Cumartesi, Kasım 30, 2019

Haluk Bilginer'in suçu ne?

Hani bir fıkra vardır bilir misiniz?
Ahirette, tecrübeli zebani, yeni işe başlayan çaylak zebaniyi, cehennemi gezdirip, azap kuyularını tanıtıyormuş.
"Bak" demiş usta zebani, "burası Japon günahkarların azap çektiği kuyu. Görüyorsun değil mi, her kuyunun başında bir zebani, dışarı çıkmaya çalışan günahkarları elindeki değnekle deptirip ateşe geri itiyor...
Genç zebani kuyuyu inceledikten sonra takılmış usta zebaninin peşine ve gelmişler Amerikalıların kuyusuna, benzer uygulama orada da varmış.
Derken, Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol, Rus, Çin, Eskimo, Aborjin, Afrikalı vs vs cehennemin azap kuyularını gezmişler ve tüm kuyuların başında görevli bir zebani hepsi de aynı işi yapıyormuş: çıkmaya çalışanı içeri deptirmek.
"Sen de bunu yapacaksın" demiş usta zebani, çaylak zebaniye...
Ancak genç zebani merak içinde kalmış, çünkü her kuyunun başında bir görevli bulunurken, sadece tek bir kuyunun başında kimse yokmuş ve kuyudan fokurdama sesinden başka hiç bir ses çıkmıyormuş.
Çaylak zebani dayanamamış ve merakla sormuş;
"Her kuyuda bir görevli var ama bir kuyu hariç, benim görev yerim o kuyu mu olacak?"
"Haa, o mu?" diye gülerek yanıt vermiş usta zebani, "yok canım, o kuyuda hiç kimseyi görevlendirmedik. Çünkü o kuyuda Türk günahkarlar yanıyor!"
Genç zebani afallamış ve saf saf sormuş: "nasıl yani, ne alaka?"
"Yav, dedim ya o kuyuda Türkler yanıyor diye, sağ olsun bize çok yardımcı oluyorlar. Kuyudan çıkmaya çalışan Türk oldu mu, hemen altta kalan Türk onu ayağından çekiyor, diğeri çıkmaya çalıştı mı, bir başkası da onu çekiyor ve bizim işimizi kolaylaştırıyorlar. O nedenle o kuyuda görevli yok. Türkler sağ olsun!" diye karşılık vermiş, deneyimli zebani...
Evet; şaka ama gerçek payı var değil mi?
Bir Türk başarılı olmaya görsün daha başarısının tadını çıkarmaya fırsat vermeden hemen başlarlar karalama kampanyasına ve ayağından tutup aşağıya çekmeye...
Bakınız Haluk Bilginer'e...
47.Uluslararası Emmy Televizyon ödüllerinde "En İyi Erkek Oyuncu" seçilince, önce toplum olarak gururlandık, çok geçmeden sosyal medyada başladı bir saldırı... Haluk Bilginer Atatürk'e ve Türklüğe hakaret etmiş miş, yok şunu demiş, yok böyle konuşmuş vs vs...
Ve altına yapılan hakaret dolu yorumların haddi hesabı yok...
Yani anlayacağınız, başlamışlar Haluk Bilginer'i ayağından çekiştirmeye, yukarı çıktı, biraz sivrilip parladı ya...
-Bu Haluk Bilginer var ya Atatürk için, "90 Yıldır Atatürk'e tapınmakla meşgulüz" demiş....
-Yuhhhhh...
Duuurr daha dur, üstelik; "benim varlığım neden Türk varlığına armağan olsun" demiş,
-Vayyy nankör vay...
Bilginer o ödülü aldı almasına da bilin bakalım nasıl aldı? Emmy bildiğimiz o Emmy değil ve ödülün sponsoru da Ay Yapım. Yaaa...
-Desene torpil yapmışlar öyle miiii?
Tamam, var sayalım torpil yaptılar Haluk Bilginer'e, ustalığına ve yeteneğine zeval getirir mi bu durum?
Hayır...
-Ha, bir de Ay Yapım tek başına mı verdirmiş bu ödülü, yoksa uluslararası bir jüri mi karar vermiş?
-Uluslararası bir jüri karar vermiş....
-Hmmm...
-Yani sadece Ay Yapım'ın sözü geçmiyor o yarışmada öyle mi?
-Peki, diyelim ki Ay Yapım bastırdı parayı Bilginer'e o ödülü verdirdi, ya diğer ortaklar kendi adamlarına ödül verdirmeyi başaramamış mı?
Valla eğer öyleyse bravo Ay Yapım'a(!) Diğer ortakları alt edip bunu başardıysa helal olsun diyelim...
Diyelim mi?
Hayır, gerek yok neden? Çünkü bu yarışmaya her ülkeden diziler ve ekipleri aday gösteriliyor, uluslararası bir jüri karar veriyor.
Yani Bilginer ustamıza öyle haybeden ödül veren olmamış, kaldı ki, şahsiyet dizisindeki performansını takdir etmeyen de yok...
Eee, bu karalama çabası niye...
Atatürk için Türklük için şunu bunu demiş...
Haluk Bilginer'in söylediği iddia edilen sözler yanlış mı? 90 yıldır Atatürk'ü gerçekten doğru anladık da o yüzden mi memleket bu halde?
