Pazartesi, Aralık 30, 2019

Barış Özcan’dan bunu beklemezdim...

Barış Özcan Youtube’da kendi adıyla sahip olduğu kanalında çok özel videolar yapan, takipçilerini entelektüel bilgi ve birikimiyle etkileyen, izlettiren gerçekten de çok özel bir isim. Ve en vasat videosu bile 500 binin üzerinde görüntülenen, milyonlarca abonesi olan bir youtuber!
Ben de uzun zamandır kendisini beğenerek izliyor ve takdir ediyordum, ama son videosu hariç…
Biliyorsunuz Türkiye’nin artık “Yerli ve Milli” sloganıyla ortaya çıkarılan bir otomobil markası var: TOGG…
TOGG ne anlama geliyor artık açıklamaya gerek yok. Barış kardeşimiz de sözde yerli ve milli TOGG otomobili hakkında bir video hazırlamış. Biliyorsunuz kendisi ABD’ye yaşıyor ve video çalışmalarını orada yapıyor! TOGG hakkında yaptığı videosunu izlerken ne diyeceğini gerçekten de merak etmiştim. Videosunu tıkladım ve izlemeye başladım. Bilen biliyordur, onun da elektrikli hatta kendi kendine gidebilen bir TESLA otomobili var! Yani bu konuda ahkam kesecek ve kaale alınabilecek ilk isimlerden biridir Barış Özcan…
Videosunu izliyorum, u da ne; Barış’tan tek kelime eleştiri, tek kelime yorum yok. Bir yıkama yağlama ki sorma gitsin. Ben şok!
Ben de buradan eleştiriyorum kendisini:
Geç bunları anam babam, bu TOGG ne kadar yerli ne kadar milli onu anlat! Yok sedan modelini beğendim, yok gri rengini, falan filan... Bunlar değil mesele? Bu aracı kim tasarladı? Bu aracın motoru, yazılımı kime ait? Biz Türkler mi yaptı, yoksa bi yere sipariş mi verdik? İşte bütün mesele bu sevgili Barış! Bu otomobil gerçekten yerli ve milli mi, yoksa kandırmaca mı var? Yok Tesla da Fransızlara yaptırmış, İtalyanlara TOGG'un tasarımının yapılmasında ne varmış, mışta mış mış... Yok Tesla markası Sırp Nikola Tesla'dan geliyormuş. İyi de Tesla artık evrensel bir değer değil mi? Bu biiirrr, Tesla'nın dedeleri Osmanlı vatandaşıydı bu da ikiii(!)
Ya, dalga mı geçiyorsun, seni şaşkınlıkla izledim! Yuh dedim içimden, yuh ki ne yuh! Bu videon tek kelimeyle hayal kırıklığı be kardeş! Elon Musk güney Afrikalıymış... Tesla'nın yerli ve milli olma derdi mi var? Verdiğin örneğe bakar mısın? Ama bizimkilerin, özellikle bizi yöneten siyasetçilerin var ve insanları milli ve yerli sloganıyla kandırıyorlar, sen de bunu anlamak istemiyorsun ve anladığım kadarıyla alet oluyorsun. Bizim itirazımız buna. Biliyorum suya sabuna dokunmak gibi bir huyun yok ama keşke bu konuda biraz daha objektif olabilseydin… Elbette TOG’un tasarımı güzel, böyle bir otomobilimiz olsun mu, e olsun. Kıskananlar taş olsun mu olsun! Ama kalkıp bunu "yerli ve milli" diye kakalamaya çalışanları haklı çıkarmaya çalışırsan olmaz. Zira vatandaşımızın yerli ve milli duygularıyla oynamak hoş değil. İşte burası sakat, burası hastalıklı kısım, zira bu ülke insanını kimsenin aptal yerine koymaya hakkı yok, senin de yok BARIŞ!
Bi de sosyal medyada projeye yapılan eleştirilere kızanlar ve neredeyse eleştirdiği için vatan hainliğiyle suçlayanlar var! biri de bana, “Sen kendin ne kadar Türksün de eleştiriyorsun?” diye yazmış. Bu projeyi eleştirmek için ille Türk mü olmak lazım, nasıl saçma bir mantık bu? Neden ve neyi eleştirdiğimizi anlamıyorlar. Benim itirazım böyle bir aracın yapılmasına değil, "yerli ve milli" diye vatandaşın yerli ve milli duygularının sömürülmesine...  Barış Özcan son bölümünde Tesla'nın hangi süreçlerden geçtiğini özetlemiş. Bu işler, İtalyanlara ya da birilerine sipariş verilerek olacak iş değil, oluyorsa o zaman bu yerli ve milli olmaz, olamaz!  Böyle bir girişime başlıyorsanız önce 10-15 yıllık bir ar-ge çalışması, ardından da bi o kadarlık fabrika kurmanız gerekiyor. Hani nerede bizim fabrikamız?  Fabrika olmadan, şapkadan tavşan çıkarmak gibi "alın bu yerli ve milli otomobil" diyerek show yapmak hem ayıp hem de günahtır! Ben yemem, yiyene afiyet olsun derim... Ama bunu cilayıp abartarak övenlere de eleştirimi yaparım. Sevgili Barış kardeşim kusura bakma ama, farkında olmadan bu noktayı atlamışsın...
TOGG CEO’su M. Gürcan Karakaş CNN’e bir açıklama yapmış: Bak ne diyor Karakaş:
-Türkiye’de üretilen araçların yerlilik oranı maksimum yüzde 63. Biz yüzde 51 sözü verdik.
(e hani yerli ve milli demişti  Sn Erdoğan... Mevcut otomotiv üretimimiz daha milli ve yerliymiş; CEO öyle diyor; ben demiyorum.)
Karakaş şöyle devam ediyor:
- Sonrasında ise ikinci, üçüncü modellerde yüzde 68’e çıkaracağız dedik. İmalat başladıktan 3 sene sonra 68.8 oranına geleceğiz.
Şimdi TOGG yerli ve milli ise Reanult ve TOFAŞ/FIAT ne oluyo?
Bence TOFAŞ/FIAT, Renault ne kadar yerli ve milli ise TOGG da o kadar yerli ve millidir…
Madem o kadar meraklısınız yerli ve milli olmaya o zaman benden size beleşe bi slogan “Yerli ve milli, herkes TOGG’a binmeli…”
-Bi dakkka, ilk yerli otomobilimiz Devrim değil miydi?

