Pazartesi, Aralık 21, 2020

İsa ile Sokrates aynı kişi mi?


Uzun zamandır kafamı kurcalıyor bu soru, İsa ve Sokrates, Sokrates ve İsa…

Acaba aynı kışı olabilir mi?

Yani aynı kişi derken, karakter anlamında, biri gerçek, diğeri o gerçekliğin üzerine kurulmuş, hayali, hayali olduğu kadar da uhrevi bir “gerçeküstü” karakter…

Bu yazımda gündemin dışına çıkıp çok ama çok dışına, biraz da geçmişe, çook ama çok geçmişe gidip, uzun zamandır kafamı kurcalayan bir konuya değinmek istiyorum…

Malum, pandemik koşullar, ekonomik ve siyasi sorunlar, kaotik ortam, her Allah'ın günü ayrı bir tartışma, ayrı bir sinir bozucu olay var, hem ülkemizde he de dünyada…

Oysa şöyle kenara çekilip düşündüğümüzde, yani düşünebilen insanlar için özelikle vurgulamak istiyorum bu kısmı, düşünmek, şöyle elimizi çenemizin altına koyup sorgulamak, yaşadığımız şu günleri, tanık olduğumuz şu dünyayı, şu anı…

Ve “neden?” diye sorduğumuzda, bir türlü anlam veremediğimiz o kadar çok soruyla karşılaşıyoruz ki…

 “Neden, neyi paylaşamıyoruz?” sorusu yanıtsız kalıyor…

10, bilemediniz, 15-20 yıl ömürleri kalmış insanların doymamaları, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamalarına ve geleceğimize etki ederek sadece kendi çıkar ve menfaatlerini düşünmelerine anlam veremiyor insan!

Oysa kimler geldi kimler geçti şu dünyadan, ne imparatorlar, ne krallar, ne filozoflar, sanatçılar, ne köylüler, işçiler, köleler, efendiler yaşadı, ama hiç biri yok artık ve 150-200 yıl sonra bugüne dönüp baktıklarında, bir çoğumuzun adı bile anılmayacak, var mıydık, yok muyduk bilinmeyecek. Sadece iz bırakanlar anımsanacak, tarih kitapları yazacak çok azımızı, iyi ya da kötü…

İyi ya da kötü…

Evet evet, iyi ya da kötü…

Kimimiz iyilerin yanında yer alacak, kimiz de farkında olmadan kötülere hizmet etmiş olacağız ama tarih her seferinde en tepedeki iyiyi ve en berbat, en kötüyü yazacak…

Bütün mesele sen hangi tarafta olduğunun farkında mısın, değil misin?

Tarih bugünü de yazacak, geçen seneyi de yazdı, 10 yıl, 100 yıl, bin ve hatta 2 bin yıl öncesini de.

Geçmişte yaşananların yazıldığı tarihi bilgilerin ne kadarı gerçek ne kadarı uydurma?

Tarih, Sokrates’i yazıyor mesela…

Ama İsa’yı yazmıyor…

Sokrates bir filozof, İsa ise bir peygamber…

Gerçekten böyle mi?

Hıristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu, hatta direkt tanrı olarak görüyorlar…

Bense ikisinin (yani Sokrates ve İsa’nın) yaşantılarını okuduğumda, inanılmaz benzerlikler taşıdığını gördüm ve kafamda şu soru oluştu: acaba İsa ile Sokrates, Sokrates ile İsa aynı kişi olabilir mi?

Biri gerçekten yaşamış, diğer ise onun başından geçenlerden etkilenen birileri tarafından uydurulmuş, hiç var olmamış bir karakter!

Efsane…

Mesela Hz Muhammed ile ilgili bir takım tarihi kaynaklardan aktarılan bilgiler var ama Hz İsa ile ilgili dini kaynaklar dışında somut hiç bir kaynak yok. Hz Musa ve Hz İbrahim ile ilgili de dini kaynaklar dışında hiç bir bilgi yok…

Ama Sokrates hakkında çok bilgi var. Öyle ki Sokrat, Milattan yani İsa’nın doğumundan, yani miladi takvimin başlamasından tam 469 yıl önce yaşamış ve MÖ’den 399 yılında da ölmüş.

Anlayacağınız Sokrat diye biri ne zaman doğmuş ne zaman ölmüş, biliniyor. Hz Muhammed de öyle…

Doğum tarihi ve ölüm tarihi belli…

Fakat İsa yok! Kesin olarak hangi tarihte doğduğu ve hangi tarihte öldüğüne dair ne antik, ne de arkeolojik hiçbir veri yok, bilinmiyor…

Sadece MÖ’den 4’de doğduğu, MsS’den 30 ya da 33’de öldüğü söyleniyor, o da dini kaynaklarca…

Peki İsa ile Sokrates’in aynı kişi olabileceği fikrine nereden kapıldım?

Çünkü ikisinin yaşadıkları neredeyse aynı…

Mesela Sokrates Antik Yunan’da filozof ve Heykeltıraş Sophroniskos'un ve ebe Fenarete'nin oğludur. Yunan Felsefesi'nin kurucularındandır.

İsa ise babasız olarak Hz Meryem tarafından dünyaya getirildiğini yazar kutsal kitaplar ve mesleği de marangozluktur.

Sokrat, kendi dönemi olan Antik Yunan’da mevcut sistemin yanlışlarını sıklıkla dile getiren, günümüzde olsa meczup, deli diye tanımlanacak biridir. 

Ksanthippi adlı kadınla evlenip 3 de oğlu olmuştur.

Hz İsa ise Mecdelli Meryem’le evli olduğu yönünde bir takım söylentiler var. Ama tıpkı diğer bilgiler gibi bu da hiçbir somut kaynağa dayanmamaktadır. İsa’dan 450 yıl önce yaşamış Sokrat hakkında her türlü kaynak bilgi var ama İsa hakkında kesin bir bilgi olmaması kafa karıştırıcı. Öyle ki Sokrates’in tipi bile kaynaklara girmiş, öğrencileri Platon ve Ksenophon’un çizdiği portreye göre basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı ve göbeklidir.

Peki ya İsa? Sadece asırlar sonra birileri tarafından tasvir edilen resimlerdeki çizimlerle bir figür ortaya çıkıyor, o kadar!

Sokrates, kentin (Antik Yunanlıların) inandığı tanrılara inanmamakla ve gençleri yoldan çıkarmakla suçlanmıştı.

İsa da dönemin Yahudi din adamlarının inançlarına karşı geldiği, toplumu onlara karşı kışkırttığı, mevcut inançları sorguladığı ve düzeni bozduğu için suçlanmıştı.

Sokrates, yalınayak tüm Yunanistan’ı dolaşarak, etrafına topladığı gençlerle birlikte fikirlerini anlatmaya kalkışmış…

İsa da tüm Kenan diyarını (bugünkü İsrail, Filistin, Lübnan’ın bulunduğu bölge) dolaşarak toplumdaki yozlaşmayı, mevcut sistemin yanlışlarını, tıpkı Sokrates gibi etrafına topladığı gençlerle (havarilerle) birlikte anlatmış…

Sokrates’in bu tutumu dönemin Antik Yunan yönetimini rahatsız etmiş ve yakalanıp yargılanmış.

İsa’nın yaptıkları da mevcut Yahudi cemaatinin üst düzey din adamlarını rahatsız etmiş ve dönemim hakim gücü Romalılar tarafından yakalanıp Yahudi cemaati tarafından yargılanmış.

Sokrat kendisini yargılayanlara hiç direnmemiş.

İsa da kendisini yargılayanlara karşı hiç direnmemiş.

Sokrates baldıran zehri ile ölüm cezasına çarptırılmış ve buna hiç itiraz etmeyerek, zehri içip yaşamına son vermiş.

Hz İsa kendisi hakkında verilen çarmıha gerilerek ölüm cezasına direnmemiş, kendi rızasıyla, tıpkı Sokrates gibi ölüme razı olmuş.

Sokrates geriye hiçbir yazılı metin bırakmamış.

Hz İsa’da ardında hiçbir yazılı metin bırakmamış.

Socrates’in başından geçenleri, yaşamı ve düşünceleri ile ilgili bilgileri öğrencileri Aristophanes,  Platon ve Ksenophon yeni nesillere aktardı. Sokrates’in ölümünden on beş yıl sonra dünyaya gelen Aristoteles ‘in dolaylı anlatımlarıyla günümüze ulaşmış oldu.

İsa’nın ölümünden sonra başından geçenleri, tıpkı Sokrates’te olduğu gibi etrafına toplanan gençlerden yani 12 havariden biri olan Petrus aktarmış.

Sokrat’ın ardından Platon ve Aristoteles’in yazılı metinler bırakmalarına rağmen, yaşandığı rivayet edilen İsa olayından 399 yıl sonra yazılı bir kaynak olmaması kafa karıştırıcı bir başka unsur olarak karşımıza çıkıyor.

İşte tüm bunları yan yana koyup ortak noktaları birleştirince, sanki İsa’nın, Sokrates’in yaşadıklarından uydurulmuş hayali bir karakter olduğu izlenimi uyandırıyor bende.

Sizce de Sokrates'i ile İsa aynı kişi olabilir mi?

Ne dersiniz?

Karar sizin…

İsa ve Sokrates, Sokrates ve İsa..

Özellikle dinler konusunda

“Bildiğimiz hiçbir şey bildiğimiz gibi değil…”

Öyle değil mi?

@SuatOktySnck


YAZININ VİDEOSUNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN: 

Demek neymiş, gençlere güvenmek gerekirmiş…

Türk futbolunda Bursaspor gerçeği konuşuluyor…

Yani Bursaspor gerçeği derken, altyapı potansiyelinden söz ediyorum.

Daha önceki yazılarımda bu konuya değinmiştim ama bir kez daha anımsatmak istiyorum:

Geçen sezon bu gençlere şans verilseydi şu an Bursaspor ligin tozunu attırıyor olurdu.

Önceki başkan Mesut Mestan’nın beceriksizliği mi, yoksa basiretsizliği mi, ne derseniz deyin, bu gençlerin önü bir yıl gecikmeyle açıldı… 

Gerçi kulüpte para olsa, transfer tahtası açılsa belki yine gençlere güvenilmeyecekti, bu durum belki “eli mahkum” ortaya çıkmış olsa da, “buna da şükür” diyerek, Bursaspor’un altyapı hazinesi, altyapı gücü vizyona çıktı ve izleyenlere parmak ısırtıyor. Muhtemelen bu çocukları ligin ikinci yarısında özgüveni ve uyumları artmış vaziyette, daha üst düzeyde görebilir, hatta şansları yaver giderse Süper Lig’e bile takımı taşıyabilirler. 

