıyan, ismini duysa da kim olduğunu bilenlerin sayısı pek fazla olmasa gerek.
Bunlardan biri de bendim.
İsmini duymuş, birkaç kez topluluk içinde karşılaşmış ama bir hukukumuz ya da muhabbetimiz oluşmamıştı.
Recep Gündüz Kosova-Üsküp Türkleri dernek başkanı.
Özellikle adaşı, bir önceki (devrik) Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile birlikte Kosova ve Makedonya’ya kurduğu dostluk köprüsü ile tanındı…
Gündüz’ün marifeti bununla sınırlı değil, bilerek veya bilmeyerek gönüllü dostluk ve kardeşlik elçiliğine soyunmuş.
“Soyunmuş” derken, bu tabir havada kalmasın; gönüllü elçilik işinde hiç kimsenin yapamadıklarını yaparak, tek kelimeyle, balkanların doğusunda bulunan bu iki küçük ülkede gönülleri fethetmiş…
Öyle böyle değil, birkaç kelimeyle anlatılacak gibi hiç değil; Bursa’da birçok kişinin burun kıvırdığı, adını duyduğunda yüzünü ekşittiği bu adam, Makedonya’da ve özellikle de Kosova’da el üstünde tutuluyor.
Hatta “el üstünde tutuluyor” benzetmesi bile havada kalır, sanki fahri bir “devlet başkanı” muamelesi görüyor, dersem inanın abartmış olmam…
Ona gösterilen itibar, resmi karşılama ve uğurlama törenlerinden (neredeyse) farksız.
Gezdiğimiz her köy, okul ve belediyede, başkanlar, öğretmen ve öğrenciler tarafından kapıda karşılanan, ziyaret bittikten sonra aynı şekilde uğurlanan kaç kişi tanıyor olabilirsiniz?
Balkanlarda öyle bir tat ve lezzet bırakmış gibi Recep Gündüz, hayran olmamak elde değil.
Türkiye’de Recep başkanı neden kıskandıklarını, neden pek sevilmediğini aslında daha iyi anladım şimdi…
(Prizren Şadırvan meydanında)