-Boş ver, Devrim’i, artık Togg var toooog, kapı gibi aslan gibi, taş gibi, ver mehteri veeer!
-Ama bi dakka, ya bi van minut, Devrim arabasını yapan gerçekten de yerli ve milli mühendislerimize ayıp olmuyor mu?
-Ya bi git, yemişim Devrim’i, TOGG, en hakiki yerli ve en milli, Reis var arkasında Reis…
-İyi ama Kanal İstanbul var, çılgın projeydi hani!
-Dur şimdi, konumuz yerli ve milli otomobil… Kanal İstanbul çok çılgın proje, şimdi sıra az çılgın proje TOGG yerli ve milli…
-İyi de arkadaş, Bu Katar Emiri’nin annesi Kanal İstanbul’un geçeceği istikamette 600 dönüm arazi satın almış! Sadece o değil, Ayrıca Kuveytli iş adamı Wael Alnusef’ın şirketinin 53 dönüm, Suudi Arabistanlı iş adamı Sulaıman Al Muhaıdıb’ın da proje güzergâhından 9 dönüm arazi aldığı ortaya çıktı!
-Alsınlar hepsi Müslüman bunlar, Müslüman alsın başkası almasın…
-Yani Müslüman olunca normal öyle mi? Yahu insan vatan toprağını parayla başka ülke insanına satar mı, bu nasıl bir mantıktır?
-Şimdi bırak onu TOGG bak Togg’a hey yavrum hey…
-Asgari ücret açıklandı yapılan zam çük gibi. Ülkede milyonlarca insan asgari ücretle geçiniyor...
-Ya bana bak, sen kıskanıyon mu yoksa!
-2.324,70 TL ile 3 çocuklu 5 nüfuslu bir aile nasıl geçinir? Yerli ve milli olmayan, ama öyleymiş gibi yutturulan TOGG’u hangi asgari ücretli satın alabilir?
-Ya zaten TOGG bizim için yapılmadı, dünyaya satacaz biz onu, ülkemiz kalkınacak…
-Hee ülkemiz kalkınacak öyle mi? Peki ya asgari ücretli, 2.324,70 TL ile geçinenler?
-Ya sende amma mızıkçılık ediyon ha, ayıp ama… Şunu şurasında bi yerli arabamız var diye sevinmiştik, onu da kursağımızda bıraktın, ben oynamıyom…
-Dur hele dur, nereye gidiyon, daha yerli ve milli uçağımızı havalandıracaktık…
Sahi ya, bi de Yerli ve milli uçak muhabbeti yapılırdı her seçim öncesi değil mi? Sahi ne oldu o uçaklarımız?
İnşallah TOGG’un sonu da milli uçağımıza benzemez diyor ve size Tolga Örnek’in yönettiği “Devrim Arabaları” filmini izlemenizi tavsiye ederim. İzlemediyseniz mutlaka izleyin, ve zor koşullarda dahi olsa kendi insanımızın, mühendislerimizin kısa sürede neler yapabileceklerini ve siyasi otoritenin bir çuval inciri nasıl heba ettiğini ibretle izleyin!


YAZIMIN VİDEO VERSİYONUNU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN:

Pazar, Aralık 22, 2019

Demokrasi görünümlü Kakistokrasi...

Bir önceki yazımda size kleptokrasiyi anlattım, yani bir ülkede hırsızların legal şekilde demokrasinin olanaklarını kullanarak, halkı ikna ederek ya da amiyane tabirle ifade etmem gerekirse “halkı kandırarak” ya da daha da amiyane ifadeyle “halkı dolandırarak” iktidara gelmelerini ve gitmemek için her yolu denediklerini ama sonlarının hiç de iyi olmadığını özetlemiştim. Bu yazımda ise yine başka bir enteresan yönetim şekli olan “kakistokarsi” rejimini anlatacam. Hazır mısınız?
Arkanıza yaslanın ve entelektüel seviyesi yüksek olanların bildiği, benim gibi orta seviye genel kültüre sahip(!) insanların da yeni yeni duyduğu “kakistokrasi” neymiş hep birlikte öğrenelim….