Soruyorum; Atatürk'ten sonra gelenler, ülkeyi emanet alanlar ne yaptı, ona "neredeyse" tapınmaktan başka? Her tarafa heykellerini dikmek, her caddeye, her spor kompleksine, kültür merkezine adını vermek yetti mi çağdaş bir ülke olmaya? "Varlığım Türk varlığına armağan olsun ne demek?"
Bu söz kutsal bir metin değil, sadece bir şiir ya da andımızın içinde geçen ve bir insan tarafından (dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından) yazılan sözden ibaret olduğunu anlamak için üstün bir zekaya sahip olmak mı gerekir? Yoksa sadece sözlere değil, uygulamaya ve ülkenin ne üretip üretmediğine bakmak gerekmez mi?
Söyleyin; Türklerin dünyaya ve insanlığa yoğurttan başka sunduğu nasıl bir hizmet var, ne gibi teknolojik yenilik var?
Nedir bu idrak sorunumuz?
Nedir bu birbirimizin ayağından çekiştirmeler?
Yahu adam ödülü almaya giderken bile Türkçe "Merhaba" diyor "meeerhabaaa"
Türkçe... Hiç mi gurur uyandırmadı ya da bir holivuuud filiminde onu görmek, mesela Ben-Hur filminde....
Hadi diyelim o filme burun kıvırdınız, peki son Joker filmindeki performansıyla efsaneleşen Joaquin Phoenix'e oyunculuk dersi verdiği 2001 yapımı Buffalo Soldiers'a ne dersiniz?
Başka ne vereyim abime?
Türk sinemasından bir kaç örnek sarayım mı? Burada mı yersiniz, paket mi yapalım? Masumiyet olsun mu, ondan biraz daha eski Kara Sevdalı Bulut var mesela... Yanına biraz Polis, biraz Kış Uykusu... Ha tabi ya Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü'de Karagöz performansı, olsun mu, hadi o da olsun(!)
İşte bu Haluk Bilginer'e cımbızlanarak alıntılanmış sözlerle karalama yapıldı...
Sosyal medyadaki paylaşımların altına yaptığım bir eleştiriye, çok değer verdiğim gazeteci bir ağabeyim bana "Kusura bakma ama Suat, bu dille HDP kafasındaki insanlar konuşuyor. Okuyunca çok şaşırdım" dedi...
HDP kafası mı? Siz hiç Atatürk'ü savunan, Atatürk'ün ne demek istediğini anlamaya çalışan bir HDP'li gördünüz mü?" diye karşılık verdim...
Kaldı ki, HDP bir terör örgütü mü ki "HDP'li gibi düşünmek suç olsun?
Üstte yazdıklarımın hangisi yalan? Söyler misiniz bu ülkemiz bugün neden bu sorunları yaşıyor? Sorumlusu kim? Atatürk, her adım başına heykellerinin dikilmesini, her meydana adının verilip, emanetine ihanet edilmesini mi isterdi, yoksa çağdaş kalkınmış bir ülke haline gelinmesini mi? Bu mudur Atatürk'ün öngördüğü çağdaş ve demokratik ülke? Söyler misiniz, biz insanlığa, dünyaya nasıl bir teknolojik yenilik sunduk, nasıl bir katkımız oldu da bununla gurur duyalım? Bugün bizi yönetenler nereden geldi, uzaydan mı? Atatürk'ten sonra ülkeyi emanet alan siyasetçiler hangi okullarda yetişti de bu ülke bu kötü dönemleri yaşar oldu? Bu bizim kaderimiz mi?
Benim için Atatürk'ün sadece adı değil fikri, düşüncesi zekası, dehası değerlidir  ve emin olun ulu önder bugün yaşasaydı, kendi adını putlaştıranları, adının içini boşaltanları ne yapardı  siz düşünün...
Atatürk'ün en büyük şanssızlığıysa ondan sonra gelenlerin onu idrak etmekten uzak olmaları...
Onun adını, istiklal marşını ve sadece bayrağı sevmenin yeterli olduğunu sanıyorlar.
Çünkü yıllarca bunu dayattılar.
İstiklal marşını ezbere bildin mi, Atatürk'ü çok sevdin mi, yeter...
Ya gerisi? Atatürk'ün fikirleri, idealleri, hedefleri?
Benzer bir durum muhafazakarlar için de geçerli değil mi? Bir kaç dua okumayı bilip, beş vakit namaz kıldın mı, kuranı öpüp yüksek bir yere koydun mu, ezan okununca televizyonun, radyonun sesini kıstın mı, hele bi de kuranı hatim ettiysen, anlayıp anlamamış olman önemli değil...
Al sana kapı gibi(!) Müslüman...
Öte yandan da işte sana aslan gibi(!) Atatürkçü, milliyetçi...
Sığ bir milliyetçilik, sığ ve yüzeysel bir Atatürk sevgisi, sığ bir dini inanç...
Bu olanları, yaşananları görünce Atatürk'ün bu zihniyete rağmen batmış, bitmiş bir imparatorluktan nasıl da çağdaş bir ülke kurmaya çalıştığını ve başarmak için çabaladığına hayret ediyor, aziz hatırasının karşısında saygıyla eğiliyorum...

