Perşembe, Aralık 21, 2017

KEÇİ MEMET (Öykü)


    Uzun zamandır blogumda öykü paylaşmıyordum. Arada bir paylaşsam iyi olacak. İşte son yazdığım öykülerden biri "KEÇİ MEMET" denemesini paylaşıyorum... Afiyetle okuyun ;)

     – Deneme, bir-iki deneme…
     – Ne yapıyorsun böyle?
     – Şştt… Rahatsız etme, “deneme, bir-iki deneme...”
     – Ağabey, kafayı mı yedin, o dediğin mikrofondan, hoparlörden sesin çıkıp çıkmadığını ya da şiddetini kontrol etmek için yapılan bir şey, burada olmaz ki.
     – Neden olmasın? “Deneme, bir-iki deneme…”
     – Ya ağabey, bırak işte, deneme bence!
     – İyi de, denemeden olmaz.
     – Ne olmaz?
     – Deneme olmaz.
     – Ne?
     – Deneme…
     – E o zaman sen de deneme, bırak kalsın.
     – Öff, kes ama, seni çağıran oldu mu? Kes!
     – !?
     – Alt tarafı bir deneme yazacağım, ama yazdığımın deneme mi, makale mi, öykü mü olduğunun farkında değilim.
     – Hmm..,
     –  “Hmm” ya… Şimdi bizim köyün Keçi Memet’ini yazacağım ama nasıl başlayacağıma karar veremedim. Öykü gibi mi başlasam, yoksa... Yoksa masal mı, deneme gibi mi?
     – İyi de ağabey, deneme dediğin nedir ki? Bir şeyi ‘denemek’ten, yani tecrübe etmekten geçmez mi? E sen de başla, nasıl başlarsan başla; ne çıkarsa bahtına.
     – Aferin lan zirzop, bak hiç böyle düşünmemiştim.
     – Eyvallah ama zirzop demeyeydin iyiydi.
     – Alınma hemen, iltifat say... Şimdi ben bir şeyler karalayayım, sonra Keçi Memet’e geçiş yapayım; ama nasıl?
     – Eh be ağabey, hâlâ “nasıl?” diyorsun ya, pes! Başla işte, deneysel olsun, yani deneme olsun, adı üzerinde. Sen başla; benim denemem de böyle oldu dersin. ;)
     – E iyi de, o noktalı virgüllü parantez neyin nesi?
     – Deneysel işte; o göz kırpma oluyor.
     – Hadi len, öyle göz kırpma mı olur?
     – Olur valla, internet ortamında artık böyle. :D
     – O da ne?
     – Gülme işareti.
     – Aa yeter ama, toz ol, denememin içine ettin!
     – Kızma be ağabey, sen anlat bakalım şu Keçi Memet meselesini.
     – Yav keçi işte... Sen bizim Kövü bilin mi?
     – He, bilmem mi? Cumalıkızık!
     – Aferin len, sen ne çok kültürlüsün öyle(!)
     – Ehe öyleyimdir de, sen benlen dalga mı geçtin şimdi?
     – Nasıl anladın?
     – İki parantez arasına ünlem koydun da.
     – Vay dürzüüü! Gözünden de bir şey kaçmıyor.
     – Ağabey hadi anlat şu Keçi Memet’i artık, geç oldu.
     – Peki peki... Haklısın, bi gün, yani bi gün dediğim bundan 25-30 yıl önceydi, gençtim tabii o zamanlar... Birden çıkıverdi karşıma.
     – Keçi Memet mi?
