Cumartesi, Mart 18, 2017

Erdoğan kaybedeceği yarışa girer mi?

3 Kasım 2002’den bu yana girdiği tüm seçimleri kazanmış, 15 yılda karşısına çıkmış, sadece karşısına çıkanı değil, yanında duranları bile tek tek bertaraf eyleyip aforoz etmiş bir fenomenden söz ediyoruz: Recep Tayyip Erdoğan

Seversiniz ya da sevmezsiniz, şöyle ya da böyle Erdoğan bir fenomendir. Mübalağa etmiyorum, durum saptaması yapıyorum; Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra bu coğrafyaya gelmiş en güçlü şahsiyetten söz ediyorum.

15 Yıl… (bunun belediye başkanlığı sürecini ise saymıyorum) 15 Yıl bir ülkenin başında olmak her babayiğidin harcı değil. Bakınız, başarılı olup olmaması da değil söz konusu. Mesele, bir toplumun büyük bir kesimini ikna etmek ve onların güvenini kazanıp, önce başbakan, sonra Cumhurbaşkanı olmak ve ardından da tüm kontrolü ele geçirmek için tek ve güçlülerin en güçlüsü olmak istemesi.
15 yıllık süre içinde şunu yaptı, bunu yaptı, yanlıştı doğruydu, tartışmanın anlamı yok. Bu toplumun çoğunluğu Recep Tayyip Erdoğan’dan memnun. Kalan yarısının memnun olmamasının bir hükmü yok, mevcut sistem içinde.

Şimdi önümüzde bir referandum var. Bir yanda Erdoğan’a tapan ve ne yaparsa yapsın kabullenen, sorgulama organlarını yitirmiş bir toplum; diğer tarafta ise ondan nefret eden ve bu coğrafyaya gelmiş bir bela, bir bölücü olarak gören, asıl amacının, Atatürk’ün kurulurken önderlik ettiği Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak olduğunu düşünen diğer kesim.

16 Nisan Pazar günü bu halk bir karar verecek, ya “evet” diyerek “sorgulanamaz, yargılanamaz, dokunulamaz” yetkilerle donatıp Tayyip Erdoğan’ı ölünceye kadar başımıza dikecek… Ya da, “hayır” diyerek, “Dur… Bu kadar yeter, 15 yıldır bu ülkeyi yönettin, bizi 15 Temmuz gibi bir felakete sürükledin. Bunca yıldır yapamadıklarını tek adam olduktan sonra yapacağına inanmıyoruz. Bu cumhuriyet kolay kurulmadı, sana da yıktırmayız!” diyecek.

Peki, 15 yılda girdiği her seçim yarışını kazanan Erdoğan gibi bir siyasetçi, kaybedeceğini bile bile bir yarışa girerek risk alır mı?

Her gazetede, her tv kanalında. yurt içinde ve yurt dışında kaybetmemek için her şeyi yapan ve yapmaya hazır olan Erdoğan riske girer mi sizce?

Bence girmez. Çünkü girerse biliyor ki hem kendisi bitecek, hem de etrafında onun tek adamlığından nemalanan güruh, yok olacak. 
Bu yok olma, ortalıktan çekilme, sessizliğe bürünme şeklinde olmaz elbet. Erdoğan kaybederse, bir çoğunun felaketi olacak. Çünkü bundan önce yaptıklarının bir bedeli olacağının farkında hepsi!

Aha buraya yazıyorum: Referanduma bir aydan az bir süre kaldı. Eğer Nisan'ın ilk haftasına kadar referandum iptal edilmezse bilin ki, Erdoğan "evet"leri garantilemiş demektir, gönül rahatlığı ile referanduma gider. Yok eğer "#hayır"ları geçemeyeceklerini anlarsa, ya son anda (tıpkı Hollanda olayı gibi) "evet"leri köpürtecek, (kimsenin beklemediği) son bir hamle daha yapacaktır. Ya da referandumu iptal ettirecektir.

Bence Erdoğan, kaybedeceği bir yarışa girmez.
Çünkü asla kumar oynamaz. Çünkü üst aklı onun kazanmasını istiyor.
Kim üst akıl?

Erdoğan'ın tek adam olması için kim ses etmiyor ve alttan alta (karşıymış gibi görünüp) ona akıl verip destek oluyorsa, üst akıl odur! 

Cuma, Mart 03, 2017

İbrahim Burkay ile ayaküstü…

 2009-2010 yılları arasındaydı sanırım, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO), “Marka Kent Bursa” projesi kapsamında “Hafta Sonu Bursa’ ya” adlı bir kampanya gerçekleştirmişti.
Bursa’nın tanıtımı ve kente yerli turist çekmek ve kent içi ticareti hareketlendirmek amacıyla özel hazırlanan bir otobüs çevre illeri tek tek dolaşıp Bursa’yı tanıtacaktı.
Kendi halkımıza Bursa’yı anlatmak fikri komik gelse de o dönem çok ciddi paralar harcanmış, ancak (tahminen) arzulanan sonuca ulaşılamamıştı.
Yine de niyet iyiydi de yöntem yanlıştı, diye düşünmüştüm o zaman…
O zamandan bu zamana Bursa da çok şey değişti, BTSO’nun algı, anlayış ve yöntemleri de…
Bursa sanayisi ve bu sanayinin öncü birlik kuruluşu Ticaret ve Sanayi Odası aktif olduğu ilk günlerinden bu yana kentin sadece ticari dinamiğine yön vermekle kalmadı, aynı zamanda sosyal ve kültürel alanda da katkılar sağlamaya çalıştı.
Ancak bu ne yazık ki gerçek anlamda bir “katkı” olma özelliğine haiz olmadı. Sadece “kültür ve sanata destek olduk mu, olduk” mantalitesinden öteye geçemedi.
Önceki akşam, Müstakil Sanayici İşadamları Derneği Bursa Şubesi (MÜSİAD)’ın bir süredir organize ettiği söyleşi etkinliklerinin son konuğu BTSO’nun dinamik başkanı İbrahim Burkay oldu.
BTSO olarak yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları çok önemli çalışmaları meslektaşlarına aktarma fırsatı buldu Burkay!