Samsunspor maçında hem kaleci Ataberk’in gününde olması hem de hırslarıyla elde ettikleri galibiyetlerini kupada Süper Lig takımı Göztepe’yi deplasmanda inanılmaz bir skorla eleyerek taçlandırdılar. 

Ama takımda savunma zafiyeti sezon başından bu yana ciddi anlamda sırıtıyor. Nitekim 5 gol atmalarına rağmen İzmir’de yedikleri 4 gol ve son İstanbulspor maçında elde edilen 3-3’lik sonuçla kalemizde gördüğümüz 3 gol savunmada işlerin iyi gitmediğini bir kez daha ortaya koydu. Öyle ki yediğimiz ilk gol resmen evlere şenlik. 2. gol ise Samsun maçında devleşen kaleci Ataberk’e yakışmayacak basitlikte bir goldü.

3. gole yapabilecek bir şey yoktu zira top çıkarılmayacak açıdan girdi.

3-0 olunca birçok kişi televizyonlarını kapatıp umudu kesmişti. 

İlk 10 dakikada skor 2-0 olduktan sonra sosyal medyadan aynen şöyle yazdım:

“İstanbulspor iki kez geldi 10 dk'da 2-0 oldu. Buradan maç döner mi? Döner ama bu savunmayla zor. Gençlere ağabeylik yapacak, savunmayı toparlayacak deneyimli takım içi lider eksikliği çok bariz. Fark yer miyiz, toparlar mıyız,  bakalım gençler ne yapacak?” 

Nitekim dediğim gibi oldu, ikinci yarı fark 3’e çıktı ama enteresan şekilde gençlerin umut veren bir mücadelesi vardı. Hakemin görmediği ya da vermediği iki, en az bir penaltısı ve peş peşe attığımız 3 gol, gençlere güvenmek gerektiğini, hepsinin birer cevher olduğunu gösterdi tüm Türkiye’ye…

Maçtan sonra sosyal medya hesabımdan ise şöyle yazdım: 3-0'dan 3-3, bir de en az bir penaltımız verilmedi, müthiş bir performans. Bu takımın savunması güçlense, savunması otursa, ah otursa, izlenmeye doyulmaz... 

Evet; savunmamız güçlense, takıma usta ayak bir ağabey, bir tecrübe eklense -ama takımın ahengini kolej havasını bozmayacak biri olmalı- Süper Lig’e çıkması işten bile değil…

Yoksa, Süper Lig’e çıktıktan sonra gençleri heba edip, tekrar düştükten sonra çıksan ne olur çıkmasan ne… 

Fakat esas marifet Süper Lig’e çıkmak değil, orada kalıcı olmak, bu altyapı potansiyelini kullanıp yeni yetenekleri Türk Futbolu’na kazandırarak başarılar elde etmek olmalı.

İşte burada sisten kurmak çok önemli…

Kuracağınız sistem oturduktan sonra kazanan hep siz olursunuz…

Kazanç ise bazen kupalar, bazen maddi olabilir ama daima geleceği kazanırsınız.

Yetiştirdiğiniz her yetenek en büyük kazancınız olur.

Bu potansiyel Bursa’da hep vardı ama basiretsiz yöneticiler bunu görmedi ya da görmek istemedi…

Mevcut Erkan Kamat yönetimi ise hazıra konduğu potansiyeli, sistemi kurarsa Bursaspor uzun yıllar geleceğini de garanti altına almış olur.

Bunu yapmak zor mu?

Değil…

Ama kolay da değil…

Yapılması gereken, plan program ve aklı kullanmak…

İşte hem kolay, hem de zor olan bu…

Akıl bedava, kullanmak ise marifet ister… 

@SuatOktySnck


Cumartesi, Kasım 14, 2020

Bir başkadır bu dizi…

Uzun zamandır yerli dizi film izlemiyordum...

"Bir Başkadır" dizisini izledim...

Evet bu dizi bir başka, güzel ve bir başka özel, bambaşka...

Yani özel derken, normal kanallarda yayınlanan dizilerin çok çok ötesinde...

Dedim ya Adı "Bir Başkadır" Netflix'te yayınlanıyor. 

Netflix'te daha önce yayınlanan yerli dizilerle karıştırılmamasını önemle istirham ediyorum...

Yönetmenler genelde başka yönetmenlerin işleri hakkında konuşmazlar yazmazlar, hele güzel iş oldu mu, gık demezler...

Sadece yönetmenler de değil oyuncular da öyle...

Mesela oyuncu Nihal Yalçın, ki benim de çok yetenekli bulduğum özel bir oyuncudur kendisi, sosyal medyada diziye ve oyunculuklarını beğenip övgü dolu yorum yazanlara twitter hesabından çemkirmiş...

Sanki kıskanmış mı ne, oysa o karakteri o da canlandırmış olsaydı en az Öykü kadar başarılı olacağından kuşkum yok. Zaten insanların Öykü'yü övmelerinin nedenini ondan böylesine bir performans beklemiyor olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.

Yani anlayacağınız @NiyalApla gereksiz şekilde duyar kasmış(!) 

Neyse ben o bildiğiniz yönetmenlerden değilim, çünkü bende, yani serde gazetecilik de var, özüm gazeteci, sonra yazar ve yönetmen, arada bir bazı bazı oyunculuk...

Güzel işleri alkışlamayı, övmeyi ve önermeyi severim, beğenmediğim işleri de eleştiririm...

"Bir Başkadır" dizi filmi, 8 bölümden oluşuyor ve toplam 385 dakika...

Formatı dizi film ama sizi temin ederim ki, gerçek bir sinema şöleni sunuyor...

Görüntüleriyle, oyunculuğu ile senaryosu ve yönetimiyle, sanırım Türk dizi tarihin en çarpıcı yapımlarından biri...

Diziyi izlemeyi az önce tamamladım ve bu satırları sıcağı sıcağına kaleme aldım ki, bir şey atlamayayım...

Projenin, yani "Bir Başkadır"ın yaratıcısı, yazarı ve yönetmeni Berkun Oya...

Berkun Oya'dan söz etmeden önce "Bir Başkadır" başlığını görünce, adının neden başka bir şey olmadığını sorguladım her bölümü geçerken, başlığı gördüğümde "neden bir başkadır?" diye sordum...

İsmini beğenmemiştim. Sonunda üç nokta da yoktu. Sadece "Bir Başkadır" o kadar yani, sonuna üç nokta konsa, bir yere bağlayacam başlığı ama, yok bir türlü başlığı bir yere oturtamadım, 8. Bölüm tamamlandığında neden "bir başkadır" olduğunu anladım, ya da bana öyle geldi.

Ne anladığımı yazının sonunda anlatacam ama şimdi sıra Berkun Oya'dan söz etmeye geldi.

Berkun, hemşerim, Bursalı...

Aman ha, bu satırları hemşerim olduğu için yazdığımı sanmasın kimse, öyle hak etmeyen kimseyi bol keseden övmem, babamın oğlu olsa hava cıva, övgünün hak edilmesi gerektiğine inanlardanım.

Berkun Oya da bu övgüyü sapına kadar hak ediyor.

Berkun ile hayatımda hiç karşılaşmadım. Tanımam etmem... Ama rahmetli dayısı Nevzat Sevinç'i yakından tanıdım, gazetecilik yaptığım yıllarda Bursaspor'da yöneticilik yapmıştı. Geçtiğimiz yıllarda kanserden kaybettik Nevzat abiyi, Allah rahmet eylesin...

Berkun Oya'yı ilk defa, 2003'te CNN Türk'te Defakto, 2005'te ise NTV'de Infoman adlı programlarda görmüştüm.

Daha sonra adını, ilk ve tek uzun metraj filmi olan "İyi Seneler Londra"yı çektiğinde tekrar duydum ve o filmle Ali Atay'ı sektöre kazandırdı...

O projeden sonra Blue TV için Masum dizisinin senaryosunu yazdı.

Elbette arada birçok dizi için senaryolar kaleme aldı ve son işi de "Bir Başkadır" oldu...

İyi ki de olmuş...

Dediğim gibi, dizi çok iyi, yani iyi derken aslında "iyi" tanımlaması izafi, yani göreceli bir tanım, bana göre iyi...

Peki neden iyi, ya da neden çok çok iyi ve etkili?

Üstte de vurguladım; bir kere standartların üstünde bir çalışma.

Standart derken elbette yerli diziler arasındaki standart...

İçerik anlamında, yoksa teknik ve görsel açısından dünya örneklerinden aşağı kalır tarafı yok.

Peki ne anlatıyor?

Bizi anlatıyor...

Biraz beni, biraz seni, biraz Etiler'i, Nişantaşı'nı, biraz Esenler'i, Sultanbeyli'yi, Cihangir'i, ülkemizde ki varoşların dünyasını, Türkiye gerçeklerinden kopuk insanları, biraz o insanlara yamanmış, toplumun ikinci, üçüncü, hatta dördüncü sınıf insanlar arasındaki etkileşimi...

Diziyi anlatmayacağım, yani spoiler yok, sadece gerçekler var; Türkiye'nin yozlaşmış bireylerin nasıl bir birbirlerinden koptuğunu, koparıldığını, aralarında ne kadar kalın duvarlar olduğunu, değişik ve basit metaforlarla ekrana aktarmış Berkun Oya...

Müzikleriyle sanki 70'li yıllardan kalma bir Yeşilçam filmi izliyormuş hissi uyandırmıyor da değil...

Karakterler çok gerçekçi, belli ki Berkun Oya uzun bir ön çalışma yapmış ekibiyle ve ortaya şahane bir Türkiye portresi çıkmış...

Türkiye portresi demem iddialı bir tanım olabilir, farkındayım ama filmdeki karakterlerle ben hemen her gün karşılaşıyorum.

Portrede elbet eksikler var ama unutmayalım ki bu bir film, yani gerçeklerin kurgulanmış hali...