Siz toplum içerisinde kendini nereye koruyorsunuz, hangi kesime daha yakınsınız? Cahillere mi? Akıllı ve zekilere mi? Uyanık ve kurnazlara mı, yoksa aptallara mı yakınsınız?  Herkes kendini uyanık zanneder… Ama ne profesörlerin, ne akıllı geçinen uyanıkların kandırılıp dolandırıldıklarını da duymadık değil hani!
Kim kendini aptal olarak kabul edebilir ki? Her insan kendiniz çok zeki ve uyanık zanneder…
Peki o zaman bu kleptokratlara ve kakistokrasi rejimini kuranlara kim oy veriyor?
Toplumların nitelikli insanlar yerine yeteneksiz cahiller tarafından yönetildiği kakistokrasi sistemi hiç de yabancı gelmeyecek…
Şöyle bir soru yönelteyim size: “Bir toplum bilgi ve birikime sahip, yetenekli insanlar yerine hiçbir vasfı olmayan, liyakatsiziler tarafından yönetilirse ne olur?”
Bizim ülkemiz (kağıt üstünde) demokrasiyle yönetiliyor, dünyanın büyük bir kısmı da bu yönetim biçimini benimsiyor ama çoğunlukla bu durum 'sözde' kalıyor. Yani, dediğim gibi sadece kağıt üstünde.
Her ne kadar konu başlığım cahillerin yönetimi olsa da, Kakistokrasi’nin karşıtı bir rejim daha var, o da “meritokrasi” yani akıllı ve zeki insanların bir araya gelerek, toplumun her bireyi için sistem geliştirmesi ve bu sistemle ülkeyi yönetme biçimi… Eşit hak ve temsiliyet hakkının olduğu demokrasi bir yanda, soyluların yönetimde olduğu aristokrasi öte yandayken biz vatandaş olarak hangisini seçeceğiz? Meritokratik bir yönetim biçimini bir topluma benimsetmek mümkün mü? Yönetenlerin liyakat usulü yönetime gelmesi ya da halkın böyle insanlardan oluşan ya da oluşacak bir partiye oy vermeleri, olanaksız görünüyor. Hele ki, cahillerin ferasetine güvenilen ülkelerde liyakat sahibi eğitimli akıllı insanlardan korkulur, hasbelkader, makam ve mevkii sahibi olmuş eğitimli gibi görünen cahillerin hışmına uğrarlar! Çünkü o ülkede kontrol demokrasi görünümlü kakistokratların eline geçmiştir!
Tıpkı kleptokraside olduğu gibi bu kelimenin kökeni de antik Yunan’a dayanır. Kakisto; kötü, yetersiz anlamına gelen bir kelime, krasi de, güç, hükmetmek, yönetmek anlamına gelir. Size ne kadar tanıdık geliyor bilmiyorum ama yetersizlerin, kötülerin halka hükmetmesi yönetimde olmasına kakistokrasi deniyor. Bu durum sadece geri kalmış ülkeler için geçerli değil, pekâlâ bu durum için dünyanın süperi ABD’yi de örnek göstermek mümkün. Hele ki, şimdiki seçilmiş başkan Donald Trump’ı düşündükçe, böyle biri süper Abd’nin nasıl da başkanı olur, Amerikalılar nasıl olur da bu kadar boş bir adamı kendilerine başkan seçer, anlaşılır gibi değil, deseniz de, önceki başkanlara bakıldığında durumun da çok da farklı olmadığı görülür. Gerçi ABD’de başkanların sembol olduğu, kontrolün farklı odaklarda bulunduğu bilinen bir gerçek ama her halde Trump gibisi ne ABD’ye ne de bir başka ülkeye nasip olmaz(!)
2019’un son günlerini yaşadığımız şu dönemde dünyanın birçok ülkesindeki yönetim şekillerine baktığımızda çoğu zaman yöneticilerin yetersiz olduğunu görürüz.  Bu kişilerin sistemde birer istisna olduğu düşünülür. Dünyanın her yerinde bu insanlar görevden gittikten sonra hak edenlerin yerine geleceğine inanılır ama o sistem değişikliği hiçbir zaman gerçekleşmez.
Çünkü çark bir kez işlemeye, sistem çalışmaya, rejim yerleşmeye başladı mı, o sistemi değiştirmek sonrasında büyük bir yıkım getirebilir… Bakınız Irak’a, Libya’ya ve hatta Sovyetler’e…
Hem kakistokrasilerde ve kelptokraside kontrolü ele alan siyasetçiler ülkenin bütün organlarını kendilerine bağlarlar… Öyle bir bağlılıktır ki bu, kendileri düştüğü an ülkelerini de beraberlerinde batırıp giderler…
Hal böyle olunca demokrasiden yahut meritokrasiden uzaklaşan toplumların kakistokrasiden gördüğü bir fayda da yok, çünkü toplumlar bu durumu seçerek yaşamıyor, gerek hukukun gerek halkın yaklaşımları sebebiyle zorunlu olarak geçiş yapılıyor.
Kimse 'bizi niteliksizler yönetsin' diyerek sandığa gitmez. İdeal yönetim biçiminin hayal olduğunu bilse de kakistokrasinin temel problemi başta olanların yetersiz olmaması da değil. Bazı ülkelerde halkı bu yönetimlere muhtaç bırakan bir sistem oluşur. Çünkü muhalefetin beceriksizliği, halkı kakistokratlara mahkum eder. Alternatifsiz kalan iktidardaki parti ummadığı bir şekilde onlarca yıl iktidarda kalır…
Bu sistemde başa geçenler yeteneksiz oldukları için sundukları hiçbir vaadi gerçekleştiremeseler bile halk onları baş tacı etmeye devam eder.
Allah’tan bizim ülkemizde halkımız çok uyanık, fazla uyanık, asla kakistokratlara oy vermez, beceriksiz yöneticileri hemen, şak diye anlar ve liyakata önem veren partileri tercih eder(!) Sadece bugün değil, 20 yıl önce de böyleydi, 50 yıl önce de… Öyle ki, kendisine ilk işçi haklarını kazandıran lideri bile bir çırpıda harcar, asgari ücretinin artmasını sağlayan partiyi bile vatan haini ilan eder.
Bizim vatandaşımız çok akıllıdır çook, asla hayyıınlara oy vermez, hele kendisini kandırana, yalan söyleyene, sözünü tutmayana, kendi kendisiyle çelişen, kendini yalanlayan liderlere hiç oy vermedi, vermez ve vermeyecek(!)
Peki kutsal kitabımız Kuran’da yazdığı söylenen “her toplum layık olduğu gibi yönetilir” ifadesi gerçek mi?
Evet… Her ne kadar kelimesi kelimesine öyle yazmasa da, Enfal suresi 53. ayet şöyle diyor: “Bir toplum, kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz Allah işitendir; bilendir”

@SuatOktySnck 

KAYNAKLAR: https://onedio.com/haber/toplumlarin-nitelikli-insanlar-yerine-yeteneksiz-cahiller-tarafindan-yonetildigi-kakistokrasi-sistemi-tanidik-gelecek-891355 https://spectator.org/the-new-kakistocracy/ http://www.insightweb.it/web/content/kakistocracy https://reyhanputun.wordpress.com/2019/06/21/kakistokrasi/

Yazımın video versiyonunu izlemek için tıklayın: 


Pazar, Aralık 15, 2019

Kleptokrasi nedir, bilen parmak kaldırsın!

Kaç türlü yönetim şekli var bilir misin?
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi, teokrasi dini ağırlıklı yönetim biçimi, teknokrasi teknik yöneticilerin karar verdiği yönetimi biçimi, meritokrasi yönetim gücünün, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir, (keşke böyle bir yönetim biçimine sahip olsak) otokrasi bir çeşit monarşi yönetimine verilen addır. Monarşilerde güç aile bireylerinde soydan sopa geçer, otokrasilerde yani benokrasi de denebilir buna, tek adam yönetimi de öyle…
Ve sosyalizm, kominizim, faşizm, diktatörlük, kapitalizm vs vs…
Bunları duymuş olabilirsiniz ama ben size bu yazımda bambaşka bir yönetim anlayışından, ülke yönetme sisteminden ya da sistemsizliğinden söz edeceğim.
Hazır mısınız, evdeyseniz evinizin kapılarını, araçtaysanız, emniyet kemerinizi sıkıca bağlayan, oturduğunuz yere iyice yapışın, ceplerinizi, cüzdanlarınızı güvene alın… Gerçi fayda etmeyecek, çünkü söz konusu yönetim biçimi nerede olursanız sizi kendine mahkûm eder ve halkını soyarken bile mutlu olmasını sağlar. Çünkü bu yönetim biçimine “Kleptokrasi” denir…
Kleptokrasi’yi kaçınız duydu bilmiyorum ama ben bu terimi sosyal medyada bir paylaşımda gördüm önce, internette araştırınca da Onedio sayfasında da konunun işlendiğini görünce biraz faydalanayım dedim… Yunanca hırsız anlamına gelen "κλέπτης" - "kleptes" ve hükmetmek / güç anlamına gelen "κράτος" - "kratos" kelimelerinden oluşan 'kleptokrasi' hırsızlar yönetiminin adı. Kleptokrasi rejiminde iktidarda bulunanlar kamu yetkileri ve kaynaklarını kendi mal varlıklarını ve zenginliklerini geliştirmek için kullanırlar. Bu tip rejimlerde yönetici sınıf kamu kaynakları üzerinden kendisini ve yandaşlarının zenginleşmesine sebep olurken, yaygın yolsuzluk ağları sebebiyle toplum zarara uğrar.
Nasıl demokrasi rejiminin olmazsa olmazı çok partili siyasi hayat, temel hak ve özgürlüklerin korunması, hesap veren kamu yönetimi ve demokratik yönetim ilkeleriyse, Kleptokrasi rejiminin de var olabilmesi ancak otoriter hükumetler ile mümkün. Bu yönetim bütün gücün tek bir kişide toplandığı diktatörlük veya bir grup elinde toplandığı oligarşiler olabileceği gibi, askeri cuntalar veya diğer otokratik yönetimler de olabilir. Bir kleptokrasinin yönetim biçimi pratikte baskı rejimidir ve hükumet toplum aleyhine yüksek bir güce sahiptir.
Demokrasilerde güçler ayrılığı ilkesi, güçler arasında bir denge ve fren mekanizması kurarak, üstün kamu gücüne karşı güçsüz durumda olan bireylerin temel hak ve hürriyetlerini etkin bir şekilde korumak amacıyla yasal garantilere alınır.
Kleptokratik yönetim biçiminde ise bu durum rejime karşı yönelmiş bir tehdittir. Böyle bir şey olursa yöneticiler (kleptokratlar) kamu kaynaklarını kişisel menfaatleri için kullanamayacakları için, gücü tek bir adama bağlamak için halkını yalan vaatlerle kandırlar. Bu sebeple kleptokrasilerde kuvvetler ayrılığı ya yoktur ya da sadece "görüntüde" bir kuvvetler ayrılığı bulunur. Yürütme organı hem yasama hem de yargı organlarını kontrol eder.
Bir ülkede Kleptokrasi olup olmadığını nasıl anlarız?
Kamu kaynaklarının hesap vermeden, kişisel amaçlar için kullanılıp kullanılmamasına bakarak…
Bir ülkede kamu kaynakları etkin bir şekilde bir kişi veya grubun zenginleşmesine yönelik olarak kullanılıyorsa o ülkede güçlü bir Kleptokrasi rejimi var demektir!
Ayrıca Kleptokrasilerde şeffaflık yoktur, kamu kaynaklarını kullananlar bu kaynakların nasıl kullanıldığının hesabını vermezler. Bu sayede yönetici sınıf kamu kaynaklarını istediği gibi kullanabilir.
Kleptokrasi rejimlerinde devlet yöneticileri kamu kaynaklarını kişisel banka hesabı veya mal varlığı muamelesi görür. Devlet hazinesi bu şahısların ihtiyaçları doğrultusunda kullanılır. Kamu kaynaklarının nasıl harcandığını denetleyen etkin bir mekanizma olmadığı için bu kaynaklar yöneticilerin talep ettiği lüks harcamaları da karşılamaktadır.
Kleptokraside kamu kaynaklarının nereye harcanacağı gibi kime harcanacağı da rejimin yöneticileri (kleptokratlar) tarafından belirlenir. Bu sayede yöneticiler kamu kaynaklarını belirli yandaşlara aktarırken, onlardan da bu "izin" karşılığında kişisel menfaat temin ederler.
Kleptokratikle yönetilen ülkelerde insani gelişmişlik oranı düşerken, temel hak ve hürriyetler erozyona uğrar, ekonomik ve sivil hayat kalitesi düşer, sadece iktidardaki parti ve yandaşları zenginleşir, bir çeşit saadet zinciri kurulmuştur ve zincir kopana kadar saadet sürer!
Kleptokrasilerde düşünce ve ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü ile basın özgürlüğü yok edilir. Bu durum vatandaşların kamuyu etkin bir şekilde denetlemesini engeller. Toplum kendi finanse ettiği devletin kaynakları nasıl kullandığını öngöremez hale gelir.
Kleptokrasilerde ekonomik kaynaklar yöneticiler tarafından tek taraflı olarak kullanıldıkları ve yandaşlara aktarıldığı için, iş hayatında kaliteli ve düzgün iş yapma ahlakı ortadan kaybolur. Gerçekten iyi iş yapabilecek veya bu liyakata sahip firmalar, haksız rekabete uğradıkları için piyasayı ortalama yeterliliğe sahip ancak yandaş iş adamları domine eder. Geniş kitleler daha kötü ürünler için daha yüksek fiyatlar vermek zorunda kalır.
Liyakat değerlendirilmediği için yatırım ortamı bozulur, girişimciler yatırım için kullanacakları kaynakları yolsuzluk ağlarına rüşvet olarak aktarmayı bu yolla kamu ihalesi alarak çabucak zenginleşmeyi düşünürler.
Kleptokrasi yönetimlerinde yaygınlaşan yolsuzluk nedeniyle genellikle doğrudan yabancı sermaye yatırımları azalır. Bu da ülkelerin istihdam yaratmak için ihtiyaç duyduğu kaynaklardan ve gelecekte ülkeye fayda sağlayabilecek gelişmişlikten yoksun kalmalarına neden olur.
Kötü kullanılan ekonomik kaynaklar nedeniyle toplum sahip olabileceği daha iyi adalet, sağlık ve eğitim hizmetinden yoksun kalır. Bu da toplumun uzun süreli yapısını etkileyecek bir dezavantaj yaratır.
Peki dünyada Kleptokrasi ile yönetilen ülke var mı?
Olmaz olur mu?
Mesela Endonezyalı asker ve siyasetçi. 1967-1998 yılları arasında Endonezya devlet başkanı olarak görev yapan Suharto, Endonezya'yı yönetirken, kurduğu kleptokrasi ile 15 ile 35 milyar dolar arasında servet edindi. Ferdinand Emmanuel Edralín Marcos, 1965-1986 arasında Filipinler devlet başkanı. Filipinlerde iktidarı sırasında oluşturduğu kleptokrasi rejimiyle 5 - 10 milyar dolar arasında bir zenginliğe ulaştı. Romanya Cumhurbaşkanı Nikolay Çavuşesku 25 yıllık iktidarı süresince kendisi şatafat içinde yaşarken halkı sefalet içindeydi. 1989 yılının Aralık ayında karısıyla birlikte kaçmaya çalışırken yakalanmış ve Noel günü idam edilmişti. Bir iddiaya göre, Rumen diktatörün servetinin büyük bölümünü yurt dışına kaçırdığı, bir kısmını da Türkiye'deki bir medya patronunun babasına emânet ettiği konuşulmuştu. Gerçi o medya ve bir ara parti kuran malum aile Ak Parti ile birlikte yurt dışına uzanmış(!) mazi olmuştu ya neyse… Mobutu Sese Soko, Kongo'da 5 milyar dolar servet biriktirirken, Nijerya Devlet Başkanı Sani Abacha 2 - 5 milyar dolar, Yugoslavya'da Milosevic 1 milyar dolar, Haiti Devlet Başkanı Jean Claude Duvalier 800 milyon dolar, Peru Başkanı Fujimori ise 600 milyon dolar servet edindi.
Uluslararası siyaset bilimciler tarafından tipik bir kleptokrasi olarak kabul edilen Rusya'nın Devlet Başkanı Putin'in ise 203 milyar dolar servet sahibi olduğu iddia ediliyor.
Peki ya bizimkiler, aa olur mu hiç bizimkilerin alnı secdeye değiyor, elhamdülillah hepsi Müslüman… Hiç Müslümandan Kleptokrat olur mu? Olmaz tabi, gerçi başka Müslüman ülkelerde olur, bizde olmaz, hiç olur mu canım aşk olsun yani, Ortadoğu ve balkanların en zengin lideri Türkiye’deymiş, yok Man adalarına para kaçırmışlar, yok gemicikler, yok bilmem kaç odalı saray, 300 odalı yazlıklar, şu yok bu, hepsi kıskanç Kılıçdaroğlu ve pis ve beceriksiz muhalefetin iftirası.
Yol yaptılar yoooollll…

@SuatOktySnck 


YAZININ VİDEO VERSİYONUNU izlemek için tıklayın:

Perşembe, Aralık 12, 2019

Erdoğan kimin cumhurbaşkanı?

Erdoğan Türkiye ülkesinin, vatandaşlık bağıyla yaşayan insanların Cumhurbaşkanı mı? Yoksa sadece kendisine oy veren seçmeninin mi? Evet, Türkiye'nin seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkeyi tek başına ve kendi kendine yönetmeye ya da yönetememeye devam ediyor...
Yanlış okumadınız "yönetememeye" NATO dörtlü zirvesinden sonra yaptığı açıklamada, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın yanına şahsını ekleyen Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti'ni kendisinden ibaret gördüğünü bir kez daha gözler önüne serdi.
Aynen şöyle dedi Erdoğan, NATO dörtlü zirvesinde İngiltere, Fransa, Almanya ve şahsım"
Vallahi de billahi de son cümlesinde tam da bunu dedi: "şahsım"
Ne demek şahsım?
Yani o tek, diğerleri hepsi(!)
Şahsına münhasır biri olduğunu biliyorduk da, kendisini Türkiye Cumhuriyeti'nden ibaret sandığını ilk defa bu kadar alenen ve açık açık beyan etti Sn Erdoğan...
Yani şair burada, "ben var ay ben, ben bu alemin kralıyım, ben halifeyim, ben olmasam hepiniz bittiniz, değil Türkiye, değil dünya, galaksinin de lideriyim(!)" diyor da biz farkında değiliz galiba...
Elbette son bölümü bilerek ben mübalağa ettim. Çünkü bu ülkede yaşananların izahı olamıyorsa mizahı olur.
Erdoğan koskoca Türkiye Cumhuriyeti ve halkıyla dalga geçiyor, makara yapıyor...
Öyle bir hale geldi ki, kendisini Türkiye, Türkiye'yi de kendisi sanıyor.
Bu hastalıklı bir ruh hali, bu vaziyeti hem kendisine, hem ailesine, hem partisine, hem de Türkiye Cumhuriyeti'ne onanmaz derecede büyük zararlar verecek...
Belki yarın belki yarından da yakın...
Cumhurbaşkanı sn Erdoğan'ın gündemi sarsan açıklamaları sadece bu da değil... Nobel hakkında söylediklerini ciddiye bile almıyorum, çünkü gündem değiştirmek için yatığı  beyhude bir çabadan öte değil...
Yemedim, kimse de yemedi...
Fakat ve belki de nihayet Suriyeliler ile ilgili baklayı azığından çıkardı Reis, hiç bir Suriyeli mültecinin geri gönderilmeyeceğini söyledi ve vatandaşlık hakkı verileceğini ima etti...
İşte bu gündemi değiştirmez, direk sarsar. Çünkü yurdum insanının canına tak etmiş durumda Suriyeli mültecilerin dvarlığı, onlara tanınan bazı imtiyazlar...
Bu karar Erdoğan'ı da Ak Parti'yi de, 18 yıldır kurduğu sığ siyasi anlayışı da yıkar geçer!
Böyle bir şey yaparsa Erdoğan, hem ülkenin içine dinamiti koyar, hem de kendisinin.
Bu bir harakiridir, aha buraya yazdım!
Peki bu karar Sn Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendi kararı mı sizce?
Hiç sanmam...
Zira Erdoğan'ın son ABD ziyaretinde Turmp'ın "Suriyelileri vatandaşlığa alın" önerisini unutmuş değiliz...
Son söz; şu soruyu soralım: Erdoğan Trump'ın neden her istediğini yapıyor? Daha ne kadar, nereye kadar Trump'ın isteklerine evet diyecek ve neden?

@SuatOktySnck 

Konuyla ilgili videomu izlemek için tıklayın:


Cumartesi, Kasım 30, 2019

Haluk Bilginer'in suçu ne?

Hani bir fıkra vardır bilir misiniz?
Ahirette, tecrübeli zebani, yeni işe başlayan çaylak zebaniyi, cehennemi gezdirip, azap kuyularını tanıtıyormuş.
"Bak" demiş usta zebani, "burası Japon günahkarların azap çektiği kuyu. Görüyorsun değil mi, her kuyunun başında bir zebani, dışarı çıkmaya çalışan günahkarları elindeki değnekle deptirip ateşe geri itiyor...
Genç zebani kuyuyu inceledikten sonra takılmış usta zebaninin peşine ve gelmişler Amerikalıların kuyusuna, benzer uygulama orada da varmış.
Derken, Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol, Rus, Çin, Eskimo, Aborjin, Afrikalı vs vs cehennemin azap kuyularını gezmişler ve tüm kuyuların başında görevli bir zebani hepsi de aynı işi yapıyormuş: çıkmaya çalışanı içeri deptirmek.
"Sen de bunu yapacaksın" demiş usta zebani, çaylak zebaniye...
Ancak genç zebani merak içinde kalmış, çünkü her kuyunun başında bir görevli bulunurken, sadece tek bir kuyunun başında kimse yokmuş ve kuyudan fokurdama sesinden başka hiç bir ses çıkmıyormuş.
Çaylak zebani dayanamamış ve merakla sormuş;
"Her kuyuda bir görevli var ama bir kuyu hariç, benim görev yerim o kuyu mu olacak?"
"Haa, o mu?" diye gülerek yanıt vermiş usta zebani, "yok canım, o kuyuda hiç kimseyi görevlendirmedik. Çünkü o kuyuda Türk günahkarlar yanıyor!"
Genç zebani afallamış ve saf saf sormuş: "nasıl yani, ne alaka?"
"Yav, dedim ya o kuyuda Türkler yanıyor diye, sağ olsun bize çok yardımcı oluyorlar. Kuyudan çıkmaya çalışan Türk oldu mu, hemen altta kalan Türk onu ayağından çekiyor, diğeri çıkmaya çalıştı mı, bir başkası da onu çekiyor ve bizim işimizi kolaylaştırıyorlar. O nedenle o kuyuda görevli yok. Türkler sağ olsun!" diye karşılık vermiş, deneyimli zebani...
Evet; şaka ama gerçek payı var değil mi?
Bir Türk başarılı olmaya görsün daha başarısının tadını çıkarmaya fırsat vermeden hemen başlarlar karalama kampanyasına ve ayağından tutup aşağıya çekmeye...
Bakınız Haluk Bilginer'e...
47.Uluslararası Emmy Televizyon ödüllerinde "En İyi Erkek Oyuncu" seçilince, önce toplum olarak gururlandık, çok geçmeden sosyal medyada başladı bir saldırı... Haluk Bilginer Atatürk'e ve Türklüğe hakaret etmiş miş, yok şunu demiş, yok böyle konuşmuş vs vs...
Ve altına yapılan hakaret dolu yorumların haddi hesabı yok...
Yani anlayacağınız, başlamışlar Haluk Bilginer'i ayağından çekiştirmeye, yukarı çıktı, biraz sivrilip parladı ya...
-Bu Haluk Bilginer var ya Atatürk için, "90 Yıldır Atatürk'e tapınmakla meşgulüz" demiş....
-Yuhhhhh...
Duuurr daha dur, üstelik; "benim varlığım neden Türk varlığına armağan olsun" demiş,
-Vayyy nankör vay...
Bilginer o ödülü aldı almasına da bilin bakalım nasıl aldı? Emmy bildiğimiz o Emmy değil ve ödülün sponsoru da Ay Yapım. Yaaa...
-Desene torpil yapmışlar öyle miiii?
Tamam, var sayalım torpil yaptılar Haluk Bilginer'e, ustalığına ve yeteneğine zeval getirir mi bu durum?
Hayır...
-Ha, bir de Ay Yapım tek başına mı verdirmiş bu ödülü, yoksa uluslararası bir jüri mi karar vermiş?
-Uluslararası bir jüri karar vermiş....
-Hmmm...
-Yani sadece Ay Yapım'ın sözü geçmiyor o yarışmada öyle mi?
-Peki, diyelim ki Ay Yapım bastırdı parayı Bilginer'e o ödülü verdirdi, ya diğer ortaklar kendi adamlarına ödül verdirmeyi başaramamış mı?
Valla eğer öyleyse bravo Ay Yapım'a(!) Diğer ortakları alt edip bunu başardıysa helal olsun diyelim...
Diyelim mi?
Hayır, gerek yok neden? Çünkü bu yarışmaya her ülkeden diziler ve ekipleri aday gösteriliyor, uluslararası bir jüri karar veriyor.
Yani Bilginer ustamıza öyle haybeden ödül veren olmamış, kaldı ki, şahsiyet dizisindeki performansını takdir etmeyen de yok...
Eee, bu karalama çabası niye...
Atatürk için Türklük için şunu bunu demiş...
Haluk Bilginer'in söylediği iddia edilen sözler yanlış mı? 90 yıldır Atatürk'ü gerçekten doğru anladık da o yüzden mi memleket bu halde?
Soruyorum; Atatürk'ten sonra gelenler, ülkeyi emanet alanlar ne yaptı, ona "neredeyse" tapınmaktan başka? Her tarafa heykellerini dikmek, her caddeye, her spor kompleksine, kültür merkezine adını vermek yetti mi çağdaş bir ülke olmaya? "Varlığım Türk varlığına armağan olsun ne demek?"
Bu söz kutsal bir metin değil, sadece bir şiir ya da andımızın içinde geçen ve bir insan tarafından (dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından) yazılan sözden ibaret olduğunu anlamak için üstün bir zekaya sahip olmak mı gerekir? Yoksa sadece sözlere değil, uygulamaya ve ülkenin ne üretip üretmediğine bakmak gerekmez mi?
Söyleyin; Türklerin dünyaya ve insanlığa yoğurttan başka sunduğu nasıl bir hizmet var, ne gibi teknolojik yenilik var?
Nedir bu idrak sorunumuz?
Nedir bu birbirimizin ayağından çekiştirmeler?
Yahu adam ödülü almaya giderken bile Türkçe "Merhaba" diyor "meeerhabaaa"
Türkçe... Hiç mi gurur uyandırmadı ya da bir holivuuud filiminde onu görmek, mesela Ben-Hur filminde....
Hadi diyelim o filme burun kıvırdınız, peki son Joker filmindeki performansıyla efsaneleşen Joaquin Phoenix'e oyunculuk dersi verdiği 2001 yapımı Buffalo Soldiers'a ne dersiniz?
Başka ne vereyim abime?
Türk sinemasından bir kaç örnek sarayım mı? Burada mı yersiniz, paket mi yapalım? Masumiyet olsun mu, ondan biraz daha eski Kara Sevdalı Bulut var mesela... Yanına biraz Polis, biraz Kış Uykusu... Ha tabi ya Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü'de Karagöz performansı, olsun mu, hadi o da olsun(!)
İşte bu Haluk Bilginer'e cımbızlanarak alıntılanmış sözlerle karalama yapıldı...
Sosyal medyadaki paylaşımların altına yaptığım bir eleştiriye, çok değer verdiğim gazeteci bir ağabeyim bana "Kusura bakma ama Suat, bu dille HDP kafasındaki insanlar konuşuyor. Okuyunca çok şaşırdım" dedi...
HDP kafası mı? Siz hiç Atatürk'ü savunan, Atatürk'ün ne demek istediğini anlamaya çalışan bir HDP'li gördünüz mü?" diye karşılık verdim...
Kaldı ki, HDP bir terör örgütü mü ki "HDP'li gibi düşünmek suç olsun?
Üstte yazdıklarımın hangisi yalan? Söyler misiniz bu ülkemiz bugün neden bu sorunları yaşıyor? Sorumlusu kim? Atatürk, her adım başına heykellerinin dikilmesini, her meydana adının verilip, emanetine ihanet edilmesini mi isterdi, yoksa çağdaş kalkınmış bir ülke haline gelinmesini mi? Bu mudur Atatürk'ün öngördüğü çağdaş ve demokratik ülke? Söyler misiniz, biz insanlığa, dünyaya nasıl bir teknolojik yenilik sunduk, nasıl bir katkımız oldu da bununla gurur duyalım? Bugün bizi yönetenler nereden geldi, uzaydan mı? Atatürk'ten sonra ülkeyi emanet alan siyasetçiler hangi okullarda yetişti de bu ülke bu kötü dönemleri yaşar oldu? Bu bizim kaderimiz mi?
Benim için Atatürk'ün sadece adı değil fikri, düşüncesi zekası, dehası değerlidir  ve emin olun ulu önder bugün yaşasaydı, kendi adını putlaştıranları, adının içini boşaltanları ne yapardı  siz düşünün...
Atatürk'ün en büyük şanssızlığıysa ondan sonra gelenlerin onu idrak etmekten uzak olmaları...
Onun adını, istiklal marşını ve sadece bayrağı sevmenin yeterli olduğunu sanıyorlar.
Çünkü yıllarca bunu dayattılar.
İstiklal marşını ezbere bildin mi, Atatürk'ü çok sevdin mi, yeter...
Ya gerisi? Atatürk'ün fikirleri, idealleri, hedefleri?
Benzer bir durum muhafazakarlar için de geçerli değil mi? Bir kaç dua okumayı bilip, beş vakit namaz kıldın mı, kuranı öpüp yüksek bir yere koydun mu, ezan okununca televizyonun, radyonun sesini kıstın mı, hele bi de kuranı hatim ettiysen, anlayıp anlamamış olman önemli değil...
Al sana kapı gibi(!) Müslüman...
Öte yandan da işte sana aslan gibi(!) Atatürkçü, milliyetçi...
Sığ bir milliyetçilik, sığ ve yüzeysel bir Atatürk sevgisi, sığ bir dini inanç...
Bu olanları, yaşananları görünce Atatürk'ün bu zihniyete rağmen batmış, bitmiş bir imparatorluktan nasıl da çağdaş bir ülke kurmaya çalıştığını ve başarmak için çabaladığına hayret ediyor, aziz hatırasının karşısında saygıyla eğiliyorum...