@SuatOktySnck 

Yazımın videosunu izlemek için tıklayın: 

Pazartesi, Kasım 25, 2019

CHP'ye kumpası Turgut Özal kurdu(!)

-Hayır ben kurdum kumpası!
-Yok yok Ahmet Özal'ın babası Turgut Özal kurdu(!)
Ya bu cehapeye kumpası kim kurdu?
Galiba kim kurduya gitti(!)
Çünkü CHP öyle bir parti haline geldi ki...
Cacık ve hıyar benzetmesi bile artık kifayetsiz kalıyor...
Keşke yanılsaydım ama lanet olsun yine haklı çıktım.
Bu solculardan bi cacık olmaz demiştim de etrafımdaki bazı solcu dostlarım üzerine alınmış, bana kızmıştı.
Bakın şu CHP'nin düştüğü ya da düşürüldüğü duruma...
Bu duruma nasıl düştü ya da gerçekten de birileri mi düşürdü koskoca CHP'yi, yoksa beceriksiz ve basiretsizler yüzünden mi bu hale geldi?
Atatürk'ün kurduğu parti, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu unsurlarından, bir zamanların halkın umudu parti ile sosyal medyada troller makara yapıyor.
Dinazor gazeteci Rahmi Turan'ın iktdar karşıtı Sözcü Gazetesi'nde ki köşe yazısında kaleme aldığı, yok yok, yanlış yazdım, kuyuya attığı taş, suyu bulandırmakla kalmadı, ortalığı toz duman etti...
Ortalığı derken aslında CHP'yi toz duman etti...
Rahmi Turan'ın, bir CHP'linin BeşTepe'de, Erdoğan ile gizli bir görüşme yaptığı, Erdoğan'ın da bu görüşmede bu CHP'liye CHP Genel Başkanlığı'na aday olması için tavsiyede bulunduğu haberini üflüyor, o da bunu köşesinde yazıyor.
Kim üflüyor?
Talat Atilla?
O kim?
O da bir gazeteci, haberi kendi yazmıyor ama başkasına paslıyor...
Önce Uğur Dündar'a, sonra Candaş Tolda Işık'a...
Dündar ve Işık bu pasın ofsayt koktuğunu hissedince, pas Rahmi Turan'a geliyor, 80'lik Turan da lapin gibi atladığı bu tartışmalı bilgiyi sorgulamadan köşesine koyuyor...
Saray'a gittiği iddia edilen bu isimin kim olduğu tartışılırken gözler bir anda Muharrem İnce'ye çevrildi, Erdoğan ile İnce'nin görüştüğü ima edildi...
Yalnız burada şöyle bir durum var; Muharrem İnce'nin birinden böyle bir talimat almasına ihtiyacı yoktu ki, zaten onun hem Cumhurbaşkanlığı'na, hem de CHP Genel Başkanlığı'na aday olacağı biliniyordu.
Bu kargaşada düğümün, Kemal Kılıçdaroğlu'nun tutarsızlığı ve gelmekte olan fırtınayı sezemeyip sorumluluk alamamasıyla kördüğüm haline geldiğini anımsatmakta yarar var!
Muharrem İnce'nin kendi köyünde yaptığı basın toplantısında açıkladığı gibi, Kılıçdaroğlu ile telefonda yaptığı görüşmeden sonra söylediği "Burada bir yalan var. Parti yara alacak, yanına geleyim birlikte görüntü verelim" uyarısına, Kemal bey'in "Tamam haber vereceğim" demesine rağmen geri dönmemesi, tüm bunlara rağmen FoxTV'ye katılıp, "Ben şaşırmadım efendim. Doğrudur. İsim vermek istemiyorum" açıklaması kafaların karışmasına sebebiyet verdi.
Kemal Kılıçdaroğlu'na bu bilgiyi kim verdi?
"Tamam haber vereceğim" dediği halde İnce'ye neden dönmedi ve "birlikte kameralar karşısına çıkalım" teklifine neden kayıtsız kaldı?
Bu sorular karşılıksız kalınca ister istemez "acaba Kemal bey'i parti içerisinde kontrol eden yönlendiren birileri mi var? Muharrem İnce'nin kast ettiği, CHP içinde yer alan ve kumpası kuran grup olarak tanımladığı kişiler mi Kılıçdaroğlu'na her istediğini yaptırıyor?" sorusu aklımıza düşüyor?
İşin bir başka boyutuysa, Baykal ailesinin kontrolündeki Halk TV'nin, Muharrem İnce'nin basın toplantısının canlı yayınını yarıda kesmesi akıl alır gibi değil.
Bu tavır, bu davranış Muharrem İnce'nin CHP'den tasfiye edilmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışıldığının ilk işaretlerinden biri değil de nedir?
Peki tavır kime karşı yapılıyor?
CHP'nin içinden çıkmış ve partinin en alt kademesinden en üst kademesine kadar çalışmış, mücadele etmiş, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayına...
Muharrem İnce kimdir?
Son yerel seçimlerde, Ekrem İmamoğlu dahil, CHP'nin tüm belediye başkan adaylar için il il, ilçe ilçe dolaşmış, kendi imkanlarıyla partisinin başarısı için mücadele etmiş, gerçek bir CHP'li değil midir?
Sosyal medyada paylaşımlara baktım da, nankörlük olur olur da bu kadarı da olmaz, dedirtecek, yorumlara rastladım...
CHP teşkilatı elleriyle Muharrem İnce'yi yandaş kanallarına itti, onlar da bunu tepe tepe kullandılar.
Halk TV canlı yayını yarıda keserken, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi hiç bir açıklamasını göstermeyen A-Haber bile İnce'nin basın toplantısını canlı yayınlıyorsa, düşünüp sormak lazım: Bu ortamı kim yarattı?
CHP'yi dizayn etme çabası varsa, kim fırsat verdi?
Bu bir kumpas ise bu kumpası kim kurdu?
Peki ya Muharrem İnce basın toplantısı düzenlemekle doğru mu yaptı, hata mı? Yoksa tüm olanları sineye çekip susmalı mıydı?
Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce ile yan yana basın toplantısı düzenleyip birlik ve beraberlik mesajları içerisinde görüntü verseydi, varsa eğer bir kumpas, kumpası kuranların ellerinde patlamaz mıydı?
Peki Kemal bey neden bunu yapmadı?
O kadar çok soru var ki...
Bence şu kritik soruları yöneltelim kendimize:
Cumhurbaşkanı Erdoğan rakip olarak karşısında kimi ister? Her seçimde evire çevire yendiği ve şamar oğlanına çevirdiği Kemal Kılıçdaroğlu'nu mu?
Yoksa halkın dilinden konuşan, kendisini dinleten Muharrem İnce'yi mi? Bu soruya verilecek yanıt "#CHPyeKumpasvar mı, yok mu?" sorusunun da yanıtıdır.
Hepsi bir yana bu duruma en çok Ak Parti ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan seviniyordur, kuşkunuz olmasın, Beştepe'de ki en kral dairesine kurulmuş, bacak bacak üstüne atmış, derbi maçı izler gibi CHP'nin düştüğü durumu izliyor, içinde de "beter olun" diye kıs kıs gülüyordur.
Bunca seçim kaybettiği halde istifa etme erdemini gösterememiş, partisine hakim olamayan, halk nezdinde itibarı ve sempatisi kalmamış, kendisini dinletemeyen Kemal Kılıçdaroğlu'na kim nasıl güvenecek?
Sokaktaki adam, "Partisini yönetmeyi beceremeyen biri ülkeyi nasıl yönetecek?" diye soruyor. Ve halkın büyük bir bölümünün bunu görmüş olmasına rağmen, cehapelilerin görmemesi ya da görmek istememesi, 17 yıldır Ak Parti ve Erdoğan'ın neden alternatifsiz olduğunun da karşılığı değil mi?
Peki, CHP ve Kılıçdaroğlu bu sorunun üstesinden gelebilir mi?
Bu saatten sonra zor. Çünkü Kemal bey, İnce'nin "birlikte görüntü verelim" teklifine kayıtsız kalmakla bu fırsatı da tepmiş oldu ve kıvılcımın yangına evrilmesine sebebiyet verdi.
Bu saatten sonra yapılacak tek bir şey var. Kılıçdaroğlu'nun istifa edip, genel başkanlığı başkasına bırakması!
Bunca seçim kaybettiği halde koltuğunu bırakmamış biri şimdi gider mi?
Elbette ki hayır...
Yani CHP'de aynı tas aynı genel başkan...
Neyse, daha önce ne demiştim, "bu solculardan ve elbet en çok da CHP'den ne bir cacık olur, ne de ayran!"
Keşke haksız çıksaydım.
Şimdi şöyle geriye dönüp bir bakalım; ülkede onca sorun ve sıkıntı varken, bozulan ekonomiyi, artan işsizliği EYT'lileri, Erdoğan ve ailesinin mal varlığını, Suriyelilerin durumunu, hükumetin dış politikadaki başarısızlığını hangimiz konuşuyoruz?
Yarınlar umutsuz, yarınlar karanlık ama siyaset her zamankinden daha kirli ve çirkin...