İstanbul'da Cine5'te çalıştığım yıllarda, şirketimiz Maslak'taydı. Bazen iş çıkışı, şirketin servisiyle eve giderdim ve servisimiz, Maslak'ın arkasına girdiğinde bambaşka bir dünyaya geçmiş olurduk. Önde Maslak'ın görkemli gökdelenleri, hemen arkasında gecekondu mahalleleri...

Gece ile gündüz gibi iki farkı dünya, sırt sırta... Ya da iki farklı paralel evren gibi...

Dedim ya oyunculuklar çok başarılı diye; özellikle Öykü Karayel, Meryem tiplemesiyle tek kelimeyle döktürmüş...

Meryem karakterini izlerken kullandığı şive nedeniyle biraz Ercan Kesal'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminde canlandırdığı Muhtar karakterini anımsamadım değil ama sırf bu benzerlik yüzünden kalkıp Öykü'yü ya da Berkun Oya'yı eleştirmek haksızlık olur.

Böyle bir tiplemeyi Öykü mü önerdi, yoksa Berkun'un tercihi mi bilemiyorum ama bence gayet başarılı olmuş...

Tabi Öykü Karayel hak ettiği övgüyü ziyadesiyle alıyor, en az Öykü kadar başarılı Psikiyatr Peri'ye hayat veren Defne Kayalar'ı da vurgulamak isterim. Defne Kayalar'ın performansını es geçmemek lazım. Ve elbet Funda Eryiğit ve Fatih Artman...

Her ne kadar bazen bana Behzat Ç'deki tiplemesini anımsatsa da (muhtemelen kullandığı şiveden dolayı olsa gerek) Fatih, bazı bölümlerde de kendi standartlarının çok üzerine çıkıyor.

Satter Tanrıöven, Bige Önal, Alican Yücesoy, Tülin Özen, Nesrin Cavadzade, Gökhan Yıkılkan, performanslarıyla yapılan işin kalitesine varlıklarıyla kalite katıyorlar.
E peki dizide beni rahatsız edecek hiç mi sıkıntılı kısım yoktu?

Olmaz olur mu?

Ama sorunlu yerler, etkili yerler arasında kaynayıp gidiyor...

Mesela Peri'nin psikiyatr arkadaşı Tülin Özen'in canlandırdığı Gülbin'in spastik kardeşi ki (Öner Erkan canlandırıyor) konunun geneline çok da hizmet etmiyordu. Olmasa da olurmuş, dedim kendi kendime...

Satter Tanrıöven'in canlandırdığı Ali Sadi Hoca'nın ise ne hocası olduğunu anlayamıyoruz. Cami hocası mı, dergah hocası mı, cemaat mi, tarikat mı, ne hocası, belli değil.

Belki yönetmenin bilinçli tercihi de olabilir ama yine de izlerken kafama takılmıştı.

İşte böyle bir başkadır benim memleketim...

Evet, dizinin adının "Bir Başkadır" dendikten sonra arkasından gelecek bu olmalı "Bir Başkadır Benim Memleketim"

Ve belki son bölümün finalinde Ayten Alpman'ın bu şarkısıyla güzel bir bağlantı yapılabilirdi.

En azından ben böyle bir şeyi bekledim, bazı bölümlerin sonunda Ferdi Özbeğen'in görüntüsü ve şarkılarına yer verilmiş, finalde de 70'li, 80'li yıllarda çekilmiş İstanbul görüntüleri aktı...

Pek ala Ayten Alpman'ın "Bir Başkadır Benim Memleketim" şarkısıyla, dizinin adının neden bir başkadır olduğu da anlaşılmış olurdu.


Çünkü diziyi izledikten sonra ben, "farkında değiliz ama bir başkadır benim memleketim" dedim.

Başı açık ya da türbanlısıyla, enteliyle, lezbiyeniyle, hovardasıyla, serserisiyle, sağcısıyla, solcusuyla, Laz'ıyla Kürd'üyle, hacısıyla hocasıyla, dindarı ya da ateistiyle, hamalıyla, işçi ya da memuruyla, gündelikçi kadınıyla Türkiyemiz bir başkadır, öyle başkadır ki... Değerini bilmediğimiz, ayrıştığımız, ayrıştırıldığımız güzel ve bir o kadar da ziyan ettiğimiz Atamızdan emanet vatanımız... 

                         YAZININ VİDEOSUNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN: 



@SuatOktySnck 

Perşembe, Kasım 05, 2020

Bursaspor altyapı madeni cevher kaynıyor…

Bursaspor altyapısı, Türkiye’nin tartışmasız en üretken ve en başarılı futbol altyapısına sahip…

Bu sadece bugün için geçerli değil, neredeyse kulüp kurulduğu günden bu yana böyleydi…

Sayısız isim yetişti, Türk futboluna hizmet etti…

Hangi birini saysam, Sedat 3’ler, Semihler, Yalçınlar, Faruk’lar, Ahmet Suphi, Ali Nail, Sercan, Volkan, Ozan, Serdar ve nihayet Burak, Ali Akman ve diğerleri…

Ziraat Türkiye Kupası’nda Karşıyaka ile oynan ve 1-1’in sonunda penaltılarla kazanılan maçta da görüldü ki altyapı arı kovanı gibi sürekli oyuncu yetiştiriyor.

Öyle ki, Teknik Direktör Mustafa Er, gençlerin de gençleriyle kadroyu oluşturmuş.

Belki yenilebilir ve hatta elenebilirdi de takım, ama bireysel yeteneklerden çok Karşıyaka karşısında takım gibi oynamaları beni etkiledi.

Bakın "takım" diyorum, takım gibi oynamak…

Belli ki bu maçta bu kadro ilk defa(resmi bir maçta) bir arada oynuyordu ama hiç sırıtmadı.

Takım olmak işte bu raddede çok önemli…

Sonra, heba edilen geçen sezon aklıma geldi.

Onca paraya onca gereksiz transfer yapmak yerine daha geçen sezon bu gençlere yatırım yapılsaydı, şans verilseydi şimdi uyumu ve özgüvenini yakalayan bu kadro neler yapmazdı varın siz düşünün…

Kendimden bilirim; basketbol oynadığım yıllarda hocamın bana güvendiğini hissettiğim zaman performansım iki katına çıkardı.

İşte bu gençler de öyle; kendisine güvenen ve inanan bir camiayı ve özellikle taraftarı yanlarında hissettikleri an, önlerinde kimse duramaz…

Bursaspor’un 2. Lig takımı Hasan Bora yönetiminde böyle bir başarı kazanmış, o dönemin 1. Ligine 2. Lig şampiyonu olarak çıkma hakkını elde etmiş, ama statü gereği, bir kulübün aynı ligde iki takımı olamayacağı için o kadro dağılmıştı…

Dedim ya Bursaspor’un altyapısı arı kovanı gibi, sürekli yetenek çıkardı…

O madenden çıkan cevherlerle örülen kadro 2009-2010 sezonunda Süper Lig şampiyonluğu kazanmıştı.

Bas bas bağırmamıza, defalarca haykırmamıza rağmen sesimizi duymayan, kendi cevherlerinin kıymetini bilmeyen önceki yönetimlerin iş bilmeyen, beceriksiz yöneticileri, plansız ve programsız çalışmalara kulübü borç batağına sokarak çekip gittiler.

Bursaspor’u da alt liglere mahkum ettiler…

Ama hiçbir şey için geç değil…

Bu kadroya güvenen yönetim ve teknik ekip, belki bu sezon olmayabilir ama önümüzdeki sezon ait olduğu yer olan Süper Lig’e çıkabilir.

Gerçi marifet Süper Lige çıkmak değil, orada kalıcı olmak ve geçmişte yapılan hatalarda ders çıkartarak, altyapıdaki madenden cevherleri işleyerek Türk futboluna kazandırmak.

Bunun hem Bursaspor, hem de Türk futbolu için ne kadar büyük bir nimet olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Çünkü mal(!) meydanda…

Bu çocukları alkışlayıp destekledikçe, onlar da bu desteğin karşılığını vermeye hazırlar. Karşıyaka maçı bunu gösterdi…

Bu çocukları yetiştiren tüm alt yapı hocalarını kutluyorum.

Erkan Kamat yönetimini de altyapı madeninin kıymetini bilmelerini salık veriyorum.

@SuatOktySnck 

Cuma, Ekim 09, 2020

Bursa BŞ ve Osmangazi Belediyeleri’nin dikkatine!


Bu fırsatı kaçırmayın!

Ne fırsatı?

Bursa’yı farklı kılma, fark yaratma fırsatı…

“Yahu bu pandemi döneminde, onca sorun ve sıkıntı varken, başka işin mi yok kardeşim!” diyenler olabilir, ama olsun ben bir Bursa sevdalısı, bir kentli ve eli kalem tutan, düşünebilen, düşündüğünü yazan ve söyleyen biri olarak, bunu da söylemeyi kendime görev addediyorum!

Biliyorsunuz, Osmangazi Belediyesi’nin yanında, Hotel Almira’nın karşısında, Osmangazi Metro İstasyonu’nun hemen dibine Osmangazi Belediyesi bir meydan yapıyor.  

Pandemi münasebeti ve malum kriz nedeniyle de inşaatı ağır aksak ilerliyor.

Her akşam eve giderken yolumun üzeri olduğu için o inşaatı görüyorum ve üzülüyorum.

Bakın, bu fırsatı Kent Meydanı yapılırken Bursa kaçırdı. Kent Meydanı ile metro istasyonuna pekala alttan bir bağlantı yapılıp ana istasyon Kent Meydanı ile bütünleşik olabilir,  aktarmasız, kesintisiz T2 hattı inşa edilebilirdi…

Olmadı, oldurulamadı.

Belki ekonomik belki de plansız ve hesapsız hareket edildiği için gerçekleşmedi…

Eski belediye başkanlarımızdan Erdem Saker, www.bursa.com sitesinde kaleme aldığı konuyla ilgili yazısında, "Yapılan ihale içinde sistem uygulamaya sokulurken, Osmangazi İstasyonu’nda, İstanbul yolu hattında, Kent Meydanı altından geçecek tünelin ağzı da oluşturuldu. Daha sonraki yıllardaki gelişmeler, gerek yol üzerinde oluşan yeni yerleşimler, gerekse Terminal ve DOSAB oluşumları, Demirtaş’taki büyüme ve artan nüfus, projenin kuzey ayağının da uygulamaya alınması zamanının geldiğini gösteriyordu. Ancak Büyükşehir Belediyesi bu projeyi dikkate almadan, T2 tramvay hattına başlama kararı aldı ve ihale işlemlerini tamamlayarak inşaata başladı. O günlerde belediyenin bu kararı veren yetkililerine, İstanbul yoluna ait HRS hattının uygulama projelerinin belediye arşivinde olduğunu, tramvayın artarak oluşacak yolcu yükünü taşıyamayacağını aktardım, herhalde hafif raylı sistemin maliyetinin yüksek olacağı görüşüyle, önerim dikkate alınmadı" şeklinde, sitemini belirtmiş.