     – Dur sözümü kesme, dinle! “Yolumdan çekil” dedim, uzun uzun baktım inatçı keçiye... Keçi de bana baktı. Keçi, lakabı... Gerçek adı Memet. Keçi Memet… İnatçı olduğu için ve her şeye muhalefet ettiği için Keçi lakabını takmıştı köylüler Memet’e. Keçi yine bir şeyi kafasına takmış, lambur lumbur yola düşmüş, ağustos ortasında. Güneş öğlene çalım atıp tepemizden devrilmiş, akşama serenat ederken şeytan aralığının tam da ortasında karşıma çıkmış, ne bana geçit veriyordu, ne de geri gidip yolumu açıyordu.
     – Bildin değil mi şeytan aralığını?
     – He bilmem mi, cin aralığı değil miydi o?
     – Ha cin, ha şeytan! Kesme sözümü...
     – Affedersin usta. :(
     – Ha şöyle... Adam ol! Neyse... Şeytan aralığı da ancak bir kişinin geçebileceği kadar, 50-60 adımlık daracık bir sokakcık... Aslında sokak falan da değil, iki ev arasında rastgele bırakılmış bir boşluk. Şeytan bunun neresinde bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Yolu uzatmak istemeyenler, kısa yol diye kestirmeden bu boşluğu kullanırlar yıllardır ve adını da şeytan aralığı koymuşlar.
     Zayıf iki insan göbeklerini sürterek de olsa geçebilecekleri bir boşluk ama benim gibi kalın, Keçi gibi inatçı iki âdemoğlunun bu yolu aynı anda karşılıklı kullanmaları imkânsızdır. Ama gel de bunu Keçi’ye anlat.
     – Ya Memet, bak ağabeyciğim ben yolun yarısından fazlasını gelmişim, bas geri de geçeyim şuradan, diyorum. Keçi Memet nuh diyor, peygamber demiyor, homurdanarak karşımda dikilip duruyor. Neden sonra ağzını açıp tersleyerek ”Bas git geri, sen bas git geri!” diye hiddetlendi.
     Vela havle vela kuvvete! Keçi Memet, benden 5-6 yaş büyük olsa gerek. Evde anacığı ile yaşamış uzun yıllar. Geçen sene anası da hakkın rahmetine kavuşunca, “İnadım inat, kıçım iki kanat” küsüverdi dünyaya. Ondan evveli de babadan kalma tarlayı sürüp biçmek yerine icara verip oradan aldığı 3-5 bin lira ile ayakta kalmaya çalışırdı. Zavallı anası çok söylendiydi Memet’e ama… Dedim ya, Keçi inada bindi miydi alimallah, illallah ettirirdi karşısındakini, illa onun dediği olacak.
     Kasabada yer, eline geçirdiğinin ilk haftası parayı bitirirdi, kös kös köyün yolunu tutar, küs küs dolanırdı ortalıkta. Arada bir kahveye çıktığı da olurdu gayri de... Kimseyle konuşmaz, bazen gazetelerin bulmacalarını çözmeye çalışır, ki onu da bitirebildiği vaki değildir, kendine ısmarladığı tek şekerli çayını yudumlar, kimseyle tek kelime etmeden yine kahveden uzayıp giderdi.
     Es kaza biri bir şey sordu muydu da, ya duymazlıktan gelir, ya da “Sana ne… Bana ne… Ona ne… Kime ne… Bize ne?” gibi şablon kelimelerle karşılık verirdi.
     Kısa ve öz... Oysa köyde en çok okuyan, en fazla mürekkep yalayan da oydu. İlkokul beş... Ortaokula da gitmişliği vardı da inadından ötürü okuldaki öğretmenleri “Yeter!” deyip tasdikname ile köye postalamışlar.