Ve bir şiir...
Bülen Ecevit'in kaleminden;
"YARIN"
birşeyler olacak yarın
duruşundan belli
kırdaki atların
bulutların koşuşundan belli
kazışından köstebeklerin toprağı
karıncaların telâşından belli
birşeyler olacak yarın
belki bir tomurcuk
belki bir ağacın düşen yaprağı
belki de bir çocuk
pek o kadar göremesek de uzağı
kuşların uçuşundan belli
birşeyler olacak yarın
öbürgünden önemsiz
yarından önemli

Bülent Ecevit

@SuatOktySnck 

Yazının video versiyonunu izlemek için tıklayın: 

Pazartesi, Kasım 18, 2019

"Boyacı" güldürürken BŞ Belediyesi düşündürüyor!

Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu sezonun ikinci yeni oyunu "Boyacı"nın galasını, Tayyare Kültür Merkezi'nde yaptı...
4 ay önce kaybettiğimiz usta yazar Tuncer Cücenoğlu'nun kaleme aldığı 2 perdelik komedi oyununu Murat Liman yönetti...
Bir doktor muayenehanesine, boya yapmak üzere gelen ama karısı Gül'ün de aklını çelmesiyle doktorun yerine geçen boyacı Kadir’in başından geçenlerin anlatıldığı oyunda, boyacı Kadir'i Mehmet Ali Açıl, karısı Gül'ü de yine kendi karısı Didem Akın Açıl canlandırıyor ki, öyle böyle değil, tek kelimeyle döktürüyorlar. Sadece Açıl çifiti de değil, ona eşlik eden Nihal Türksever, Günay Güney, Uğur Serener, Volkan Yıldız, Kutlay Akbal, Didem Hun Liman, İpek Zeylan, Sergen Bölük ve Seçkin Kaymaz da akışı fazlasıyla hak ediyorlar. Oyunun müziklerine imza atan ise yönetmen Murat Liman'la birlikte Ömer Göktepeliler...
Kahkaha garantili, son yıllarda Şehir Tiyatrosu'nda izlediğim en keyifli komedi "Boyacı"ydı diyebilirim...
Murat Liman, geçen yıl da "Salaklar Sofrası" oyununu hazırlamış ama nedense hiç sahnelenmeden oyun çöpe atılmıştı.
Edindiğim bilgilere göre, oyunun bir yerinde şarap içme sahnesi varmış ve bu nedenle, tam gösterim aşamasına gelindiğinde, Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne çöreklenmiş yobaz zihniyet nedeniyle oyun harcanmış.
Sanki oyunda gerçekten şarap içilecek, sanki oyun icabı dahi olsa şarap mizanseni günaha sokacak! Pes ki, ne pes...
Peki hangisi daha günah?
Emeklerin yok edilmesi mi, gerçek olmayan bir şarap sahnesini sergilemek mi?
Bu nasıl zihniyettir, bu nasıl köhne anlayıştır. Benzer bir olay, 2008'de Ali Düşenkalkar'ın sahneye koyduğu Deli İbrahim oynunun da başına gelmişti. Benim de rol aldığım muhteşem oyunda, kadın oyuncuların kostümlerinin dekolte içerdiği iddiasıyla, bir sezon sahnelendikten sonra gösterimden kaldırılmıştı.
Yine benzer bir yaklaşım nedeniyle, Uluslararası İpek Yolu Film Festivali 'nin de Recep Altepe döneminde yok edildiğini anımsıyorum!
Neymiş gerekçesi, festivale katılan yabancı konuklara kokteyllerde alkollü içki ikram ediliyormuş...
Neyse, gelelim tekrar "Boyacı" oyununa...
Hafta sonu Tayyare Kültür Merkezi'nde oyunun galası yapıldı. Gala'ya Cücenoğlu'nun eşi Aygül Cücenoğlu ve çocukları da katıldı. Cücenoğlu, eşinin Bursa için daha önce hiç bir yerde sahnelenmemiş bir oyun yazmak istediğini, ama buna ömrü vefa etmediğini söylerken bir hayli duygulandığı görüldü.
Ayrıca Tayyare Kültür Merkezi Fuaye Alanı'nda, usta yazar Tuncer Cücenoğlu'nun 50. sanat yılı anısına hazırlanan ve birçok dile çevrilmiş, çeşitli ülkelerde sahnelenmiş oyun afişlerinin sergisi açıldı.
Yani aslında her şey çok iyi düşünülmüş sanki ama eksik bir şey vardı...
Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş...
Bursa'ya ilk geldiği dönemde sanatçılarıyla toplantılar yapmış, onların yanında olduğunu göstermişti.
Peki ya neden galalara katılmaz sn Aktaş?
Bir önceki "Kanatlar" oyununun galasında da yoktu, Boyacı'da da görünmedi sn başkan?
Böylesi önemli bir galada kendi öz sanatçılarının yanında yer almayacak da ne zaman gelecek?
Sn Recep Altepe bu yetenekli insanları hep ihmal etmiş, kıymet bilmemişti.
Nilüfer Belediyesi başkanları, sn Bozbey ile Sn Erdem de her oyunun galalarında sanatçılarını asla yalnız bırakmazken, sn Alinur Aktaş'ın, Sn Altepe gibi davranması üzücü...
Üzücü ve eksi bir durum daha var, o da Şehir Tiyatrosu'nun galalarının sönük geçmesi...
Son iki galaya gazeteciler ilgi göstermezken, tiyatroseverlerin de kayıtsız kaldıkları dikkatlerden kaçmadı.
Galalarda yaşanan o coşku ve heyecan törpülenmiş sanki...
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu ile kıyaslayınca arada çok büyük fark çıkıyor ortaya.
Neden Bütükşehir Belediyesi'nin tiyatrosunda benzer coşku ve heyecan yok?
BŞ Belediyesi mi tanıtımda yetersiz kalıyor, yoksa Şehir Tiyatrosu'nun idaresinde mi bir sıkıntı var, anlamış değilim.
Acaba, Şehir Tiyatrosu oyunlarını iyi satamıyor mu?
"Satamıyor" derken, tanıtımını iyi yapamıyor anlamında söylüyorum bunu.
Çünkü Bursa BŞ Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nun olanakları Nilüfer'den çok daha fazla ve daha iyi...
Acaba, zihniyet farkının yaratığı sonuç olabilir mi?
Bir yanda sanatçılarına özgür bir ortam yaratan bir yapı, diğer yanda sanatçılarına müdahale ederek onları sınırlayan zihniyet?!
Hangisi acaba?