Artık bu saatten sonra dönüşü olmayan yola girilmiş.  

Ama hiç olmazsa görüntüyü kurtarma açısından bir fırsat daha var… Her ne kadar, bir önceki proje gibi işlevsel olmasa da, Osmangazi İstasyonu’nun dibine yapılan Osmangazi Meydanı’ndan istasyona alttan ya da açıktan direkt bir geçiş yapılabilir.

Geç değil, bu müdahale hem parkın işlevini artırmış olacak, hem de istasyonun, sadece istasyon değil, civarının da görünümünü “çağdaş” bir şekle büründürecek…

Bunun için Büyükşehir Belediyesi ile Osmangazi Belediyesi birlikte hareket edebilir, Kent Meydanı’nda yapılamayan Osmangazi Meydanı’nda başarılabilir…

Düşünsenize; Osmangazi Meydanı’ndan hemen direkt alttan Osmangazi İstasyonu’na geçiş olacak, oluşacak canlılığı tasavvur edebiliyor musunuz?

Benzer uygulamayı, ben 2003-2005 yılları arasında yaşadığım İsveç’te, başkenti Stockholm’ün göbeğindeki Sergel (Torget) Meydanı’nda görmüştüm…

Adamlar teee 1950’li yıllarda o meydanı tasarlarken, meydan ile Merkez (tren) istasyonunu bütünleşik yapmışlar.

Bakın bundan tam 70 küsur yıl öncesinden söz ediyorum.

Biz bugün 2020’de bunu yapabilecek imkan ve fırsatlarımız varken yapmıyor, ya da düşünemiyoruz…

Stockholm’ün merkez istasyonu öyle böyle sıradan basit bir istasyon değil, yerin dibinde tam 6 kattan oluşuyor.

Biz o kadar olmasa da (dediğim gibi Kent Meydanı inşa edilirken bu fırsatı kaçırdık) ama Osmangazi Meydanı için benzer bir çalışmayı yaparak, meydan ile istasyonu bütünleşik yapabiliriz.

Yapabilir miyiz?

Evet…

Yapar mıyız?

İşte bundan emin değilim.

Ben bir Bursalı olarak buradan öneriyorum…

Sn Alinur Aktaş, Sn Mustafa Dündar, yapmanız gereken tek şey,

“Gavur(!) bunu nasıl başarmış?” diye bakmak ve bunu Bursa’ya uyarlamak…

Bu kadar…

Hürmetler, saygılar…

BURSA BŞ BELEDİYESİ ESKİ BAŞKANI ERDEM SAKER'İN YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN: https://www.bursa.com/makale/t2-tramvay-hatti-7392/

@SuatOktySnck 

Cuma, Eylül 04, 2020

Dikkat! Bu yazıyı okurken "tahrikat"lara kapılmayın(!)

Bu ülkenin kurucu önderi tekke ve zaviyelere yuvalanan tarikat ve cemaatlerin ne olduğunu, ne tür belalar açacağını, bundan teeeee 80 kusur yıl önce görmüş ve dinin tarikatlarla cemaatlerin elinden kurtarılması gerektiğini düşünerek bugün yürürlükte olan yasaları çıkarıp Diyaneti kurdurmuş...

İsteseydi dini topyekün yasaklayıp camileri kapattırabilirdi, bu güç ve dirayet onda vardı...

"O" diyerek tanımladığım kişinin Mutafa Kemal Atatürk olduğunu söylememe gerek yok ama, bazılarının tüylerini diken diken etmek için adını anmakta fayda var!

"MUSTAFA KEMAL ATATÜRK"

Evet, tekrar söylüyorum; Atatürk isteseydi dini topyekün yasaklayabilirdi...

Yapmadı...

"Neden yapmadı?" sorusunun karşılığı tek değil, çok...

Ama en önemlisi, halkının dini hassasiyetlerinin farkında olmasıydı...

Halka dini doğru anlatmak için Kur'an'ın tefsirini (Türkçe açıklamasını) yaptırdı...

Atatürk'ten nefret edenler onu en çok, din düşmanı olduğu iddiasıyla suçlayıp nefretlerini bu paradigma üzerine inşa ederler...

Kılık kıyafet ve şapka devrimi, ardından gelen ezanın Türkçe okunması kararı...

1932'den başlayarak 18 yıl boyunca ezan Türkçe okutuldu...

Neden?

Ezanın Türkçe okutulması din düşmanlığı mıdır, yoksa Türkçe konuşan, Türkçe düşünen, Türkçe hayal kuran, Türkçe rüya gören bir halkın anlayacağı dilde dinini öğrenmesi midir?

Bu arada anımsatmak isterim, ezanın Türkçe okunmasının fikir babası en büyük Türkçü olarak kabul edilen, Türk milliyetçisi Ziya Gökalp'tir ve şiirleri Atatürk'ü derinden etkilemiştir...

Mesela Gökalp bir şirinde şöyle der:

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur, 

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ'nın... 

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır Vatanın!

Gökalp bu şiirini 1918'de yazmış...

İşin daha da ilginç tarafıysa Erdoğan'ın hapis cezası almasına neden olan, "Minareler süngü kubbeler miğfer" diye 1997'de Siirt'te okuduğu şiirin Ziya Gökalp'e ait olduğu söylenmiş ama daha sonra, onun şiirine sonradan eklendiği ortaya çıkmıştı. Gerçek böyle olmasına rağmen Erdoğan, okuduğu dizelerin 1912'de yazılmış Gökalp'in şiirinin parçası olduğunu ısrarla ileri sürmeye devam etti.

İşte bu uygulamaları kendilerine kerteriz (referans) alan gericiler, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla yer altına indi ve hem Atatürk, hem de laiklik ve cumhuriyet düşmanlığının zehrini günümüze kadar yaymayı başardılar.

Ne yazık ki bu zehir gizliden gizliye yayılırken Atatürk'ten sonra devleti yönetenler, panzehir geliştirmeyi başaramadı.  

Ezanın neden Türkçe okutulmak istendiğini, tekke ve zaviyelerin neden kapatıldığını halka anlatmaya gerek duymadılar.

İşte Atatürk'ten sonra gelenlerin en startejik hatası buydu. Ki, bugün hala bunun ceremesini çekiyoruz...

Diyanet zamanla cemaat ve tarikatların kontrolüne girerek, cumhuriyet ve Atatürk düşmanları tarafından ele geçirildi.

Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu hala yürürlükte ama uygulanıyor mu, hayır!

Neden?

Çünkü, tarikat ve cemaatler ve bilakis aşiretler, 1950'li yıllardan sonra (Demokrat Parti'yle birlikte) siyasi partilerin oy potansiyelini oluşturdular...

İktidara yakın cemaat ve tarikatlar siyasileri ayakta tuttu, siyasiler de tarikatlara, cemaatlere göz yumup onların devletin içine kadar sızmasına zemin hazırladı...

Her siyasi iktidar döneminde böyle oldu ama hiçbiri son 19 yıllık Ak Parti iktidarının yaptığını yapmamıştı! 

İşte bakınız Fetullah Gülen cemaati, bakınız 15 Temmuz'da başımıza gelenler.

Eskiden gizlice yapılan zikirler, ayinler alenen yapılır oldu...

"Dindar nesil yetiştireceğiz" söylemi ile tüm cumhuriyet ve Atatürk düşmanları inlerinden başlarını uzatarak kin, nefret ve intikam naralarını kusmaya başladılar.

Sadece tarikat ve cemaatler de değil, devlet destekli vakıflar da cabası.

Ensar Vakfında yaşanan rezalete rağmen bunlara kimse toz kondurmadı...

Gazeteci İsmail Saymaz'ın "Şehvetiye Tarikatı" ve Timur Soykan'ın "Badeci Şeyhin Sır Odası" kitapları rezilliğin, pespayeliğin hangi boyutlarda olduğunu toplumun yüzüne vurdu, vurmasına da...

Ne değişti?

......?!

Oysa 28 Şubat sürecinde Müslüm Gündüz ile Ali Kalkancı olayları çoktan unutulmuştu bile...

Ve Uşşaki tarikatı lideri Fatih Nurullah'ın yaptıkları ortaya çıkana kadar...

Tarikatlar olmuş "tahrikat" yuvası...

Nereden tutarsanız tutun elinizde kalacak, savunulacak bir tarafı yok; öyle ki Diyanet bile istemeye istemeye olanları lanetlemek durumunda kaldı, kalmasına ama birileri durumdan rahatsız olmuş ki, olayla ilgili haberlere yayın yasağı getirdi...

Sanki yayın yasağı gelince, o olay hiç yaşanmamış olacak.

Ensar olayı ilk patlak verdiğinde ne demişti dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu "bir kereden bir şey olmaz..."

Bir kereden ne çok şey olduğunu anlamayanlar yok sanıyorsanız yanılırsınız...

O gün de mevcut iktidar olayı yok sayma çabası içindeydi...

2016'da yaşanan Ensar Vakfı olayından bu yana 4 yıl geçti, peki ne değişti?

Hiç...

Kur'an kurslarından, cemaat ve tarikatlardan onlarca benzer rezil haberler geldi...

Belli ki devlet ve devleti yöneten iktidar tarikat ve cemaatler konusunda dizginleri kaptırmış durumda.

FETÖ faciasına rağmen ders almışa da benzemiyor... Hangi bakanlık, hangi devlet kurumu, hangi cemaat ya da tarikatın kontrolünde açık açık dillendiriliyor...

15 Temmuz gecesi hain FETÖ darbe girişimiyle uçurumdan yuvarlanan Türkiye Cumhuriyeti henüz dibe vurmadı, uçurumdan düşmeye devam ediyor.

Dibe vurduğumuzda, tekrar toparlanır mıyız, yoksa dağılır mıyız, inanın bugünkü tabloya bakınca umutlu konuşamıyorum.