     Köylülerin dediğine göre bu inadı da küçükken kendisini tepen keçiden ötürüymüş. Ben köylülerin yalancısıyım; şöyle böyle değil, keçiyi sağarken, hayvan tam da iki kaşının ortasına toynağını patlatmış.
     Gerçi herkes bilir keçinin tek toynağı olmaz, (çift toynaklı olduğu için) tırnağı vardır ya, yine de köylüler anlatırken nedense onu keçinin tek toynağı varmış gibi abartarak anlatırlar Memet’in inadının sebebini. Alnın ortasındaki nişanın da keçi hikâyesinin delili olduğu söylenir.
     Memet’in bu halde olmasında keçi tepmesinin payı ne kadardır bilinmez ama asıl kirişi kırmasının nedeninin askerlik olduğunu düşünüyorum. Acemi birliğini ağabeyim ile aynı yerde yapmışlardı.
Manisa Kırkağaç...
Jandarma Komando...
3 ay orada kaldılardı. Mehmet askerde çok sopa yemiş inadından ötürü. Onbaşılar, çavuşlar, başçavuşlar, üsteğmenler, yüzbaşılar... Sopasını yemediği rütbeli kalmamış.
     İnadıyla perişan etmiş taburunu Memet. Verilen her emre itaatsizlik etmiş. Buna şiddetle karşılık vermeye çalışan komutanlarından iki tanesini hastanelik edince de, bütün diğer komutanlar aynı anda saldırmışlar Memet’e ki, güç bela dizginleyebilmişler. Mehmet 1 ay hastanede, 3 ay da diskoda (koğuş hapsi) kalmış.
     Ağabeyim 3 aylık acemi eğitimini bitirip, oradan da Hakkâri Beytüşşebab’a dağıtımı çıkmış, bir daha da…
     Neyse…
     Konumuz ağabeyim değil…
     Çünkü o…
     O…
     …
     Neyse ne, Keçi Memet’le devam edeyim ben… Memet’in aldığı cezalar nedeniyle acemi eğitimi 6 ayda tamamlanmış. Fakat Memet rahat durur mu? 18 aylık askerliği tamı tamına 3 yıl sürmüş. Her gittiği yerde inadı başına bela olmuş, en sonunda da sürüldüğü askeri birlikte kimse ona bulaşmayınca teskeresini verip Keçi’den kurtulmuşlar!
İşte Keçi bu Keçi...
     Şimdi karşımda durmuş, bana “Bas git, sen bas git!” diyor…
Basıp geri gitmek kolay ama Keçi’ye şunu belletmek lazım, diye ben de inat ediyorum:
     – Gitmiyorum lan, gitmiyorum işte, ne edecen ha?
Keçi, homurdanmasını artırmış sert ve delici bakışlarını gözlerime dikmiş, “Bulaşma bana çocuk!” dercesine dikleniyor. Aynı şekilde ben de ona dikleniyorum. Keçi daha baskın, ne de olsa inat onun fıtratında var.
     – Bak Hasan’ın, ağabeyinin hatırı var, şimdi seni paralarım, çekil yolumdan!
     Hasan, Keçi’nin asker arkadaşı; ağabeyim… İlk defa Keçi Memet’in ağabeyimin adını andığını duyuyordum.
     Ağabeyimi anınca ikimiz de sustuk. Daracık duvara yasladı koca gövdesini. Derin soluk alıp vermesi yankılanıyordu sanki. Oysa sessizdi ortalık. Sadece cırcır böceklerinin senfonisi duyuluyor ama sessizliğimizi yenmeye yetmiyordu. Ne cırcır böcekleri, ne de köyün belalıları kargaların sesleri... Malum sessizliğin ardından nedense, “Mert çocuktu Hasan!” diye mırıldandı güçlükle; “Hakkını ödeyemem. Çok kolladı beni, çok yalvardı sakin olmam için… Ama inat işte, dinlemedim onu, dinleyeydim, bunlar başıma gelmezdi.”
     Ağır ağır doğruldu yaslandığı duvardan, aynı ağırlıkta, vakur adımlarla geri geri gitmeye başladı, yolumu açtı. Ben donup kalmıştım, Keçi ilk defa pes etmiş, birine yolunu vermişti. 
     Gerçi bu yaptığına pes etmek de denemez ya. Şeytan aralığının başında, başını öne eğip geçmemi bekledi... Tam da o anda ikindi okunmaya başladı. Ben de ezanın bitmesini bekledim... Müezzin ezanın son makamını okuyana kadar öylece kalakaldık. İçim dolmuştu, bana sunulan bu nimeti geri tepemezdim, yavaş yavaş yürüdüm daracık sokağın asırlık duvarlarına omuzlarımı sürterek.
     “Keşke Hasan ağabeyim de biraz inat edeydi, senin kadar olmasa da biraz inatçı olaydı belki o da burada olur, şeytan aralığında karşılıklı inatlaşırdınız, keşke...” diye mırıldandım yanına vardığımda. Keçi ses etmeden yanımdan geçip, şeytan aralığını arşınladı hızlı adımlarla. Ardından bakakaldım.
     Hasan ağabeyim Beytüşşebab’ta girdiği çatışmada pusuya düşmüş şehit olmuştu. Giderken evliydi. Gitti ve gelmedi.
Yengemle evlendirdiler beni.
     Nilüfer, yengemdi, eşim oldu. Ağabeyimin çocuğuna babalık ettim. Çocuklarımız oldu, ilk doğan çocuğumuza Hasan adını verdik. Hasan ağabeyimin hatırası oğlumuzda yaşıyor...
     Keçi Memet’inkine yaşamak denirse, inadıyla o da köyde dolanıyor.
     Hiç evlenmedi Keçi.
     İnadından kız beğenmedi.
     Beğendikleri de onu istemedi.
     Keçi ile yaşamak zor.
     Keçi’ye yarenlik etmek ıstırap...
     Ne köyden kaçıp gidebildi Keçi Memet, ne de bizim köylü olabildi. Köyde yaşayan bir yabancı gibi. Askerden geldikten sonra daha da yabancı, daha da başka biri olmuş, inatçı keçiliği yapışıp kalmıştı alnındaki nişan gibi.
     – Yapma be ağabey?
     – Ne yapma?
     – Anlattıkların... Nutkum tutuldu valla!
     – Niye lan!
     – Çok dokunaklı.
     – E deneme işte.
     – Deneme mi?
     – Sen deneme dedin ama ben böyle bir şey denedim, beğenmedin mi?
     – Yuhh be ağabey, yuh sana!
     – Niye ki?
     – Gerçek sandım bir an, öyle bir anlattın ki, ağlayacaktım az kala!
     – Gerçek olmadığını nereden çıkardın ki?
     – Esah mı?
     – He esah, ama bi kısmı, bi kısmı da deneme, ya da deneysel; yersen...
     – Yedim gitti! ;)
     – E yarasın o zaman!
     – :D
     – Gülme, bak gülme dedim!
     – Peki :/
     – Aferin, adam ol! ;)