@SuatOktySnck 

Perşembe, Kasım 14, 2019

Gelelim İsmet Paşa’nın günahlarına…


Kafamı yıllardır kurcalayan bir kaç soru vardı ve 10 Kasım günü o sorular tekrar aklıma gelince bu yazıda sorulara yanıt aramaya çalışacağım. İsmet İnönü nasıl biriydi sizce? Bazı kesimler, Atatürk'e bir şey diyemediklerinden, onu sert bir şekilde eleştirirken, diğer bir kesim de Atatürk kadar olmasa bile bana abartılı gelen büyük bir sevgi beslerler İsmet Paşa'ya... Atatürk'ün en çok güvendiği isimlerden biriydi kuşkusuz, ülkeyi de gençlerle birlikte önce ona emanet etmişti. Ya da Genç Türkiye Cumhuriyeti ona kaldı... Peki İsmet İnönü kendisine kalan veya verilen bu emaneti doğru ve Atatürk'ün hedeflediği şekilde koruyabildi mi, yoksa yanlışları var mıydı? Bu yanlışlarına değiniyorum. Bu yanlışlarını duymak/okumak istemeyen varsa peşinen söyleyeyim yazıyı kapatsın, gitsin hoşlarına gidecek yazılar okusun. Bu yazının içeriği bir çok kişinin canını sıkabilir, demedi demeyin...
Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi?
Ne oldu da cumhuriyetten ve Atatürk’ten geniş bir kitle bu kadar çok nefret eder oldu?
10 Kasım 1938’den sonra ne oldu da, ülkeyi emanet alanlar yönetemedi, yönetmeyi beceremedi bu güzelim ülkeyi?
Siz merak etmiyor musunuz?
Nerede yanlış yaptı, Atatürk’ten sonra gelenler?
Neden, Atatürk’ün hedeflediği ve çizdiği yoldan değil de, tamamen çıkarcılığa ve menfaate dayalı
bir rejim ortaya çıktı?
10 Kasım günü ben bunu düşündüm…
Gerek Anıtkabir’de yaşanan Erdoğan tezahüratları, gerek rabia işaretinin yapılması, gerekse Sn Erdoğan’ın muhalefet liderinin elini sıkmaması, bana bunları düşündürttü?
Nasıl olur da ülkenin Cumhurbaşkanı, alenen, göz göre göre yalan söyleyebilir?
Gerçi Sn Erdoğan’ın ilk yalanı değil; Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Ramazan Ayı olduğuna bakmadan mitinglerde, yapmadığı havaalanları, barajları kendisinin yaptığını söylemişti gerçi ya, bu seferki yalanı gerçekten de halkını cahil bırakma, cahilliğinden yararlanma açısından çok tehlikeli bir yalandı.
En son ne dedi Erdoğan?
“Harf devrimiyle birlikte %50 olan okuma yazma oranı sıfırlandı!”
Peki Atatürk ne demiş harf devriminin yapılma gerekçesi için?
"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."
Bir yanda halkının aydınlanması, bilinçlenmesi için çabalayan ilk Cumhurbaşkanı Atatürk, diğer yanda
Inandığı ve mensup olduğu İslam dini tarafından bile günah olarak kabul edilen yalana baş vurarak halkının cehaletinden medet uman, cahil kalması için yalan söylemekten çekinmeyen son Cumhurbaşkanı…
Ne demişti Hitlerin Propagandacısı Joseph Goebbels, “yalan ne kadar büyük olursa ve ne kadar çok tekrar edilirse, hem inananı çok olur, hem kendi o yalana inanmaya başlar!
Müslümana yalan söylemek günahmış, yok yandaşları bu günaha ortak oluyormuş, bunların hiçbirine değinmeme gerek yok. Çünkü her şey ortada.
Benim derdim başka: Nasıl oldu da Türkiye bu duruma geldi, suçlusu kim, onu sorguluyorum.
Hemen, 10 Kasım 1938’in sonrasına gidiyorum ve şunu soruyorum:
Mustafa Kemal Atatürk öldükten sonra ülke kime kaldı?
Benim aklıma hemen tek bir isim geliyor!
İSMET İNÖNÜ…
 