En ufak eleştiriden bile  "tahrik"at(!) olan güruhun tepkilerini gördükçe, bizi Allah bile kurtaramaz diyorum...

Kitabında, "akletmez misiniz" diye uyardığı halde aklını kullanamayıp, hacılardan hocalardan, şeyh ve şıhlardan medet uman, okumayan, tembellik eden, çağın gerektirdiği teknolojiyi üretmeyene Allah niye yardım etsin ki?!

@SuatOktySnck 


YAZIMIN VİDEOSUNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN: 


 

Cumartesi, Ağustos 15, 2020

Adam kendini yaktı, yok saydılar...

Ama oldu, adam kendini yaktı.

Neden?

Uludağ’da, Bakacak Mevkisi'nde çay ocağı işletiyor, ucuza çay, çıbık kraker satarak ekmek parasını çıkartmaya çalışıyordu.

Yeşilçam filmlerindekine benzer bazı muktedir ve kötü amaçlı, kalantor tipler, arkasına aldıkları devlet, belediye ve kolluk kuvvetlerinin de güvencesiyle, Fikret Güven’e baskı yapıyor, hayatı zindan ediyorlardı.

Ekmek teknesini elinden almaya kalktılar…

Direndi, sosyal medyadan sesini haykırmaya çalıştı, edebiyle yalvardı, yakardı, gazeteci arkadaşım Bilal Kayaaltı, Bursa’da ona ses olmaya çalıştı ama ne çare, duymak istemeyen duyan sağırlar, görmek istemeyen gören körleri kalbi, mühürlü, vicdanı kurumuşlar, insan görünümlü zalimlikleri bu haykırışları duymaya, görmeye engel oldu.

Adam kendini yaktı…

Kim yaktı?

Adam; Fikret Güven…

Çaycı…

Sakallı, sarıklı cübbeli…

Gören meczup der, ama o öğrenciler, gençler ucuza çay için, çıbık kraker, bisküvi yesin diye “gönülden” hizmet etme derdindeydi, “alın teriyle ekmek parası kazanmaktan başka bir emeli yoktu” diyor tanıyanlar…

Kendini yakan adam Fikret Güven hakkında gelen ilk bilgiler bu yöndeydi…

Ancak, Fikret Güven’e bu çay ocağı açma izni daha önceki dönem Bursa Valisi İzzetin Küçük tarafından izin verildiği bilgisi geldi.

Bursa BŞ Belediyesi’nin yeni yönetimi baskıları artınca Bakacak Mevkisi’nde çay satan Güven pes edip kendini ateşe verdi…

Peki; Fikret Güven o yerde çay satma iznini usulsüzce mi aldı yoksa dini bir cemaat ya da tarikat mensubu olduğu için mi şimdiye kadar göz yumuldu, bilmiyorum ama bilinen bir gerçek var, o da adam kendini yaktı…

Kolay mı kendini yakmak, kolay mı böyle bir karar vermek…

Adam kendini yakıyor, polisler müdahale ediyor, hastaneye götürmek yerine önce karakola ifade almaya, sonra hastaneye götürülüyor….

Şaka değil, aynen böyle oluyor…

Kendini yakan adamı hastane yerine karakola götürülüp ifadesi alındıktan sonra hastaneye gidiliyor…

Şöyle düşünün; bu şahıs, Fikret Güven, Ak Partili değil de CHP’li bir belediyenin kendisine haksızlık yaptığını iddia edip bu eylemi yapsaydı, Türkiye’de gündem olur muydu olmaz mıydı?

Dün (perşembe) bu olay olduktan sonra sosyal medyaya baktığımda Cüneyt Özdemir gündemin tepesindeydi, kendisini yakan adam ile ilgili ise tek tük birkaç paylaşım dışında kimsenin umurunda bile olmamıştı…

Adamın biri kendini yakmış, diyorum, kendini ateşe vermiş, birkaç muhalif gazete dışında hiçbir yaygın medya ya da yandaş gazetede tek satır yok…

Asayiş Şube’den bir polis memuru, yayınlayan Bursa Bavul Haber’in sahibi meslektaşım Bilal Kayaaltı’nı arayarak, haberi sitesinden kaldırmasını rica ediyor.

Kayaaltı hayır dedikten bir saat sonra bu sefer başka, başka yerlerden de arıyorlar ve aynı talepte bulunuyorlar.

Bilal Kayaaltı elbette haberi kaldırmıyor…

Adamın biri kendini yakıyor, birileri yok saymaya, olmamış gibi davranmaya çalışıyor, peki bu durumda muhalefet ne yapıyor?

"Her zamanki gibi eli armut topluyor(!)" diye yazmıştım ama daha sonra öğrendim ki, Bursa CHP Milletvekili Nurhayat Kayışoğlu ile Bursa İl Başkanı İsmet Karaca, (geç de olsa) gözaltında tutulan Fikret Güven'i ziyaret etmiş...

Geç de olsa diyorum, çünkü aylardır sesini duyurmaya çalışan Güven'i, bu tatsız durum yaşanmadan önce duymaları gerekirdi, çünkü muhalefet demek, haksızlığın karşısında durmak demek değil mi?

@SuatOktySnck

Çarşamba, Ağustos 05, 2020

Muharrem İnce ne yapmak, nereye varmak istemektedir(!)

CHP kadar saçma bir parti ve yönetimi olabilir mi?

Evet evet, saçma...

Neden saçma, neden plan ve program yapmaktan uzak ve neden iktidar olamadığını ve neden bu ülkeyi yönetmeye layık olmadığını, 1950’lerden sonra neden bir daha iktidara gelemediğini özetlemeye çalışacağım…

Alsında sokaktaki adam bunu biliyor ama CHP’yi ya da birilerinin dediği gibi cehapeyi “takım tutar gibi” tutanlar bilmiyor, bilmek istemiyorlar.

“Esas takım tutar gibi parti tutanlar biz değil AKP’liler” dediğinizi duyar gibiyim CHP’li dostlar!

Sakin olun, arkanıza yaslanın ya beni dinleyin ya da çıkın gidin…

Evet, Ak Partililer de öyle ama CHP’lilerin onlardan farkı olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

Geçtiğimiz günlerde CHP Olağan Genel Kurulu yapıldı ve Kemal Kılıçdaroğlu yapıştığı partinin koltuğunu yine kimselere bırakmadı…

Düşünsenize, rakibi ile girdiği 10 seçimi de kaybetmiş bi siyasetçi bırakıp gitmiyor, delegeleri de, sanki şeyinde boncuk varmış gibi ona “yeter artık bırak git” demiyor.

Kimse bana, son yerel seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun başarılı olduğunu anlatmaya kalkmasın. Belediyelerin bir çoğunu Cumhur ittifakı almış, sense İstanbul, Ankara, Mersin’i, Adana’yı kazandığın için kendini başarılı zannediyorsun ama ondan önceki 9 seçimde hezimet yaşadığın gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü İstanbul ve Ankara’yı sen kazandığın kadar rakibinin yanlışlarını da unutmamak gerek…

Sen mi kazandın yoksa onlar mı kaybetti?

Benim şöyle bir kriterim var: Çağdaş, sosyal demokrat ve dürüst olduğunu iddia eden biri, Avrupalı emsallerinin yaptığı gibi, kaybettiği ilk seçimden sonra istifa edip kenara çekilebilmeli.

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’la girişip de kaybettiği seçimlerin sayısı bir değil, beş değil tam 10 seçim…

Avrupalı meslektaşları tek, bilemedin ikinci yenilgilerinden sonra istifa ederken, pek dürüst olduğu söylenen Kemal beyin maşallahı var(!) ne gitmeyi akından geçirdi ne de yenilgileri kabullenmeyi bildi.

Sonuçta Kemal bey ya da Erdoğan’ın dediği gibi Bay Kemal, yenilgiye doymayan pehlivan misali koltuğu bırakmadı, 2023’te ya da daha erken bir seçimde Ak Parti’nin, erken seçim olursa Erdoğan’ın karşısına dikilecek gibi görünüyor…

Af edersiniz dikilecek dedim ama aslında o dikilmeyecek; muhtemelen Erdoğan’ın karşısına birini daha çıkaracak ve “Gel bakalım Ekrem… Veya gel bakalım Mansur(!)” diyecek, mi acaba?

Kim bilir, belki de tıpkı Ekmelettin’i kakalattığı gibi yine şapkasından bir başka çatı aday çıkartacaktır, belli mi olur, Kılıçdaroğlu bu, ne yapacağı bilinmez…  

İşte CHP’deki saçmalıklar da bu nedenle ortaya çıkıyor.

Mesela son Genel Kurulda Kemal Kılıçdaroğlu , "dostlarla iktidara yürüyeceğiz" dedi ama kendi içlerindeki oy potansiyellerini küstürdüğünü göremedi.

Düşünsenize, “dışarıdan ittifak yapacağın partilere gülücükler, öpücükler veriyorsun ama kendi seçmenine sempatik gelen imsilere burun kıvırıyorsun.

Muharrem İnce’den söz ediyorum…

Şöyle ya da böyle, İnce’nin parti içindeki ağırlığı, sadece parti içinde de değil, sokakta da (24 Haziran gecesi yaşananlara rağmen) hala bir sempatisi olduğunu düşünüyorum.

Her ne kadar 24 Haziran 2018 Genel Seçimleri öncesinde olduğu kadar olmasa da, konuştuğu zaman taraflı tarafsız herkes dinliyor.

Bakın, taraflı tarafsız, diyorum, hemen herkese kendini dinletiyor, diyorum…

Bu özellik Kılıçdaroğlu’nda yok mesela. CHP’liler dışında kimse dinlemiyor, sallamıyor, ciddiye almıyor Kemal Bey’i…

CHP teşkilatı İnce’deki bu potansiyelinden yararlanmak yerine dışladı, yok saydı, harcadı, daha da önemlisi karşılarına rakip olmalarını sağladı.

Evet, bu durumu ön göremeyen, İnce’yi buna zorlayan kendileri.

Sen kendi evladına üvey muamelesi yaparsan, ondan sonra olanlara da şaşırmayacaksın.

Muharrem İnce parti kuracak söylentileri ayyuka çıktı, artık bunun gerçekleşmesine kesin gözüyle bakılıyor.

Anladığım kadarıyla son Genel Kurulda yaşananlar bardağı taşıran son damla olmuş.