Anlattıkları zaten BTSO’nun doğası ve kuruluş amacına yönelik “yapması ve yapılması gereken elzem” çalışmalardı.
Benim merak ettiğim ise, 2009’da yapılmaya çalışılan ama yöntem ve içerik olarak yetersiz kalan “Marka Kent Bursa” projesinin kültür ve sanat, dolayısıyla sinema aracılığı ile daha etkili kullanılıp kullanılamayacağı, sorusuydu…
Soru-cevap faslında buna yönelik düşüncelerini merak etim Sn İbrahim Burkay’ın. Açıkçası soruma verdiği cevap, Bursa olanaklarıyla sanat ve sinema yapmaya çalışan bizleri bir hayli umutlandırdı.
(BTSO Başkanı İbrahim Burkay ile MUSİAD Bursa Şubesi'nde karşılaştık)
Kültüre ve sanata gereken ilgiyi gösteremediklerini, ancak BTSO olarak sanat ve kültürel projelere her türlü desteği vereceklerini ifade etti Burkay. Söyleşinin ardından da kendisiyle (ayak üstü de olsa) durumumuzu özetleme fırsatı da bulup, detayları konuşmak üzere randevu talep ettim, sağ olsun o da en kısa sürede görüşebileceklerini belirterek, projelerimizi merak ettiğini söyledi.
Projelerimiz elbette sinema filmleri üzerine. Bursa’da sinema filmleri çekmek, çekilen filmlerin ulusal ve uluslararası festivallerine katılımını sağlayıp, Bursa’nın ‘Marka Değeri’ni artırmak.
Marka değeri nedir?
Eğer işin ticari boyutuna bakarsanız, ortaya çıkardığınız ürünün tanınıp, bilinmesi, o ürünün son kullanıcı tarafından talep edilmesi sonucu şeklinde açıklanabilir!
Eğer, ürettiğiniz mal, mahsul veya malzeme eğer marka mertebesine erişemiyorsa pazarı da yakalayamıyorsunuz, demektir!  
Sadece tanınıp bilinmek yetmez bu noktada, markanızın altını/içini de doldurmanız gerekir. Kalite, çekicilik ve maksimim fayda, burada büyük önem arz etmektedir.
Peki bir kent nasıl marka olur?
Elbette, doğal ve tarihi özellikleri, kültürel zenginlikleriyle…
Bunlar varsa şanslısınız, yoksa eğer tıpkı Amerika’nın yaptığı gibi, kendi markalarınızı kendiniz yaratır, bunları cilalar ve dünyaya satarsınız!
İstanbul bir marka kenttir mesela…Tartışmaya bile gerek yoktur.
New York öyle, Paris, Viyana, Madrid, Barcelona, Sidney, Tokyo, Shangay, Roma, Venedik Dünya’ca bilinen marka kentler sıralamasında üstlerde yer alan kentlerdir.
Bu sıralamada ne yazık ki Bursa’yı üst sıralarda göremiyoruz. Değil dünya klasmanında, Türkiye sıralamasında bile Bursa görmek istediğimiz yerde değil.
Ki, Bursa Türkiye’nin dördüncü büyük kenti, sanayisi, doğası tarihi ve öz değerleriyle, salt Türkiye değil bence dünya klasmanında bile üst seviyelerde yer alması gereken çok önemli potansiyeli barındıran bir kent olduğunu düşünüyorum.
Siz kentin tarihi dokusunu, hanları hamamları onararak tekrar kazanabilir, kendi tramvayınızı üretebilir, kayak merkezlerini sahil kasabalarını düzenleyebilirsiniz. Bunları zaten kendi halkınız, yurttaşınız için yapmak zorundasınız, bu sizin görevinizdir.
Ancak, bu yaptıklarınızı farklı kültürlere aktarmanın, başka halklara anlatmanın en kestirme yolu sanattır ve elbette sinemadır.
Kentinizde öyle bir film çekersiniz ki, milyonlarca lira harcayarak yapmaya çalıştığınız tanıtımınızı bir anda tüm dünyaya ulaşarak başarabilirsiniz.
Bugün Amerika’yı Amerika yapan en güçlü yöntem sinemadır.
Amerika olmayan ya da sonradan uydurulan kültürünü sanatla dünyaya aktarır; müzikle, sinemayla…
Sever ya da sevmezsiniz, ayrı meseledir ama Amerika önce kültürünü, sonra da markalarını satar dünyaya.
Bunun en pratik, en etkili yolu yordamı sinemadır, televizyondur, müziktir; yani sanattır!
Bu vizyonun BTSO başkanı İbrahim Burkay’da olduğunu görüyorum. Bursa’daki, kültürel ve sanatsal anlamdaki eksikliğini görüyor ve sinema ile neler yapılabileceğinin farkında.
Bundan sonra yapılacak tek bir şey kalıyor; Bursa’da sinema filmlerinin çekilmesinin önünü açmak, Bursa’nın “doğal plato” dokusunu dünyaya pazarlamak!
Bursa’da bu potansiyel var.
Marifet bu potansiyeli ortaya çıkarıp işlemek.