Türkiye’nin bu güzle ülkemizin Cumhuriyet sonrası kader anları var ve bu kader anlarından belki de en önemlisi, 10 Kasım 1938’de yaşandı.
Kendine iyi bakmayan, sağlığına dikkat etmeyen, içki ve sigara illetinden sıyrılamayan Atatürk 57 yaşında, belki de en verimli, en faydalı olacağı çağda, hayata gözlerini yumdu.
Yok zehirlenmiş, yok şu olmuş bu olmuş. Geçin bunları, zehirlenme varsa bile bunu kendi kendine yaptı.
Bakmadı kendine ve dünya veda etti. Geride çok önemli bir eser bıraktı: Çağdaş ve özgür bir ülke: Türkiye Cumhuriyeti…
10 yıl daha yaşasaydı ya da beş yıl daha; ne olurdu, bilemem ama sağlıksız ve zihni bulanık birinin ne kendisine ne de başkasına faydası dokunabilir…
Peki kime ülkeyi bıraktı Atatürk?
Gençliğe…
Peki gençlik ne yaptı?
Onun emanetine ihanet etti…
Sadece bugün değil, 1938’den başlayarak
Günümüze kadar…
İlk ihanet İsmet Paşa’dan geldi…
Şimdi birileri, homurdanacak, “ayıp oluyo, haksızlık bu, yuhhhh” diyecek biliyorum ama onların vereceği tepki, bu acı gerçeği değiştirmeyecek.
Neden, hemen açıklayayım; Atatürk’ten sonra ülkeyi emanet alan İsmet İnönü, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni 2. Dünya savaşına sokmadı (belki de yaptığı tek doğru davranış buydu) ama
Yanlış politikaları nedeniyle Demokrat Parti’nin doğmasına sebebiyet verdi. Elbette bunda, dışarıdan gelen çoğulcu demokrasiye geçilmesine yönelik baskıların da etkisi yadsınamaz.
Fakat ne olursa olsun, Demokrat Parti ve Menderes-Celal Bayar döneminde ülkenin talan edilmesine kayıtsız kalmış ve belki de en önemlisi Köy Enstitüleri’nin kapanmasına ses çıkarmamıştı, ki bence ülkemizin ikinci kader anlarından biridir bu olay…
Bugün yaşadığımız birçok sorunun kaynağı da işte bu döneme dayanır. Zira, Demokrat Parti, cumhuriyet döneminin tüm kazanımlarını har vurup harman savurmakla kalmadı, hem ekonomik hem de sosyal anlamda gelecekteki krizlerin tohumlarını attı.
İyi de ne yaptı İsmet Paşa?
“sizi ben bile kurtaramam” demekle yetindi sadece, o kadar!
Başka ne yapabilirdi peki?
Mesela, çok partili sisteme geçilirken kontrolü elden bırakmayabilirdi. Bu güç ve dirayet vardı onda…
Ama o seçimleri kaybettiği için küsüp halkı cezalandırdı!
Demokrat Parti ülkeyi batırırken İsmet Paşa seyretti.
Taa ki, 1960’a kadar…
Ondan sonra olanlar ise tam bir trajedi…
Ülkenin gidişatından rahatsız olan ordu, İsmet Paşa’ya rağmen darbe yaptı ve generallere sözünü geçiremedi…
Peki Atatürk yaşamış olsaydı, Atatürk’e rağmen generaller o darbeyi yapabilir miydi?
Atatürk kontrolsüzce çok partili sisteme geçilmesine göz yumar mıydı?
İsmet Paşa neden göz yumdu?
Eğer İsmet Paşa çoğulcu demokrasiye geçişi kontrollü, yani yavaş yavaş, adım adım, kademe kademe yapsaydı ne Adnan Menderes arsızca davranabilirdi, ne de dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Menderes’in yanlışlarını destekleyebilirdi… Ve sonunda o asılma trajedileri de yaşanmazdı.
İşte bu yüzdendir ki, İsmet İnönü başta olmak üzere sonradan gelenler Atatürk’ün emanetine ihanet etti!
Bu ihanet çizelgesinde ordunun ve askerlerin günahı tartışılamaz. Özellikle de 1980 darbesi ve sonrasında olanlar, zaman zaman kabuk bağlayan yaraların iltihaplanmasına sebep oldu.
O yara tedavi edilemediği için bugün kangrene dönüşmüş durumda…
Kangren olan uzuv kesilip atılır da…

Kangren eğer vücudu ve özellikle baş kısmını sardıysa….

YAZIMIN VİDEO VERSİYONU İÇİN TIKLAYIN:

 

 @SuatOktySnck 

Pazartesi, Kasım 11, 2019

Turgay Erdem, Mustafa Bozbey’i aratır mı?