Vay efendim, parti kurarak Ak Parti ve Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürecekmiş, oyları bölecekmiş de falan filan.

Ya arkadaş, adamı küstürme, harcamaya kalkma… Senin cumhurbaşkanı adayındı, “ne diye yok sayıyorsun da başka yerlerde yeni dostlar arıyorsun?” diye sormazlar mı adama?

Herkes İnce'yi suçluyor ama birileri Kılıçdaroğlu'na, "bu insanları neden pasifize ettiniz, neden dışladınız?" sorusunu yönletir mi acaba?

Her ne kadar İnce “Evet ben parti kuruyorum” diye kendisi açık açık söylemese de ortaya yayılan kokular CHP'nin ne kadar başarısız bir parti olduğunu kanıtlamaya yetiyor aslında.

Kendi içinde birlik olmayı beceremeyen, kendi dinamiklerine bile sahip çıkamayan bir parti ülkeyi nasıl yönetecek?

Sokaktaki adam bunun farkında değil mi sanıyorlar?

Tüm bunlara bakınca, Ak Parti'nin ve tek adama dayalı cumhurbaşkanlığı sisteminin onca yanlışları ve hatalarına rağmen, CHP'nin anketlerde neden aşama kaydedemediğini, neden hala umut olmaktan uzak olduğunu göstermiyor mu?

Evet, bence de İnce parti kurarsa bu en çok AKP ve Erdoğan’a yarayacak da, Kemal Kılıçdaroğlu bunu tahmin edemiyor mu?

Yani tahmin edemiyor mu derken “Muharrem İnce’yi küstürürsem kalkar parti kurar, parti kurarsa bize darbe vurur?” diye hesaplayamıyor mu, “ hesap uzmanıyım ben” derken mangalda kül bırakmayan Bay Kemal?

Ak Parti’den Davutoğlu Kopmuş, Babacan Kopmuş, beraberlerinde birçok isim onlara katılmış ve tüm bunlara rağmen CHP’nin oyu hala %28’lerdeyse ve Muharrem İnce parti kuracak diye endişe ediyorsan değil iktidar senden bir cacık olmaz ey CHP teşkilatı!

Ben eli kalem tutan, gördüğü yanlışları yazılarıyla, sesi ve görüntüsüyle bir şekilde haykırmaya çalışan TC vatandaşı bir muhalif olarak sokaktaki sesi duyuyor, CHP’nin de Kemal Kılıçdaroğlu’nun da halktan, sesin geldiği sokaktan hala çok uzaklarda olduğunu görüyorum.

Sokaktaki sesi duymayan, duymak için çaba sarf etmeyen her kim olursa olsun bu ülkede iktidar olması imkansızdır…

Çünkü başarısızlığı kabullenmek ve başkalarının önünü açmak bir erdemdir.

Bu erdemi gösteremeyen hiç kimse dürüst değildir…

Dürüst olmadığı gibi projenin diğer parçasıdır!

Ha bu arada, kimse Muharrem İnce’nin de şeyinde boncuk aramasın, özellikle son Ayasofya’da namaz kılma muhabbetiyle nezdimde (azalan) sempatisini iyice törpülediğini de anımsatmak ister, saygılar sunarım…

@SuatOktySnck

Yazının videosunu izlemek için tıklayın: 

Salı, Temmuz 21, 2020

Hangi camiler kilise, hangi kiliseler camiye çevrildi?


Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmasından sonra dünyada başka hangi ibadethaneler kiliseden camiye, camiden kiliseye çevrilmiş diye internette  araştırıyordum ki, https://tr.euronews.com'un bu konuyla ilgili bir araştırmasına rast geldim. Gerçekten de tam aradığım çalışmayı yapmışlar. 
Hüseyin Koyuncu imzalı bu inceleme araştırma kategorisinde yer alacak haberde, İspanya'da Endülüsler’den kalma Kurtuba Camii'nden Mısır'daki Aziz Attarin Kilisesi 'nden Müslümanlar için "Attarin" Camii haline gelen ibadet haneye kadar bir çok mabede yer verilmiş ama İznik'te ve Trabzon'da yer alan ve camiye devşirilen diğer Ayasofyalara pek değinilmemiş nedense.

Trabzon Ayasofya Kilisesi/Camii
Trabzon'daki Ayasofya, Bizans mimarisinde çok yaygın olan dört sütunlu, kapalı haç biçiminde bir plana sahiptir. Tam ortada yüksek kasnaklı kubbe bulunmaktadır. Bu biçimi ile kilisenin Trabzon’da Komnenos hânedanı hüküm sürdüğü yıllarda, 1245-1255 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Mâbedin batı tarafında yükselen ve Türk devrinde minare olarak da kullanılan dört köşe planlı ve iç duvarlarında resimler bulunan çan kulesi, süslemelerin üzerindeki bir yazıdan anlaşıldığına göre 1443 tarihlidir. 1648’de Trabzon’a gelen Evliya Çelebi’nin yazdığına göre “kefere asrında bina olunan” Ayasofya, matbu nüshadaki yazılışa göre Körlet) Ali Bey adındaki bir vali padişahtan izin aldıktan sonra 1583 yılında bir mahfil ve minber ilâvesiyle camiye çevirmiştir. Trabzon’daki Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet’in 1461 yılındaki fethi sonrasında camiye dönüştürülmüş 1961 yılına kadar cami olarak kullanılmıştı. Trabzon Ayasofya’sı, da daha sonra müzeye dönüştürülse de, 2013 yılında tekrar cami haline getirilirken yapılan değişiklikler tartışmalara neden olmuştu.

Cami olması için yapılan değişikliklere bakınca gerçekten de insan üzülmede edemiyor. Sanki koskoca Trabzon'da cami yokmuş gibi paha biçilemez bir tarihi eseri yok etmekle kalmamışlar, Trabzon'a gelecek turistlerin de önünü kesmişler. Maddi kaybı tarif etmek ise imkansız... İznik'in Ayasofya'sı da benzer akıbete uğramaktan kurtulamadı.

İznik Ayasofya Kilisesi Camii
İznik'in tam ortasında, surlarla çevrili ilçenin dört kapısından gelen yolların kesiştiği yerde inşa edilmiş olan kilise Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı 7. konsil 787 yılında işte bu kilisede toplanmış.

Yani bu mabedin anlamı Hıristiyanlar için ne kadar büyük ve önemli anlatmaya gerek yok. Anlayacağınız, bugünkü tüm Hıristiyanların kaderi bu mabette belirlenmiş.

1331'den sonra Orhan Gazi tarafından camiye dönüştürülen İznik Ayasofya'sı Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Mimar Sinan bir mihrap ilave edip yan neflerde büyük kemer açıklıkları oluşturulmuş. 2007 yılında yapıda restorasyon çalışmaları başlatılmış. Restorasyon öncesi minareye dönüştürülen çan kulesi çok harap ve yıkık durumdaydı. Üç nefli bazelika tipinde yapılan müzede iki adet hazırlanma odası mevcut. Restorasyon çalışmasının binanın tarihi yapısını ve görüntüsünü bozduğu
yönünde eleştirilerde ne kadar haklılık payı olduğunu anımsatmaya gerek var mı bilmem. Milliyet gazetesi restorasyonla ilgili o dönem "Beton sıvayla restorasyon" başlığıyla verdiği haberde restorasyon çalışmalarının Ayasofya Müzesini tarihe gömdüğünü yazmış. Aynı habere göre Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri Projesi (TAY) yetkilileri "Bir Başkentin Yokoluşu" adındaki bir bildiri ile restorasyonun sonuçlarına büyük tepki göstermiş.  Uzun yıllar müze olarak kullanılan yapı 6 Kasım 2011 tarihinde, yaklaşık 90 yıl aradan sonra bayram namazının kılınmasıyla ibadete açıldı.

İznik’e gittiğimde görme fırsatım da olmuştu. İznik'e değil ama Türkiye'nin turizmden gelen paraları nasıl çöpe attığına inanamadım. Neyse, gelelim İspanya'daki Kurtuba Camii ya da Cordoba Katedrali'ne…

İspanya: Kurtuba Camisi- Kordoba Katedrali
Endülüs Emevilerin şaheseri olarak tanımlanan Kurtuba Camisi'nin temeli, 785'da Endülüs İslam Devletinin kurucusu 1. Abdurrahman attı. Bu yapıt, İslam mimarisinin o dönemlerdeki yaratıcılığını ve ihtişamını sembolize ediyordu. Aslında bu caminin inşa edildiği yerde daha önce Hıristiyanlara ait olan bir bazilikanın olduğu aktarılıyor. 
Peki bazelika nedir? Bazelika, çeşitli dönem yapılarında karşılaşılan bir Hıristiyanlık öncesi yapılarda dini niteliği olmayan bir toplanma yeridir. Hıristiyanlar yayıldıktan sonra bu yapılar kiliseye çevrilmiş.

Ancak Avrupa'da olan birçok ibadethane gibi, Cordoba kilisesinin yapıldığı aynı yerde Romalılardan kalma bir tapınak bulunuyordu. İspanyol Hıristiyanları, Kastilya Kralı 3. Ferdinand ile 1236'da Cordoba kentini tekrar ele geçirerek, Kurtuba Camii’ini katedrale çevirdi. O zamanda beri Cordoba Katedrali olarak adlandırılan bu yapıt, 1984 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edildi.

Yani anlayacağınız Müslümanlar bazelikayı Cami'ye, Hıristiyanlar da kiliseye çevirmiş. İstanbul, İznik ve Trabzon'dan sonra bir Ayasofya da yavru vatan Kıbrıs'ta var...

Kıbrıs: Ayasofya Katedrali - Selimiye Camisi
Kıbrıs'ta Lefkoşa'nın kuzeyinde bulunan en önemli ibadethanelerden Selimiye Camisi, adadaki Müslüman-Hıristiyan savaşlarının simgelerinden biri haline gelmişti. 1209'da Lüzinyan döneminde Fransız ustalar tarafından gotik formunda inşa edilen Ayasofya Katedrali yıllarca adadaki Hıristiyanların en önemli ibadethanelerinden biriydi...  1570 yılında Osmanlı kuşatmasından sonra, Türkler Lefkoşa'da kontrolü ele geçirince Ayasofya Katedrali, komutan Lala Mustafa Paşa'nın katıldığı cuma namazı ile birlikte camiye dönüştürülmüş.