Recep Gündüz ve gazeteci değerli arkadaşım Bilal Kayaaltı ile birlikte gerçekleştirdiğimiz 9 günlük Makedonya ve Kosova gezi sırasında tanık oldum bunlara.
Recep Gündüz’ün gördüğü saygı ve itibarın yanı sıra, ilk orta ve lise ve hatta meslek liselerini, en ücra dağ köylerinin durumlarını da gözlemleme fırsatı yakaladık.
Türkiye ile kıyasladığımızda, fakirlik olsa da bu iki küçük ülkede eğitime ne kadar çok önem verildiğini gördük.
Makedonya’da Tetova ve Kumanova şehirlerinde Bursa’daki okul ve belediyelerle kardeş olan kurumları gezdik, müdür ve öğretmen ve öğrencilerle konuştuk. Makedonya’da okulların durumu, Müslüman Arnavutların azınlıkta olduğu Kumanova’da berbat durumdaydı. Arnavutların çoğunlukta olduğu Tetova’da ise Kumanova ile aralarında uçurum kadar fark vardı. Tetova tam bir eğitim şehri haline gelmiş. Sadece Türkiye’den değil, Avrupa ve ABD’den de eğitim konusunda önemli destekler verilmiş. Bu noktada Makedonların nasıl bir ayırımcılık yaptıklarının altını çizmek gerek. TİKA’nın (özellikle ve öncelikli olarak dini içerikli) birçok okula ciddi yardımlar yaptığını, Kumanova’ya ise hiçbir destek verilmediğine üzülerek tanık olduk.
Kosova’nın durumu Makedonya’ya nazaran daha iyi durumdaydı. Savaş’tan sonra hızla toparlanma sürecine giren Avrupa’nın bu en yeni ülkesini, beş yıl önce (2013), İpek (Peje) şehrinde düzenlenen bir film festivaline katıldığım zaman görmüştüm ve bu süreç içerisinde gerek yolları, gerekse okullarının durumu kayda değer şekilde düzene ve çağdaş görünüme kavuşmuş.
Türkiye’den gelen desteklerin köprüsünü de elbette Recep Gündüz kurmuş.
Her ne kadar (muhalefet duruşum nedeniyle) bana sürekli “Komünist” diye hakaret etse de (ki ben bu tabiri hakaret olarak algılamıyordum) Recep Gündüz’ün çabaları takdire şayandı.
Bursa’da pek çok kişi bilmese de ben bizzat gözlerimle tanık oldum, kameralarımla da olanları kaydettim.
Aslen Arnavut olan, Kosova’nın Gilan şehrinden 3 yaşında ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç eden, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında paraşütçü komando olarak savaşta yer alan, Kıbrıs gazisi Recep Gündüz’ün bu çabasını görmezden gelmek için kör olmak lazım…
Lakin ön yargıları nedeniyle de eleştirmeden geçemiyorum.
Özellikle de muhalefet eden herkesi komünist diye yaftalaması, bunu ulu orta, patavatsızca yapması, zaman zaman hoşgörüsünü yitirmesi, eleştirilere tahammül edememesi bu inatçı Arnavut’un zaaflarından bir kaçıydı.
Marifet bir insanı zaaflarına rağmen alkışlayıp hakkını verebilmektir. Biz de Recep Gündüz’ü başardıklarıyla anımsamak istiyor ve Bursa’da kendisi için olumsuz düşünenlerin, Kosova ve Makedonya’da yaptıklarını dikkate almalarını öneriyorum.
Zira, büyükelçilik ya da konsolosluk görevlilerinin yapması gereken işleri bu eski paraşütçü komando gazisi yapıyor.
Hani derler ya, “Yiğidi öldür ama hakkını da yeme…”
Bir insanı sevmesiniz bile, başarıları karşısında takdir etmek gerek.
Ben de öyle yapıyor ve Recep Gündüz’e hakkını veriyor, alkışlıyor, takdirle karşılıyorum…
Helal olsun…

Cuma, Kasım 02, 2018

Bor’un efendisi “Faruk Durukan”