Yerel seçimlerin ardından BŞ Belediye Başkanlığı’nı kazanamayan Mustafa Bozbey’in Nilüfer Belediyesi’nde ki koltuğuna yardımcısı Turgay Erdem oturmuştu…
Erdem başkan seçildikten sonra, bir süre Bozbey’in kurduğu ekiple işlerini yürüttü. Mart’ta yapılan seçimlerin ardından 9 ay geçti…
9 ayda neler olur neler, en azından çocuk olur(!)
Turgay Erdem, bu süre içerisinde (haklı olarak) kendi ekibini kurmaya, bazı müdürlükleri değiştirmeye başladı.
Bunlardan biri de Güney Özkılıç, başarıyla yürüttüğü Kültür Şube Müdürlüğü’nden alındı…
Güney, yetenekli, başarılı ve çok etkili, entelektüel, üretken bir isim olmasına rağmen görevden alınmasına kimse anlam veremedi.
Nitekim Özkılıç’ı İstanbul Küçük Çekmece Belediyesi kaptı ve aynı pozisyona atadı…
Özkılıç’tan boşalan koltuğa henüz kimsenin atanmaması ise bir hayli ilginç.
Nilüfer Belediyesi’nin bugüne kadar kültür ve sanata verdiği destek ortada… Bunu kimse inkâr edemez.
Bu ortamı yaratan da kuşkusuz Mustafa Bozbey’in anlayışıydı. Bozbey gittikten sonra yeni başkan Turgay Erdem’in ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyoruz ama açıkçası kafalarda soru işaretleri oluşuyor.
Özellikle Güney Özkılıç gibi bir değeri bir çırpıda harcamasının anlamsızlığı dururken, şimdi de amatör sanatçılara ve tiyatro gruplarına sanatlarını icra etmek için ücretsiz sağladığı hizmeti durdurduğunu öğrendim.
Biz de Tiyatro İnSanat olarak, birçok kez Nilüfer Belediyesi’nin bize sunduğu fırsattan yararlanmış ve oyunlarımızı sahneleme imkânı bulmuştuk.  
Bu sezon için hazırladığımız “İçerdekiler” oyunu için dilekçe ile yaptığımız başvuruya “Artık devlet kurumları ve derneklerden de salon tahsis kullanım bedeli alınacaktır. Bu bedel günlük salon kullanımı 500 TL’dir” yanıtını aldık.
Yanıtı okuyunca, “Nilüfer Belediyesi de Ak Partili belediyelere benzemeye başladı” diye düşündüm.
Çünkü onlar da böyle yapıyorlar…
Ha, bir de Mudanya Belediyesi var ki, onların bize yaşattıklarını daha önce bu köşede yazmıştım.
Biz amatör bir tiyatro grubuyuz. Ne kazanıyoruz ki, günlük 500 TL salona verelim…
Öyle anlaşılıyor ki, Bursa’da sadece Nilüfer Belediyesi’nin Bozbey döneminde sağlanan özgür sanat yapma ortamında biz amatörlere hayat hakkı, sanat yapma fırsatı kalmıyor.
Gerçi, Nilüfer Belediyesi’nde görev yapan arkadaşlarımdan bu durumun, yani “salon tahsis kullanım bedeli”nin neden uygulanmaya başladığını öğrendim ama…
Yine de, “salonlar çok hor kullanılıyor, salonda oyun oynayan gruplar tesise zarar veriyor, bu nedenle artık kimseye ücretsiz vermeyeceğiz, bir bedeli olacak!” uygulaması bana makul ve mantıklı gelmedi.
O zaman, salon için para ödeyen gruplar, “madem parasını verdik istediğimizi yaparız, istediğimiz gibi kullanırız” düşüncesine kapılmayacaklar mı?
Bence çözüm, salon/sahne vs vs tahsis edilen okul, grup, dernek veya vakıflardan bir taahhütname alınabilir, kısa bir sözleşme yapılabilir ve salona verilecek zararın kullanıcıdan karşılanması koşuluyla bu hizmet sağlanmaya devam edilebilirdi…
Ama bunu yapmak yerine sadece “para karşılığı salon vermek” sanki Nilüfer Belediyesi’nin paraya ihtiyacı varmış da bu nedenle böyle bir uygulamaya gidildiği izlenimi yaratıyor.
Ve daha da kafa karıştırıcı olan ise “acaba Turgay Erdem, Mustafa Bozbey’i aratıyor mu?” sorusunu akıllara getirmesi…
Bence hepsinden daha üzücü olan ise bu algının yerleşecek olması…
İşte bu olursa, Turgay bey ne yaparsa yapsın, Ak Partililerden bir farkı yok, dedirtmeye başlayacak ki, o zaman "çalsın sazlar oynasın kızlar(!)" 
..bu imajı düzeltmek için uğraş dur!
Tabi, imajının zedeleneceğini düşünmüyorsa, yapacak bir şey yok, başarı ve bol şans dilemekten başka...

Perşembe, Kasım 07, 2019

Futbolun canı cehenneme(!) yaşasın tiyatro...

Nillüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu bu sezonun ikinci oyununu da sahneye koydu.
Oyunun adı: Yangınlar...
Wajdi Mouawad'ın "İçimdeki Yangın / Incendie" adlı oyunundan Türkçeye uyarlanan Yangınlar'ı sahneye koyan Murat Daltaban...

Aslında aynı gün ve yaklaşık saatlerde Galatasaray'ın Real Madrid ile oynayacağı Şampiyonlar Ligi maçı da vardı ama ben, eski bir spor muhabiri olmama rağmen artık sanatla iştigal eden biri olarak elbette tiyatro oyununa gitmeyi tercih ettim. İyi ki de böyle bir tercihte bulunmuşum; 6-0 yenilen kibirli Fatih Terim'in son şaheseri(!) yerine Murat Daltaban'ın ustalığını konuşturduğu şahane bir oyun izledim.
Nillüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu, sezonun ilk oyununda Hayali'nin Hayali ile sanatseverlerin karşısına çıkmıştı. Sezonun en iyi oyunu olacakken uzunluğu yüzüden (bana göre) bu şansını kullanamamıştı. Ama Yangınlar, tartışmasız bu yılın Bursa'da sahnelenen ve sahnelenecek (gerçi Bş Belediyesi'nin Murat Liman yönetiminde "Boyacı" adlı oyunu geliyor ama...) Oradaki atmosferin Nilüfer belediyesi kadar özgür olmadığını bildiğim için çok da umutlu değilim doğrusu...
Hele ki, geçen sezon yine Murat Liman'ın yönettiği ama sırf şarap şişesi görünüyor diye hiç sahnelenmeden gösterimden kalkan "Salaklar Sofarsı"nın akıbetini düşündükçe Şehir Tiyatrosu'ndaki arkadaşlarımın durumuna üzülmeden edemiyorum...
O nedenle, Nilüfer Belediyesi'nin sanatçılarına sağladığı özgür ortam için teşekkürü borç biliyorum.
Neyse gelelim "Yangınlar"a...
Nazım Hikmet Sahnesi'nde galası yapılan oyun için -adından başka- önceden her hangi bir bilgim yoktu.
Oyun başladı, giriş tiratları okundu ve derken...
"Anaaa, bu -İçimdeki Yangın- filminin oyunu...
Bir kaç yıl önce izlemiştim, 2010 Kanada yapımı Incendie'ın oyun versiyonu...
Daha bir dikkat kesildim izlerken, çünkü film çok etkileyiciydi ve izlerken tek kelimeyle insanı "sarsıyordu"
Gerçi orijinali zaten bir tiyatro oyunuydu ama sinema versiyonu gerçekten de izleyen derinden etkiliyordu...
İlk perdede yönetmen Daltaban metaforlara ağırlık veren danslarla karışık bir anlatım tercih etmiş.
Bu durum klasik izleyicinin algısını zorlasa da öykünün dokusuna farklı bir derinlik katmış.
Sahne tasarımı, dekor, müzikler (tabi ilk gösterim olduğu için zaman zaman replikleri bastırdığı da olmadı değil) ama duyguyu geçirme açısından çok başarılıydı.
Oyunun ışık ve kostüm açısından ilk bakışta sanki basit gibi görünse de sanat yönetimi de metaforik anlatıma yerinde hizmet ediyordu.
Ve elbette Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu'nun genç oyuncu kadrosu, her oyundan sonra bir kez daha devleşiyor. bazen düşünüyorum, neden hepsi bu kadar genç, neden hiç (orta) yaşlı oyuncu yok aralarında diye ama, hepsi birbirinden yetenekli ve her oyundan sonra deneyimleri katlanarak artıyor...
Çünkü aynı kadro sezon boyunca dönüşümlü de olsa neredeyse 7 farklı oyun için sahneye çıkıyor.
Kolay değil 3 farklı oyunun ezberi, karakterlerden kopmadan farklı karaktere geçiş ve üst düzey performans sergilemek. Umarım Nilüfer Belediyesi bu çocuklara hakkını veriyordur... 
Eğer "İçimdeki Yangın / Incendie" filmini izlemediyseniz, önce gidin oyununu görün, filmi o zaman daha bi keyifle izleyeceksiniz, zira filmin metaforu ile oyunun metaforu farklı iki ayrı lezzet...
Elbette biri tiyatro, biri sinema fakat sanatseverlere önerim; önce tiyatro versiyonu, sonra sinema...
Ha ne diyordum; Galatasaray, Real Madrid'den 6 yemiş...
Eee Fatih hoca kibrinin ve çok bilmişliğin faturasını Galatasaray Kulübü'ne ödetiyor...
Sırtına bindiği yerli oyuncular sayesinde (sözde) imparator Terim, yabancı oyuncular sayesinde de "imPARAtoner" olmaya doğru hızla ilerliyor.
Sanki Serdar Aziz ile Eren Derdiyok'un ahı mı tutuyor nedir...