Neden? Ya neden olacak? Etrafta cami yok ki, ondan. Tıpkı Fatih, İstanbul'u feth ettiğinde, nasıl ki Bizans surları içinde cami olduğu için Ayasofya kilisesini camiye çevirdiyse, LalaPaşa da 117 yıl sonra Eylül 1570'te Kıbrıs'ın Ayasofya'sını camiye çevirmiş... 13 Ağustos 1954'te Kıbrıs Müftüsü, Kıbrıs'ın fethi sırasında Osmanlı sultanı olan Selim'in onuruna camiye resmen "Selimiye Camii" adını verdiğini de anımsatmadan geçmeyeyim.

Suriye: Aziz Yahya Kilisesi - Emevi Camisi
Suriye'nin başkenti Şam'ın kalbindeki Emevi Camii'si İslam dünyasının en ünlü camilerinden biri olarak kabul ediliyor, hani Sn Erdoğan'ın “kardeşim” diye nitelediği Esat ile papaz olduktan sonra da “Şam’da Emevi camiinde namaz kılacağız” dediği Emevi camii işte bu cami…  Bu mabedin aslında önce “Aziz Yahya kilisesi olarak yapılmış” desem, inanır mısınız?

715'de inşası tamamlanan caminin yerinde daha önce, Roma İmparatoru I.Theodosius'un yapımını emrettiği "Aziz Yahya Kilisesi" bulunuyordu. Ancak kiliseden önce aynı yerde de Jüpiter Tapınağı yer alıyordu. Bu yapı 635 yılında Müslümanların Şam'ı fethetmesi ile birlikte ikiye bölünerek yarısı Müslümanların ibadet etmesi için cami, yarısı da Hıristiyanların ibadet etmesi için kilise olarak kullanıldığını anımsatmakta yarar var. Daha sonra Şam'ın İslam dünyasının merkezlerinde biri olduğunda, dönemin halifesi, yapının bulunduğu arsayı satın alarak, 9 yılda Emevi camii haline getirmiş...

Lübnan: Aziz John Baptist Kilisesi - Büyük Ömer Camisi
Lübnan'ın başkenti Beyrut, Ömer bin Hattab'ın halifelik döneminde Müslümanlar tarafından fethedildi. O dönemde farklı isimleri olsa da Büyük Ömer Camisi, Bizans döneminden kalma bir kilise üzerine inşa edildi. Fakat kiliseden de önce aynı alanda Roma döneminden bir tapınak bulunuyordu.
Beyrut 1110 yılındaki Haçlı saldırısına kadar Müslüman devletlerin elinde kaldı. Zorlu bir kuşatma sonucunda Haçlı Kralı Baudouin mayıs 1110 tarihinde kenti ele geçirmeyi başardı. Haçlılar, kendi inançları gereği camiyi, Aziz John Baptista ismiyle bir kiliseye dönüştürdü. Selahattin Eyyubi’nin 1187’de kazandığı Hittin Savaşı ile Haçlıların kilisesi tekrar cami oldu, fakat bu durum uzun sürmedi. 10 yıl sonra Haçlılar tekrar Beyrut'un kontrolünü ele geçirdi. 1291’de de Müslümanlar Memluk ordusu ile tekrar Beyrut'a geldi ve Aziz John Baptista Kilisesi'ne zarar vermeden camiye dönüştürdü ve caminin adını "Büyük Ömer Camisi" koydu.

Yani anlayacağınız Hıristiyanlar Roma mabedi üzerine küçük bir kilise yapıyor, Müslümanlar burayı camiye çeviriyor, sonra Hıristiyanlar tekrar kiliseye çeviriyor, sonra tekrar Müslümanlar gelince bir kez daha cami oluyor... Ve tüm bunlar yıllar içinde oluyor...

Cezayir: Keçiova Camii - Aziz Philippe Katedrali
Başkent Cezayir'de "Eski Şehir" olarak bilinen ve bugün dünya kültür mirasları içerisinde bulunan Kasaba (Casbah) bölgesinde yer alan Keçiova Camisi'nin 14. yüzyılda mescit olarak inşa edildiği rivayet ediliyor. Bölgenin 1516'da Osmanlı hakimiyetine girmesiyle camiye dönüştürülen mescit, 1792'de Cezayir valilerinden Hasan Paşa tarafından genişletilerek daha büyük bir ibadethane haline getirilmiş. Cezayir’in 1830'da Fransızlar tarafından işgalinden sonra 1832'de katedrale çevrilen cami, 130 yıl kilise olarak kullanıldı. 1962'de Cezayir'in bağımsızlığını kazanmasıyla camide Cezayirli Müslümanlar kıldıkları cuma namazıyla mabedi camiye çevirmişler.

Bu arada Keçiova Camii restorasyonu için Türkiye'nin de katkıda bulunduğunu unutmayalım. Sadece bu cami değil bir çok Osmanlı eserinin restorasyonu için Türkiye olarak üzerimize düşen görevi yerine getirmişiz.

Filistin: Batı Şeria - Nablus Ulu Camisi
Batı Şeria'daki Nablus kentindeki Nablus Ulu Camii, aslında Roma İmparatoru Justinian tarafından 6. yüzyılda inşa edilmiş bir kiliseydi. Müslümanların bölgede hâkimiyet kurmasıyla camiye dönüştürülen ibadethane, Haçlıların hâkimiyeti ile tekrar kiliseye çevrildi. 1186'da Selahattin Eyyubi'nin gelmesiyle Müslümanlar kiliseyi tekrar cami yaptı.

Mısır: Aziz Attarin Kilisesi - Attarin Camisi
Mısır'ın İskendiriye kentinde 370 yılında Kıpti Ortodoks Kilisesi figürü olan Aziz Athanasius'a adına inşa edilen kilise, 641'de Müslümanların Mısır'ı ele geçirmesiyle cami oldu. Osmanlı döneminde birçok kez tadilattan geçen cami, 1976'da Attarin Camiisi adıyla resmen tekrar ibadete açıldı.

Tüm bu yaşananlara bakınca, aralarında İstanbul Ayasofya'nın da yer aldığı tam 7 kilise Müslümanlar tarafından camiye çevrilmiş, 2 cami de kiliseye çevrilip tekrar cami haline getirilmiş. Cami'den kiliseye çevrilen İspanya'da ki Kurtuba Camii ile Cezayir'deki Keçiova Camii... Onun dışında kalan 7 mabet ise kiliseden camiye devşirilmiş. O dönemleri anlamak kolay, çünkü Hıristiyanlık İslamiyet'ten önceki din, ibadethaneleri de hazır. Müslümanlar feth ettikleri yerlerde ibadet hane ihtiyaçlarını yeni camiler yapana kadar mevcut kiliseleri cami haline getirerek gidermişler. Fatih de öyle yapmış, LalaPaşa da...

Peki ya bugün? Buna ihtiyaç var mı? Adım başı caminin olduğu ve bu camilerin doldurulamadığı düşünülürse, 2020 yılında böyle bir çaba içinde olmak kendi ayağına kurşun sıkmak değil de nedir? 


YAZININ VİDEOSNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN: 



Pazar, Temmuz 12, 2020

Sultan Ahmet Camii'nin günahı ne?