Cuma, Aralık 08, 2017

Oynamayana atarlar!

Oynamayana, oynamayan da atar. Tıpkı Fenerbahçe’nin yaptığı gibi oynamadan Bursaspor'u deplasmanda yendi. Bir penaltı ve gol, haydi hayırlı işler…
Oysa bu maç Bursaspor’un zirveye bir adım daha yaklaşması ve rakibini alta alması için büyük bir fırsattı. Maç Bursa’da, Timsah Arena’yı tıka basa doldurmuş taraftarının desteği arkanda ve sen mutlak kazanman gereken bu maçta, o kadar kötü o kadar kazanmaktan uzak oynuyorsun ki, 90+3 dakikalık maçta kaleyi tutan, Volkan’ı rahatsız eden sadece tek bir şut atabiliyorsun ve o da senin maç boyunca tek pozisyonun.

Kembo'nun 88. dakikadaki şutu olmasa sıfır pozisyonla tamamlayacaktı Bursaspor maçı ki, bence bu durumu her şeyi özetliyor!
Böyle bir maçı kazanabilir misin?
Belki şansla, e şansın da yoksa ve hakem de şöyle hafifçe konuk takımın adından, formasından korkup kritik kararları senin aleyhine veriyorsa, nasıl kazanacaksın ki?
Nitekim kazanamadın.
Bir penaltı ve 1-0 yeniksin.
Bu arada, aynı pozisyonda aynı hakem Bursaspor lehine aynı kararı verebilir miydi?
Sanmam...
Yenik duruma düşmüşsün, daha atak ve daha hızlı ve daha etkili oynaman gerek değil mi?
Evet ama, nerdeee o Bursaspor?
Le Guean oyuna John’u sokuyor, geberik John, bugüne kadar ne yapmış ki bu maçta takımına hayat versin? Nitekim o da sahada geberik arkadaşlarına ayak uyduruyor.
Belli ki, Fransız hoca stratejisini 0-0’a göre kurmuş. Aykut Kocaman da öyle ama hiç olmazsa onun anlaşılır bir mazereti var; deplasmanda oynuyor ve rakip Bursaspor.
Fenerbahçe, Bursaspor’un adından, taraftarından çekinmese, biraz daha üstüne gitse pozisyon bulacak. Çünkü kendisini hataya zorlayacak, baskı yapan, kazanmaya niyeti olmayan bir rakip var karşısında.
Maçın skorunu hakem Ali Palabayık’ın hassas tercihleri belirledi demek yanlış olmaz. Ama bu Bursaspor’un kötü oynadığı ve büyük bir avantajı kullanamadığı gerçeğini de değiştirmez.
Le Guean tıpkı Galatasaray maçında olduğu gibi, Fenerbahçe’ye de galibiyeti hediye etti.
Hiç olmazsa Galatasaray'a karşı ilk yarı iyidi, Fenerbahçe'ye karşı ise küllüm kötü!
Diyeceksiniz ki, “Fransız hoca mı çıkıp oynasın?”
Elbette o çıkıp oynamayacak ama bu takımı oynatacak taktiği o yapacak, futbolcularını kazanmaları için o hazırlayacak.
Yenilmemek için çıkan bir takımın kazanma şansının olmadığı futboldaki bu adı konmamış kural bir kez daha tecelli etti ve daha korkak olan kaybetti.
Ve anlaşıldı ki, Bursaspor zirvenin takımı da değil, adayı da…
İlk 10 ila ilk 5 arasında gider gelir. Muhtemelen yönetim de, “bizim derdimiz şampiyonluk adaylarıyla değil, çıkın oynayın ve orta sıralarda bir yer bulun, fazla arıza da çıkarmayın, düşme potasından uzakta olun” mantığıyla yaklaştıklarını anlamak için, İstanbul takımlarıyla oynadıkları maçları bakmak yeterli!
Yani bu sezon bu Bursaspor’dan bi cacık olmaz, belki ayran olur(!)

Cuma, Aralık 01, 2017

Eğer Ayla Oscar alamazsa…

Ayla filmini nihayet izledim.
Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin yabancı dilde verdiği Oscar’ın Türkiye’nin aday adayı…
Bugüne kadar Oscar’a aday olsun diye yolladığımız en iyi yapım olduğunun altını çizmek isterim.
Gerçekten de olmayan Türk sinemasının çok çok üzerinde bir prodüksiyon var ortada.
Konusunun gerçek ve Kore savaşını işleyen ilk film olması kuşkusuz gişedeki başarısının da karşılığı…
Oscar heykelciğini alarak tarihe geçeceğini umuyorum, alamasa bile en azından adaylık koparacak düzeyde bir iş Ayla!
İyi bir film…
Bakın “film” diyorum; gerçekten yaşanmış bir olayın yeniden kurgulanıp sinemaya aktarılması söz konusu. Gerçeğin bire bir aynısı olmasını beklemek, yok efendim tarihi gerçekleri anlatmıyormuş da, yok şöyle değil de böyleymiş gibi bir takım zırvalıklar filmin kalitesini de gişesini de etkilemiyor. Tekrar anımsatıyorum bu bir film…
Gerçek ise filmin sonunda perdeye yansıyor.
Filmin sonundaki bu olayı yazının sonunda anlatacam ama şimdi filmin beni rahatsız eden noktalarına değinmek istiyorum.
Yiğit Güralp’in senaryolaştırdığı gerçeklerden alıntılarla kurgulanmış öykünün filmini izlerken kaç kişi sorguladı bilmem ama ben şu soruyu yönelttim kendime: Bizim Kore’de ne işimiz vardı? Oraya yollanan askerimiz ne için öldü, kimin için sakat kaldı? Öykünün (ne kadar gerçek bilemiyorum) komünist karakteri Mesut Teğmen biraz sorgular gibi olsa da, bu yarayı pek kaşımak istememişler anlaşılan.
Bu film Oscar’dan iyi bir sonuç alacaksa (en azından adaylık için) kurgusunun yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle belgeselcilerin Güney Kore’ye gidiş gelişlerdeki gereksiz uzun ve sıkıcı sahneler kısaltılıp filmin ritmi artırılmalı. 
Japonya nire Kore nire?
Bir bakıyoruz ki, küçük Ayla’yı da alıp Süleyman Astsubay, Ali Astsubay ve Mesut Teğmen hop Tokyo’ya, yani Japonya’ya uçmuşlar. Sanırsınız ki, Tokyo-Seul git-gel 6 saat(!) Hem o kızı nasıl götürebilirsiniz ki ülke dışına, hemi de savaş ortamında? Filmin en gereksiz ve öyküye hizmet etmeyen sahnelerden biriydi Tokyo gezisi, filmin ruhuna da aykırı!
“OYUNCULARIN PERFORMANSLARI”
Gerçek Süleyman Astsubay’a benzemese de İsmail Hocaoğlu iyi iş çıkarmış. Yaşlılığını canlandıran Çetin Tekindor ise filmdeki en yanlış tercih olmuş. Ne Hocaoğlu’na benziyor, ne de gerçek Süleyman Dilbirliği’ne…. Üstelik Babam ve Oğlum’u akıllara getiriyordu ki, filmden çıkan birkaç kişiden, sırf bu tercih yüzünden (alakası olmamakla birlikte) “Sanki Babam ve Oğlum gibiydi” şeklinde konuşmalara kulak misafiri oldum. Ki, Çetin Tekindor’un kalitesine diyecek lafımız yok, fakat Babam ve Oğlum’un babası Hüseyin’i Ayla’da da hissetmek pek hoşumuza gitmedi.
Hele ki Tekindor’un ensesinin arkasına toplanmaya çalışılmış saçının kuyruğu ise o kadar sakil duruyordu ki, “keşke saçını at kuyruğu bırakıp o haliyle oynasaymış” diye aklımdan geçirdim.
Eğer yönetmen Can Ulkay’ın tercihi değilse, Leyla ile Mecnun dizisinde ki Mecnun tiplemesinden kurtulamamış Ali Atay ne yazık ki.
Genel olarak oyuncu performansları gayet başarılı. Murat Yıldırım, ki ben ondan böylesine bir performans beklemiyordum açıkçası, Teğmen Mesut’ta çizdiği komünist karakterle alkışı hak ediyor. Taner Birsel, Damla Sönmez Büşra Develi ve elbette ki, küçük Ayla’yı canlandıran Kim Saol… Koreli küçük yıldız muhteşemdi, filmin gerçek yıldızıydı!
Dediğim gibi, bu bir filmdi, sinema filmi; gerçeğin yeniden kurgulanıp 125 dakikada beyaz perdeye aktarılmasıyla ortaya çıkan sinemasal bir illüzyon.
Filmin sonunda, jenerik sağ tarafta akarken, perdenin sol tarafında da gerçek Süleyman ile gerçek Ayla’nın yıllar sonra gerçek buluşmaları yansımaya başladı beyaz perdeye.
Peki ne oldu dersiniz?
İzleyicilerin birçoğu ayaklandı ve bu gerçek sahneyi izleme zahmetinde bile bulunmadılar ki, beni en çok duygulandıran sahne, Seul’un Ankara adlı parkında, 2010’da yaşanmış olan bu gerçek sahneydi.  Filmin kurgulu anlatımında ağlayan ağladı, film bitti ve her şey koltukların altına atılan salya-sümüklü kâğıt mendillerde kaldı.
Keşke filmin sonuna, jenerikten önce, “Film bitmedi, biraz da gerçekleri izleyin” diye bir uyarı (yazılsaydı) yapılsaydı, çünkü ayaklanan aceleci izleyicilerin önümüzü kapatması yüzünden, gerçekleri tam olarak izleyemedik.
Üstte de ifade ettiğim gibi, Ayla her türlü ödülü hak ediyor. Oscar’ı aldı aldı, eğer Ayla alamazsa “Ben James Değilim” alacak demedi demeyin(!)

Tabi çekebilirsem… :)