Neyse, bir önceki yazımda "geleneksel medya öldü yaşasın internet medyası", diye yazmıştım;
şimdi de "futbolun canı cehenneme(!), yaşasın sanat, yaşasın tiyatro..." diyorum...

Büyükşehir Belediyesi'nin güzide festivali 18. Uluslararası Karagöz Kukla ve Gölge Oyunları Festivali'nin 11-16 Kasım tarihleri arasında yapılacağını anımsatarak yazımı noktalıyorum...

 @SuatOktySnck 

Cuma, Kasım 01, 2019

Geleneksel medya öldü, yaşasın internet medyası(!)


Geleneksel medya, klasik gazetecilik, televizyon ve radyo yayıncılığı tek tek son nefesini vermeye başladı. Bunun ilk örneği Bursa’da yaşandı ve Bursa medyasının amiral kuruluşu Olay, televizyon ve radyosunun sesini susturdu, ve görüntüsünü kararttı…
Üzgünüm, zira bugünkü dünya görüşümün şekillendiği, bu satırları az hatayla bu şekilde dile getirebiliyor ve düşündüklerimi anlaşılır şekilde ifade edebiliyorsam Olay okulunda öğrendiklerime ve yaşadığım deneyimlerime borçluyum.
1989’un sisli bir Kasım akşamı adım attığım Olay, benim için gerçek bir okul olmuştu. Hem gazetesinde hem de televizyonunda (ki televizyonunun kuruluşuna bizzat tanıklık etmişliğim vardır) hayatı haberleştirmeyi, haberciliği özetle gazeteciliği öğrendim.
Bakın, “gazetecilik” diyorum… Bugün gazeteci diye etrafta dolananların ne olduklarını hepimiz biliyoruz…
Benden sonra, uzun bir süre büyük oğlum Ferit de Olay TV’de haber spikerliği yaptı. Anlayacağınız Olay’ın bizim için yeri ayrıydı…
Neyse, 1 Kasım itibariyle Olay Medya’da TV ve radyo kepenk indirdi.
1 ay önce, 1 Ekim, “Cavit Çağlar fırsatı kaçırdı!” başlıklı bir yazı yazmış, “keşke kapatacağına tv ve radyoyu çalışanlarına bıraksaydı” demiştim.
Çünkü böyle bir eylem Cavit Çağlar’ın adını Türk medya tarihine kazıtacak ve tüm dünyada da haber olacaktı.
Elbette bu yazdığım Çağlar’ın umurunda değildi. Niye olsun ki, onun derdi zaten gerçek anlamda gazetecilik yapmak değildi. Gazete ve medya siyasi kariyerinde önemli bir bariyer, gücünü perçinleyecek, hatta muhafaza edecek bir araçtı sadece…
Evet vizyonuyla, doğru insanları etrafında toplamasıyla, birçok insana gazetecilik yapma fırsatı tanıdı, ben ve oğlum dahil birçok insan ekmek yedi, bu başka…
Fakat, amma ve lakin Cavit beyin siyasi kariyeri sona erip, bir beklentisi de kalmayınca medyaya olan ilgisi ve cazibesi de tükenmiş oldu.
Artık olay TV ve Olay FM yok…
Dediğim gibi, keşke çalışanlarına bıraksaydı ama ne yazık ki, Cavit Çağlar o algıdan çok uzakmış…
Gazetesi de ne kadar gider belli değil…
Geleneksel medya yavaş yavaş yok oluyor, yerini sosyal medya tabanlı internet haberciliği, internet yayıncılığı aldı…
Sokak röportajları yaptığımız oğullarımla birlikte kurup yürüttüğümüz Youtube kanalımız “Sen Ne Dersin” bile Olay TV’den daha çok izlenir olmuştu.  
25 Ocak’ta açtığımız kanalımız şimdiye kadar 20,6 milyon görüntülenme, 110,9 milyon dakika da izlenme aldı, hiç reklam yapmadan (an itibariyle) 53 bin 495 aboneye ulaştı…
Bir yanda milyon dolarlara kurulmuş bir medya şirketi, diğer yanda, bir kamera, bir bilgisayar ve dört kişi ile yürütülen bir Youtube kanalı…
Aynı şey internet portalları için de geçerli…
2 bin-3 bin liraya kurulan bir web sitesi çok düşük maliyetle habercilik yapabiliyor, üstelik hızlı ve üstelik etkili…
Peki ya doğru habercilik?
Gerçeklik, inandırıcılık…
Kalite?
Geleneksel gazeteler ne kadar, inandırıcı ve doğru, ne kadar kaliteliydi ki?
Eskiden belki ama bugün gazete ve televizyonların ne halde olduğu ortada…
Değişime ayak uyduramayan, çağı yakalayamayan her oluşumun sonu yok olmaktır.
Geleneksel medya öldü, el fatiha;
…yaşasın internet medyası!