O bir "Son Çılgın Türk", o NASA ve TÜBİTAK ödüllü bir mucit… O bir, Türk insanının neler yapabileceğinin kanlı-canlı kanıtı ve aynı zamanda servetini bilim uğruna harcayabilecek kadar (kimine göre) bir DELİ... O aslında bor madeninin efendisi…
“Bor madeninin efendisi” derken yanlış anlaşılmasın, bu değerli madeni kendi çıkarı ve menfaati için kullanıp servetine servet katmanın hesabında olan para göz, aç gözlü, doymak bilmeyen biri aklınıza gelmesin…
Peki kim bu, hem efendi, hem de deli adam?
Kim olacak, Faruk Durukan!
E Faruk Durukan kim ki?
Vallahi ben de kim olduğunu yeni öğrendim ve yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını duyunca kendi kendime, “aha bu olsa olsa, Son Çılgın Türk” dedim. Yazımın başlığına da önce öyle yazdım ama Durukan’ın asıl marifetinin “Bor” madeniyle haşır neşir olmasıyla ortaya çıktığını ayrımsayınca, ona “Bor’un efendisi” demeye karar verdim.
Evet, o hem çılgın Türk, hem de Bor’un efendisi…
Faruk hocamızı geçen akşam Almira Hotel'de tanıma şerefine nail oldum. Genç Sanayici ve İşadamları Derneği (GESİAD) Bursa Şubesi'nin geleneksel olarak düzenlediği "Sinerji" toplantılarının konuşmacısı olarak Bursa’ya gelen Durukan, yaşadıklarını ve deneyimlerini GESİAD üyeleriyle paylaştı. Soruları yanıtladı.
Kişisel web sitesinde hakkında yazan ilk sözler; “Sivas 1960 doğumlu , 6. Tuğlu Ömer Faruk efendinin torunudur” diye başlıyor.
Bu yazıyı kaleme aldığım sırada , “6. Tuğlu Ömer Faruk efendi kimdir?” diye merak edip Google amcaya sorduğumda “son Osmanlı halifesi Abdülmecid Efendi'nin oğlu, son Osmanlı padişahı VI. Mehmed'in damadı Ömer Faruk efendi” çıktı karşıma.
(Son Çılgın Türk Faruk Durukan)
Toplantı sırasında hiçbirimiz (bilgisizlikten) bu durumu sorma gereği hissetmediğimiz için ben de isim benzerliği olabileceğini düşünerek, sözü tekrar Faruk hocaya getiriyorum.
Çünkü bu yazının öznesi Faruk Durukan ve filmlere, romanlara konu olabilecek kadar ilginç hayat hikayesi.
Elbette ben hayatının özetini anlatmayacam ama yaptıkları ve verdiği mücadele gerçekten inanılmaz ve takdire şayan…
Bir yaşındayken, ast subay olan babasının Edremit’e atanmasıyla 1961’de başlayan Marmara Bölgesi’nin sınırında Ege Denizi’ne bakan kaz dağlarında kurduğu araştırma laboratuvarında devam ediyor.
Gençlik yıllarından buyana araştırma ve geliştirme merakının peşinden koşan Durukan, müteahhitlik yapmış ve gayri menkul zengini olmuş.
Ama içindeki araştırma ve geliştirme arzusu hiç tükenmemiş. “Ben bu kadar serveti, gayri menkulü ne yapayım, bari arkamda kalıcı bir şeyler bırakayım, ülkeme faydalı olayım” düşüncesiyle; Amerikalıların aya gittiği yıllarda kendini bilime adamış.
“Taşı sıksa suyunu çıkarır” sözü Faruk Durukan’a ne kadar feyz verdi bilemem ama o da tutmuş taşın suyunu çıkarmış ve *ekstrakt fabrikaları açarak Türkiye ekonomisine değer katan çalışmalara imza atmaya başlamış.
Faruk Durukan’ın elde ettiği “taş suyu” sürüldüğü yüzeyin alev almamasını sağlayan, güçlü antimikrobiyal yapıya sahip…  -150 derecede donmama özelliği olan taş suyu çalışması ise farklı bir metod ile üretilmiş olan bir sıvı. Taşları sıvıya döndürme yöntemiyle üretilmiş olan sıvı, uzay şartlarında üretim gerektiren bir materyal. Ancak ne Türkiye’de ne de dünyada daha önce böyle bir çalışma ya da metot bulunmuyordu. Bunun üzerine ABD'nin dahi gerçekleştirmediği bir proje oluşturarak laboratuvar ortamında uzay ortamını oluşturmayı başardı.
“Bu projenin amacı Türk AR-GE'sini Dünya'a göstermek ve gelişen değil gelişmiş ülke Türkiye olduğunu kanıtlamaktı” diyen Durukan, elde ettiği sıvının ayrıca atık sulardaki mikroorganizmaları bir saat içerisinde %99 oranında yok ettiğini söylüyor.
“Amaan bu da bi şey mi?” demeyin, atıl durumda olan zeytin yaprağı, çam kabuğu başta olmak üzere 250 çeşit bitkisel ekstrakt üretimi gerçekleştirmiş ve bunları ilgili üniversitelere, yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapan öğrenci ve bilim insanlarına ücretsiz sunmuş.
Ülkemizdeki sorun ve eksiklikleri kendine dert edinen Durukan, üniversitelerle sanayi iş birliğini sağlamak için çabalarken, milli ilaç sanayinin temellerinin atılması amacıyla, özgüveni yüksek bir neslin yetişmesini hedeflemiş. “Ülkemizde üretime dayalı ilaç sanayinin olmayışı ülkemizi ilaçta dışa bağımlı kılıyor” diyen Faruk Durukan’ın önündeki engellerin sadece yerel değil, uluslararası boyutta olduğunu da anımsatmak gerek. Durukan, genç sanayicilerden ve sivil toplum örgütlerinden bu alanda siyasileri ikna etmeleri gerektiğini de konuşmasında anlattı.
(Faruk Durukan GESİAD'ın konuğu oldu)
Kanser tedavilerinde hasta ve doktorların önüne geçemediği en hassas nokta metastastır. Yani hastalığın tekrar ortaya çıkıp yayılması.  Ajan *ficin çalışmasıyla, metastas oluşumunu büyük ölçüde durdurmayı başardıklarını anlatan Durukan, Türkiye’de ve dünyada ise ilk kez bitkisel anti metastas ajanı üreterek, TÜBİTAK birincilik ödülüne kayık görüldü.
Faruk hocamızın asıl marifeti ona “efendi” unvanını vermeme neden olan özellik “Bor” madeniyle olan münasebeti…
Bu arada gerçekleştirdikleriyle gönüllerin hocası ve efendisi olmasına rağmen okulundan kovulduğunu da anımsatmadan geçmemek lazım.
“Einstein gibi ben de başarısız bir öğrenciydim ve okuldan atıldım” diyen Durukan, Bor’un ülkemizdeki yüzde 75‘lik rezervine rağmen ham maddenin yurt dışına götürülüp ülkemize pahalı şekilde işlenip gelmesini de kabullenememiş. Kolları sıvayarak, yeni ve daha önce üretilmeyen bir bor bileşiği üretmeyi başarmış.
“Borun nötronları tuttuğu biliniyordu ama elektromanyetik dalgalara, yani x ışınlarına ve gama ışınlarına karşı bir etki gösteremiyordu” diyen Faruk Durukan hocamız, bunun testlerini (yurt dışında) yaptırarak çalışmalarını doğruluğunu kanıtladı. Durukan’nın yeni ürettiği melez bor bileşiği ise hem nükleer enerjiden çıkan nötronu, hem de x ışınlarını ve gama ışınlarını dahi tutabilen bir yapıda olduğu bilimsel olarak da kanıtladı. Bu çalışma sayesinde 2014’te ODTÜ tarafından yılın bilim adamı ödülüne layık gördü.
“Bor kendi başına etkili bir maden değildir ve hiçbir işe yaramaz. Bor’u eğer plastiğe katarsanız plastik çelik gibi olur. Betona katılırsa betonun mukavemeti, direnci ve dayanıklılığı artar. Cama katılırsa BorCam, Çeliğe katılırsa BorÇelik olur” diyen son çılgın Türk, Bor’un efendisinin canını sıkan bir çok sorundan biri de uluslararası patent almakta ki pahalı maliyet ve sorunlar.
Yaptığı buluşların kendisine ait olduğunu kanıtlamak için 6 farklı ülkeden patent almak gerektiğini anlatan Durukan’ın bugüne kadar 50 milyon TL’ye yakın para harcadığını ve tek isteğinin ardında kalıcı ve yararlı bir şey bırakmak olduğunu ifade etti ve Türkiye’nin eğitim sistemi hakkında “Ben okumadım ki eğitim sistemi hakkında yorum yapayım. Yeni bir bakan göreve geldi o da şikayet ediyor” dedi.
Evet; nereden bakarsanız bakın Faruk Durukan vatanını seven, ülkesine ve insanlığa iyi şeyler yapmaya ömrünü adamış bir dahi…
En büyük talihsizliği oma hakkını verecek, önünü açacak, çalışmalarına tam ve koşulsuz destek verecek bir coğrafyada doğmamış olması.
Çünkü bu ülkede “hiçbir başarı cezasız kalmaz”

*Kurutulmuş bitkilerden, özel ekstraksiyon yöntemleri kullanılarak, ayrıştırma (osmoz) işlemlerinin gerçekleştirilmesi sonucunda elde edilen, ilaç hammaddesi olarak da kullanılan bitki özlerine (etken maddelere) "EKSTRAKT" denir.

*Kaz Dağları'nda yetişen incirlerin içindeki maddeye "FİCİN" denir.

Faruk Durukan'ın BURSA GESİD Sinerji toplantısındaki konuşmasını izlemek için TIKLAYIN

@SuatOktySnck