Aklım almıyor, inançlı gerçek bir ehli müslimin, bir başka dini inanç için inşa edilmiş bir ibadet hane içinde, o dine ait gravür ve simgelerin tepesinde durduğu bir ortamda, ibadet etmek istemesine inanamıyorum. Hele ki, az ötede, kendi ataları tarafından (sultanlar, padişahların serveti ve emriyle yapılmış) muhteşem camiler dururken bunun akıl mantık ve inançla ne ilgisi olabilir!? Hele ki, Ayasofya'ya kutsallık katılması İslam dinininin içine "şirk" katmak değil de nedir? Müslümanlar için kutsal olan iki mabet vardır, biri Mescidi Aksa, diğeri Kabe... Peki nasıl oluyor da Türkiye Müslümanları Ayasofya'ya Müslümanların kutsal mabedi muamelesi yapabiliyorlar?
Yandaş gazeteci Süleyman Özışık twiter hesabından yaptığı paylaşımda aynen şöyle yazmış:
“İslam dünyasının kutsal mabedleri arasında özgürlüğüne kavuşan ilk mabed  Ayasofya oldu”
Ne?
Kutsal mabed mi?
Bunu bir Ortodoks dese anlarım… Zira onlar için bir anlamı var.
Çünkü, Haçlı seferleri 1204’te İstanbul’u işgal ettiklerinde Ortodoks Hıristiyanlar ve Yahudiler’i katletmiş, Ayasofya’yı yağmalayıp kutsal mabette bir fahişeye dans ettirip şarkı söylettiğini yazıyor tarih kitapları.
Tarihçi Erhan Afyoncu 2016’da Sabah Gazetesi’nde kaleme aldığı “Batılılar Ayasofya’da kan akıtıp, eğlence düzenledi” başlıklı yazısında “Fatih Sultan Mehmed ise mabetten bir mermerin bile sökülmesine müsaade etmemişti" diye yazmış…
Ayrıca kimi kaynaklar, Fatih’in, minareler dikip camiye çevirmesine rağmen Ortodoksların Ayasofya’ya gelip ibadet etmelerine de izin vermiş…
Şimdi bu açıdan bakınca, Ayasofya nasıl oluyor da Müslümanlar için kutsal mabed statüsüne giriyor?
Hangisi daha Türk halkı için daha kutsal ve milli olan?
 Ortodoksların ibadet yeriyken camiye çevrilmiş Ayasofya mı, yoksa Sultan Ahmet mi?
Birini Ortodoks Hıristiyanlar kendileri için yapmış, diğerini de atalarımız, padişahlarımız Müslümanlar için, Ayasofya’ya nispet olsun diye, hemen dibine inşa etmiş!
Şimdi sen, el oğlunun mabedine sahip çıkıp camiye çeviriyorsun, yanı başındaki ata yadigarı Sultan Ahmet’i yok sayıyorsun.
Hadi ben demiyorum, Sn Erdoğan diyor; Daha Sultan Ahmet’i dolduramazken, bu Ayasofya aşkı neyin nesi?
Ayasofya İstanbul’un fethinin simgesiymiş…
İyi de İstanbul’un tamamı fethin simgesi değil mi?
Bir de neymiş, Kılıç Hakkı imiş?
Ee tamam da, şimdi Balkanlarda onca tarihi camimiz var, kalkıp Yunanistan da sen benim atalarımın mabedini cami yaparsan ben de ülkemdeki camileri kilise yapıyorum derse…
Ki, Yunan Milletvekili Tanasis Milonas, Ayasofya’nın ibadete açılması kararına karşılık olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik'teki evini “Pontus Soykırımı Müzesi”ne dönüştürülmesi teklifinde bulunduğu haberleri dolandı sosyal medyada.
“Yok yapamazlar” demeyin…
Bir çok kişi de “Ayasofya’yı cami yapamayız” diyordu…
Şimdi, eğer Yunanistan parlamentosu böyle bir karar alırsa, mutlu olur musunuz?
Evet, eminim bir çok kişi mutlu olur ve sevinir…
Çünkü bu ülkede “keşke yunan kazansaydı” diyen birini baş tacı etmiş onun tarihi zırvaları ciddiye alan, gerçek sanan ve bu yüzden, Türkiye Cumhriyeti’nin kurucu önderi, Kurtuluş Savaşı kahramanı Atatürk’ten nefret ediyorsa, sorarım o zaman, Ayasofya’yı tekrar ibadete açmak ülke çıkarı ve menfaatlerine ne faydası olabilir?
Ama benim anlayamadığım nokta şu:
Daha geçen seneye kadar Ayasofya ibadete açılsın diyenlere hakaret eden Recep Tayyip Erdoğan, ne oldu da ülkenin çok ciddi turizm geliri sağlayan bir kaynağı bir kalemde silip, kendi söylediğinin tersini yaptı?
Anlayamadım, dediğime bakmayın, pek ala hepimiz biliyoruz ki Erdoğan artık tükendi, tamamen tribünlere, kendi muhafazakar ve milliyetçi tabanına oynuyor…
İç politikada ne kadar işine yarayacak, zaman gösterecek ama dış politikada etkilerini çok geçmeden derin şekilde hissedeceğimizi düşünüyorum.
Ha bu arada, Yeni Türkiye’de alınacak her karar beni şaşırtmıyor, harakiriden başka bir şey olmayan Ayasofya’nın ibadete açılması kararı da öyle, yarın bu karardan vazgeçilirse inanın o karar da beni şaşırtmayacak.
Çünkü bu ülkede her şeye tek bir kişi karar veriyor ve “Tekrar müze yaptım” derse, bugün alkışlayanlar yarın da müze yaptığı  için alkışlayacaklardır, kimsenin kuşkusu olmasın…
Bu arada bir kaç satır da Muharrem İnce’ye yazmak isterim…
Sn İnce, “Ayasofya Türkiye sınırları içindedir ve İbadete açılması kararı Türkiye’nin egemenlik hakkıdır. Buna Rusya, ABD, Yunanistan veya başka bir ülke, kuruluş karar veremez” dedi… Tamam doğru da, mesele o değil ki, Muharrem abi, sen kalkıp “Davet gelirse ilk namaza giderim” dersen o zaman yapılanı meşru kılmış olmuyor musun?
Çünkü asıl mesele Ayasofya'nın cami olması değil,  Ayasofya zaten ibadete açıktı ve 5 vakit ezan okunuyordu, bunu sen de biliyorsun. Bu kararla, Atatürk'ün imzası ve kurduğu Cumhuriyet tartışmaya açıldı. Nabız yoklandı. Önümüzdeki aylarda Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı katlanarak devam edecek…
Tarihçi Sinan Meydan konuyla ilgili tehlikeye dikkat çekti. Meydan, "Danıştay 10. Dairesinin vermiş olduğu karar, sadece bir binanın veya müzenin camiye dönüştürülmesi basit bir kararı değildir. Bu karar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş felsefesine ve temeline indirilmiş yok edici darbedir. Bu kararla, Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin geçersiz olduğu ve Cumhuriyetin geçersiz ilan ettiği iradenin geçerliliği kararıdır. Cumhuriyeti yıkmak isteyenler, ilk adım olarak padişahlık döneminin kamusal tasarruflarını kabul etmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti, Topkapı Müzesini, padişah ailesine iade etmek zorunda kalacaktır. Bu karardan sonra, yıkılıp, yerini Türkiye Cumhuriyetine bırakan Osmanlı Devletinin kamusal tasarruflarını yeniden canlandırmanın yolunu açmıştır. Kurtuluş savaşı şehitlerimizin kanıyla kurulan Cumhuriyet, mahkeme kararıyla son bulmuş olacaktır!" diye yazdı...
“Davet gelirse giderim sözünü” yoğun katılım olur, pandemi koşullarına özel önlemler alınır düşüncesiyle söyledim. Bir önlem alınmayacaksa sorun yok. Namaza çağrının ezan olduğunu “Tayyip Erdoğan’a dokunmak ibadettir” diyenlerden öğrenecek halimiz yok. Şeklindeki savunmaya geçmen inan zevahari kurtarmaya yetmemiş sn İnce, zira, tıpkı “adam kazandı” demen gibi bu söz de hanene eksi puan olarak kayda geçti bile…
Haydi hayırlı tıraşlar…


YAZININ VİDEOSUNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN: 





Çarşamba, Temmuz 01, 2020

Olur böyle vakalar, Türk polisi maskesiz basketbol oynayanı yakalar(!)


Aslında olmamalı böyle vakalar, Türk Polisi’nin işi maskesiz gezeni kovalamak ve onlara ceza kesmek olmamalı. Önce uyarmalı, sonra, tabiri caizse “cezayı yapıştırmalı”
Şimdi size ilginç bir hikâye anlatacam. Aslında hikâye değil gerçekten yaşanmış bir olay ve polisimizin bu maskesizleri avlama(!) durumunun hangi düzeylerde seyrettiğini idrak etmemiz açısından önemli bir durum çünkü…
Geçen cumartesi, üniversite giriş sınavları yapıldığı günün akşamı, 4-5 genç, (ki aralarında benim iki oğlum da var) Nilüfer İlçesi’nde bulunan Podyum Park AVM’de kurulu potalarda basketbol oynamaya gidiyorlar.
Aslında, bazı akşamlar Merinos Parkı’nın içinde yer alan potalarda basketbol oynarlardı ama bu sefer kaşıntıları tutmuş(!) Podyum Park’ın ücretli potalarında basketbol oynamak istemişler.
Neyse, buraya kadar aslında her şey normal… Fakat, amma ve lakin bir süre sonra bir ekip otosu eşliğinde bir grup polis, yanlarında birkaç bekçiyle beraber basketbol oynayan gençlere baskın yapıyor. Evet evet, baya baya baskın gibi müdahale edip, “maskesiz” basketbol oynadıkları gerekçesiyle tutanakla ceza kesiyorlar.
“Yasah hemşerim, yasah… Maskesiz basketbol oynamak Yasah(!)”
Elbette böyle dememişler de, ama neredeyse durum böyle cereyan etmiş.
Açık havada, birbirini tanıyan gençler maskesiz şekilde sokak basketbol oynadıkları, saptanıp 900 TL cezaya çarptırılmış.
Nasıl ama, “Türk Polisi yakalar, olur böyle vakalar” tekerlemesinin hayata geçtiği tarihi anlardan biri yaşanmış, değil mi?
Ya bi dakka, bi sn veya van münüt…
Burada absürt bir durum var!
Uzmanlar ve doktorlar maskeyle spor yapmanın çok tehlikeli ve zararlı olduğunu açıklamışlardı.
Bu çocuklar maskeyle nasıl basketbol oynasınlar, saçma değil mi?
Değil kardeşim, eğer Türkiye’de, Türkiye’nin Bursası’nda yaşıyorsanız hiçbir uygulama saçma, hiçbir ceza anlamsız değil, diyemem, bal gibi, buz gibi saçmalığın daniskası…
Üstelik o çocuklar para ödemiş basketbol oynamak için. Bu durumda suçlu çocuklar mı oluyor, yoksa o sahada basketbol oynamalarına olanak sağlayan Podyum Park yönetimi mi?
Polis ve bekçi arkadaşlar çocuklara ceza kesmek yerine Podyum Park’ı uyarmaları, pandemi ortamında spor alanlarının kapalı olmaları gerektiğini söylemeleri gerekmiyor mu?
(Yoo gerekmiyor çünkü AVM’ler açıldı)
O spor tesisi açıksa ve gençler gelip spor yapsınlar diye ücret alınıyorsa ve ortada suç varsa (ki bence suç-muç yok) suçlu kim?  
Gençler mi, yoksa Podyum Park yönetimi mi?
Çünkü basketbol oynayan sadece bizim gençler de değil, diğer potada başka bir grup genç daha varmış ama polisi görünce onlar tüymüş.
(Belli ki benzer bir durum daha önce de yaşanmış)
Üstelik Podyum Park’ta sadece basketbol sahaları yok, tenis kortları da var. O sırada kortlarda tenis oynayan var mıydı bilmiyorum ama memur arkadaşlar sanki planlı, programlı ve bilinçli olarak direkt çocukların yanına gelip müdahale etmiş.
Neden?
Çünkü Nilüfer ilçesi maddi yönden varlıklı insanların yaşadığı bir bölge ve zannımca polis arkadaşlar gençlerin de zengin ailelerin birer ferdi olduğunu düşünüp “cezayı yapıştırmış”
Bilmezler ki, çocuklar aslında Osmangazi İlçesi’nde oturuyor, babaları da emekli aylığıyla hayatını idame ettirmeye çalışan bir gazeteci.
Bir başka ilginç olay ise, üstte de vurguladığım gibi, çocuklar genelde Merinos Parkı’nın içinde yer alan ve akşam saatlerinde de “beleşe” basketbol oynanabilecek potalarda spor yapıyor olmaları...
İşin bir başka ilginci de bu basketbol sahası, Merinos Polis Karakolu’nun tam da arkasında… 
Polislerin dibinde defalarca “maskesiz” basketbol oynamalarına rağmen, bir kez olsun polislerin müdahalesiyle karşılaşmamışlar.
Hal böyle olunca ister istemez sorguluyorum ben de…
Nilüfer İlçesi’nin polisleri Podyum Parkı hedef alarak, planlı ve bilinçli olarak, “maskesiz avı”na mı çıktılar, yoksa…


YAZININ VİDEOSUNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN: