Uzun zamandır blogumda öykü paylaşmıyordum. Arada bir paylaşsam iyi olacak. İşte son yazdığım öykülerden biri "KEÇİ MEMET" denemesini paylaşıyorum... Afiyetle okuyun ;)
– Deneme, bir-iki deneme…
– Ne yapıyorsun böyle?
– Şştt… Rahatsız etme, “deneme, bir-iki
deneme...”
– Ağabey, kafayı mı yedin, o dediğin
mikrofondan, hoparlörden sesin çıkıp çıkmadığını ya da şiddetini kontrol etmek
için yapılan bir şey, burada olmaz ki.
– Neden olmasın? “Deneme, bir-iki deneme…”
– Ya ağabey, bırak işte, deneme bence!
–
İyi de, denemeden olmaz.
– Ne olmaz?
– Deneme olmaz.
– Ne?
– Deneme…
– E o zaman sen de deneme, bırak kalsın.
– Öff, kes ama, seni çağıran oldu mu? Kes!
– !?
– Alt tarafı bir deneme yazacağım, ama
yazdığımın deneme mi, makale mi, öykü mü olduğunun farkında değilim.
– Hmm..,
–
“Hmm” ya… Şimdi bizim köyün Keçi Memet’ini yazacağım ama nasıl
başlayacağıma karar veremedim. Öykü gibi mi başlasam, yoksa... Yoksa masal mı, deneme
gibi mi?
– İyi de ağabey, deneme dediğin nedir ki?
Bir şeyi ‘denemek’ten, yani tecrübe etmekten geçmez mi? E sen de başla, nasıl
başlarsan başla; ne çıkarsa bahtına.
– Aferin lan zirzop, bak hiç böyle
düşünmemiştim.
– Eyvallah ama zirzop demeyeydin iyiydi.
– Alınma hemen, iltifat say... Şimdi ben
bir şeyler karalayayım, sonra Keçi Memet’e geçiş yapayım; ama nasıl?
– Eh
be ağabey, hâlâ “nasıl?” diyorsun ya, pes! Başla işte, deneysel olsun, yani
deneme olsun, adı üzerinde. Sen başla; benim denemem de böyle oldu dersin. ;)
– E iyi de, o noktalı virgüllü parantez
neyin nesi?
– Deneysel işte; o göz kırpma oluyor.
– Hadi len, öyle göz kırpma mı olur?
– Olur valla, internet ortamında artık
böyle. :D
– O da ne?
– Gülme işareti.
– Aa yeter ama, toz ol, denememin içine
ettin!
– Kızma be ağabey, sen anlat bakalım şu
Keçi Memet meselesini.
– Yav keçi işte... Sen bizim Kövü bilin
mi?
– He, bilmem mi? Cumalıkızık!
– Aferin len, sen ne çok kültürlüsün
öyle(!)
– Ehe öyleyimdir de, sen benlen dalga mı
geçtin şimdi?
– Nasıl anladın?
– İki parantez arasına ünlem koydun da.
– Vay dürzüüü! Gözünden de bir şey
kaçmıyor.
– Ağabey hadi anlat şu Keçi Memet’i artık,
geç oldu.
– Peki peki... Haklısın, bi gün, yani bi
gün dediğim bundan 25-30 yıl önceydi, gençtim tabii o zamanlar... Birden
çıkıverdi karşıma.
– Keçi Memet mi?
– Dur sözümü kesme, dinle! “Yolumdan
çekil” dedim, uzun uzun baktım inatçı keçiye... Keçi de bana baktı. Keçi,
lakabı... Gerçek adı Memet. Keçi Memet… İnatçı olduğu için ve her şeye
muhalefet ettiği için Keçi lakabını takmıştı köylüler Memet’e. Keçi yine bir
şeyi kafasına takmış, lambur lumbur yola düşmüş, ağustos ortasında. Güneş
öğlene çalım atıp tepemizden devrilmiş, akşama serenat ederken şeytan
aralığının tam da ortasında karşıma çıkmış, ne bana geçit veriyordu, ne de geri
gidip yolumu açıyordu.
– Bildin değil mi şeytan aralığını?
– He bilmem mi, cin aralığı değil miydi o?
– Ha cin, ha şeytan! Kesme sözümü...
– Affedersin usta. :(
– Ha şöyle... Adam ol! Neyse... Şeytan
aralığı da ancak bir kişinin geçebileceği kadar, 50-60 adımlık daracık bir
sokakcık... Aslında sokak falan da değil, iki ev arasında rastgele bırakılmış
bir boşluk. Şeytan bunun neresinde bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Yolu uzatmak
istemeyenler, kısa yol diye kestirmeden bu boşluğu kullanırlar yıllardır ve
adını da şeytan aralığı koymuşlar.
Zayıf iki insan göbeklerini sürterek de
olsa geçebilecekleri bir boşluk ama benim gibi kalın, Keçi gibi inatçı iki
âdemoğlunun bu yolu aynı anda karşılıklı kullanmaları imkânsızdır. Ama gel de
bunu Keçi’ye anlat.
– Ya Memet, bak ağabeyciğim ben yolun
yarısından fazlasını gelmişim, bas geri de geçeyim şuradan, diyorum. Keçi Memet
nuh diyor, peygamber demiyor, homurdanarak karşımda dikilip duruyor. Neden
sonra ağzını açıp tersleyerek ”Bas git geri, sen bas git geri!” diye
hiddetlendi.
Vela havle vela kuvvete! Keçi Memet,
benden 5-6 yaş büyük olsa gerek. Evde anacığı ile yaşamış uzun yıllar. Geçen
sene anası da hakkın rahmetine kavuşunca, “İnadım inat, kıçım iki kanat”
küsüverdi dünyaya. Ondan evveli de babadan kalma tarlayı sürüp biçmek yerine
icara verip oradan aldığı 3-5 bin lira ile ayakta kalmaya çalışırdı. Zavallı
anası çok söylendiydi Memet’e ama… Dedim ya, Keçi inada bindi miydi alimallah,
illallah ettirirdi karşısındakini, illa onun dediği olacak.
Kasabada yer, eline geçirdiğinin ilk
haftası parayı bitirirdi, kös kös köyün yolunu tutar, küs küs dolanırdı
ortalıkta. Arada bir kahveye çıktığı da olurdu gayri de... Kimseyle konuşmaz,
bazen gazetelerin bulmacalarını çözmeye çalışır, ki onu da bitirebildiği vaki
değildir, kendine ısmarladığı tek şekerli çayını yudumlar, kimseyle tek kelime
etmeden yine kahveden uzayıp giderdi.
Es
kaza biri bir şey sordu muydu da, ya duymazlıktan gelir, ya da “Sana ne… Bana
ne… Ona ne… Kime ne… Bize ne?” gibi şablon kelimelerle karşılık verirdi.
Kısa ve öz... Oysa köyde en çok okuyan, en
fazla mürekkep yalayan da oydu. İlkokul beş... Ortaokula da gitmişliği vardı da
inadından ötürü okuldaki öğretmenleri “Yeter!” deyip tasdikname ile köye
postalamışlar.
Köylülerin dediğine göre bu inadı da
küçükken kendisini tepen keçiden ötürüymüş. Ben köylülerin yalancısıyım; şöyle
böyle değil, keçiyi sağarken, hayvan tam da iki kaşının ortasına toynağını
patlatmış.
Gerçi herkes bilir keçinin tek toynağı
olmaz, (çift toynaklı olduğu için) tırnağı vardır ya, yine de köylüler
anlatırken nedense onu keçinin tek toynağı varmış gibi abartarak anlatırlar
Memet’in inadının sebebini. Alnın ortasındaki nişanın da keçi hikâyesinin
delili olduğu söylenir.
Memet’in bu halde olmasında keçi
tepmesinin payı ne kadardır bilinmez ama asıl kirişi kırmasının nedeninin
askerlik olduğunu düşünüyorum. Acemi birliğini ağabeyim ile aynı yerde
yapmışlardı.
Manisa Kırkağaç...
Jandarma Komando...
3 ay orada kaldılardı.
Mehmet askerde çok sopa yemiş inadından ötürü. Onbaşılar, çavuşlar,
başçavuşlar, üsteğmenler, yüzbaşılar... Sopasını yemediği rütbeli kalmamış.
İnadıyla perişan etmiş taburunu Memet.
Verilen her emre itaatsizlik etmiş. Buna şiddetle karşılık vermeye çalışan
komutanlarından iki tanesini hastanelik edince de, bütün diğer komutanlar aynı
anda saldırmışlar Memet’e ki, güç bela dizginleyebilmişler. Mehmet 1 ay
hastanede, 3 ay da diskoda (koğuş hapsi) kalmış.
Ağabeyim 3 aylık acemi eğitimini bitirip,
oradan da Hakkâri Beytüşşebab’a dağıtımı çıkmış, bir daha da…
Neyse…
Konumuz ağabeyim değil…
Çünkü o…
O…
…
Neyse ne, Keçi Memet’le devam edeyim ben…
Memet’in aldığı cezalar nedeniyle acemi eğitimi 6 ayda tamamlanmış. Fakat Memet
rahat durur mu? 18 aylık askerliği tamı tamına 3 yıl sürmüş. Her gittiği yerde
inadı başına bela olmuş, en sonunda da sürüldüğü askeri birlikte kimse ona bulaşmayınca
teskeresini verip Keçi’den kurtulmuşlar!
İşte Keçi bu Keçi...
Şimdi karşımda durmuş, bana “Bas git, sen
bas git!” diyor…
Basıp geri gitmek kolay
ama Keçi’ye şunu belletmek lazım, diye ben de inat ediyorum:
– Gitmiyorum lan, gitmiyorum işte, ne
edecen ha?
Keçi, homurdanmasını
artırmış sert ve delici bakışlarını gözlerime dikmiş, “Bulaşma bana çocuk!”
dercesine dikleniyor. Aynı şekilde ben de ona dikleniyorum. Keçi daha baskın,
ne de olsa inat onun fıtratında var.
– Bak Hasan’ın, ağabeyinin hatırı var,
şimdi seni paralarım, çekil yolumdan!
Hasan, Keçi’nin asker arkadaşı; ağabeyim…
İlk defa Keçi Memet’in ağabeyimin adını andığını duyuyordum.
Ağabeyimi anınca ikimiz de sustuk. Daracık
duvara yasladı koca gövdesini. Derin soluk alıp vermesi yankılanıyordu sanki.
Oysa sessizdi ortalık. Sadece cırcır böceklerinin senfonisi duyuluyor ama
sessizliğimizi yenmeye yetmiyordu. Ne cırcır böcekleri, ne de köyün belalıları
kargaların sesleri... Malum sessizliğin ardından nedense, “Mert çocuktu Hasan!”
diye mırıldandı güçlükle; “Hakkını ödeyemem. Çok kolladı beni, çok yalvardı
sakin olmam için… Ama inat işte, dinlemedim onu, dinleyeydim, bunlar başıma
gelmezdi.”
Ağır ağır doğruldu yaslandığı duvardan,
aynı ağırlıkta, vakur adımlarla geri geri gitmeye başladı, yolumu açtı. Ben
donup kalmıştım, Keçi ilk defa pes etmiş, birine yolunu vermişti.
Gerçi bu yaptığına pes etmek de denemez
ya. Şeytan aralığının başında, başını öne eğip geçmemi bekledi... Tam da o anda
ikindi okunmaya başladı. Ben de ezanın bitmesini bekledim... Müezzin ezanın son
makamını okuyana kadar öylece kalakaldık. İçim dolmuştu, bana sunulan bu nimeti
geri tepemezdim, yavaş yavaş yürüdüm daracık sokağın asırlık duvarlarına
omuzlarımı sürterek.
“Keşke Hasan ağabeyim de biraz inat
edeydi, senin kadar olmasa da biraz inatçı olaydı belki o da burada olur,
şeytan aralığında karşılıklı inatlaşırdınız, keşke...” diye mırıldandım yanına
vardığımda. Keçi ses etmeden yanımdan geçip, şeytan aralığını arşınladı hızlı
adımlarla. Ardından bakakaldım.
Hasan ağabeyim Beytüşşebab’ta girdiği
çatışmada pusuya düşmüş şehit olmuştu. Giderken evliydi. Gitti ve gelmedi.
Yengemle evlendirdiler
beni.
Nilüfer, yengemdi, eşim oldu. Ağabeyimin
çocuğuna babalık ettim. Çocuklarımız oldu, ilk doğan çocuğumuza Hasan adını
verdik. Hasan ağabeyimin hatırası oğlumuzda yaşıyor...
Keçi Memet’inkine yaşamak denirse,
inadıyla o da köyde dolanıyor.
Hiç evlenmedi Keçi.
İnadından kız beğenmedi.
Beğendikleri de onu istemedi.
Keçi ile yaşamak zor.
Keçi’ye yarenlik etmek ıstırap...
Ne köyden kaçıp gidebildi Keçi Memet, ne
de bizim köylü olabildi. Köyde yaşayan bir yabancı gibi. Askerden geldikten
sonra daha da yabancı, daha da başka biri olmuş, inatçı keçiliği yapışıp
kalmıştı alnındaki nişan gibi.
– Yapma be ağabey?
– Ne yapma?
– Anlattıkların... Nutkum tutuldu valla!
– Niye lan!
– Çok dokunaklı.
– E deneme işte.
– Deneme mi?
– Sen deneme dedin ama ben böyle bir şey
denedim, beğenmedin mi?
– Yuhh be ağabey, yuh sana!
– Niye ki?
– Gerçek sandım bir an, öyle bir anlattın
ki, ağlayacaktım az kala!
– Gerçek olmadığını nereden çıkardın ki?
– Esah mı?
– He esah, ama bi kısmı, bi kısmı da deneme,
ya da deneysel; yersen...
– Yedim gitti! ;)
– E yarasın o zaman!
– :D
– Gülme, bak gülme dedim!
– Peki :/
– Aferin, adam ol! ;)