@SuatOktySnck 

Yazımın videosunu izlemek için tıklayın: 

Pazartesi, Kasım 25, 2019

CHP'ye kumpası Turgut Özal kurdu(!)

-Hayır ben kurdum kumpası!
-Yok yok Ahmet Özal'ın babası Turgut Özal kurdu(!)
Ya bu cehapeye kumpası kim kurdu?
Galiba kim kurduya gitti(!)
Çünkü CHP öyle bir parti haline geldi ki...
Cacık ve hıyar benzetmesi bile artık kifayetsiz kalıyor...
Keşke yanılsaydım ama lanet olsun yine haklı çıktım.
Bu solculardan bi cacık olmaz demiştim de etrafımdaki bazı solcu dostlarım üzerine alınmış, bana kızmıştı.
Bakın şu CHP'nin düştüğü ya da düşürüldüğü duruma...
Bu duruma nasıl düştü ya da gerçekten de birileri mi düşürdü koskoca CHP'yi, yoksa beceriksiz ve basiretsizler yüzünden mi bu hale geldi?
Atatürk'ün kurduğu parti, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu unsurlarından, bir zamanların halkın umudu parti ile sosyal medyada troller makara yapıyor.
Dinazor gazeteci Rahmi Turan'ın iktdar karşıtı Sözcü Gazetesi'nde ki köşe yazısında kaleme aldığı, yok yok, yanlış yazdım, kuyuya attığı taş, suyu bulandırmakla kalmadı, ortalığı toz duman etti...
Ortalığı derken aslında CHP'yi toz duman etti...
Rahmi Turan'ın, bir CHP'linin BeşTepe'de, Erdoğan ile gizli bir görüşme yaptığı, Erdoğan'ın da bu görüşmede bu CHP'liye CHP Genel Başkanlığı'na aday olması için tavsiyede bulunduğu haberini üflüyor, o da bunu köşesinde yazıyor.
Kim üflüyor?
Talat Atilla?
O kim?
O da bir gazeteci, haberi kendi yazmıyor ama başkasına paslıyor...
Önce Uğur Dündar'a, sonra Candaş Tolda Işık'a...
Dündar ve Işık bu pasın ofsayt koktuğunu hissedince, pas Rahmi Turan'a geliyor, 80'lik Turan da lapin gibi atladığı bu tartışmalı bilgiyi sorgulamadan köşesine koyuyor...
Saray'a gittiği iddia edilen bu isimin kim olduğu tartışılırken gözler bir anda Muharrem İnce'ye çevrildi, Erdoğan ile İnce'nin görüştüğü ima edildi...
Yalnız burada şöyle bir durum var; Muharrem İnce'nin birinden böyle bir talimat almasına ihtiyacı yoktu ki, zaten onun hem Cumhurbaşkanlığı'na, hem de CHP Genel Başkanlığı'na aday olacağı biliniyordu.
Bu kargaşada düğümün, Kemal Kılıçdaroğlu'nun tutarsızlığı ve gelmekte olan fırtınayı sezemeyip sorumluluk alamamasıyla kördüğüm haline geldiğini anımsatmakta yarar var!
Muharrem İnce'nin kendi köyünde yaptığı basın toplantısında açıkladığı gibi, Kılıçdaroğlu ile telefonda yaptığı görüşmeden sonra söylediği "Burada bir yalan var. Parti yara alacak, yanına geleyim birlikte görüntü verelim" uyarısına, Kemal bey'in "Tamam haber vereceğim" demesine rağmen geri dönmemesi, tüm bunlara rağmen FoxTV'ye katılıp, "Ben şaşırmadım efendim. Doğrudur. İsim vermek istemiyorum" açıklaması kafaların karışmasına sebebiyet verdi.
Kemal Kılıçdaroğlu'na bu bilgiyi kim verdi?
"Tamam haber vereceğim" dediği halde İnce'ye neden dönmedi ve "birlikte kameralar karşısına çıkalım" teklifine neden kayıtsız kaldı?
Bu sorular karşılıksız kalınca ister istemez "acaba Kemal bey'i parti içerisinde kontrol eden yönlendiren birileri mi var? Muharrem İnce'nin kast ettiği, CHP içinde yer alan ve kumpası kuran grup olarak tanımladığı kişiler mi Kılıçdaroğlu'na her istediğini yaptırıyor?" sorusu aklımıza düşüyor?
İşin bir başka boyutuysa, Baykal ailesinin kontrolündeki Halk TV'nin, Muharrem İnce'nin basın toplantısının canlı yayınını yarıda kesmesi akıl alır gibi değil.
Bu tavır, bu davranış Muharrem İnce'nin CHP'den tasfiye edilmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışıldığının ilk işaretlerinden biri değil de nedir?
Peki tavır kime karşı yapılıyor?
CHP'nin içinden çıkmış ve partinin en alt kademesinden en üst kademesine kadar çalışmış, mücadele etmiş, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayına...
Muharrem İnce kimdir?
Son yerel seçimlerde, Ekrem İmamoğlu dahil, CHP'nin tüm belediye başkan adaylar için il il, ilçe ilçe dolaşmış, kendi imkanlarıyla partisinin başarısı için mücadele etmiş, gerçek bir CHP'li değil midir?
Sosyal medyada paylaşımlara baktım da, nankörlük olur olur da bu kadarı da olmaz, dedirtecek, yorumlara rastladım...
CHP teşkilatı elleriyle Muharrem İnce'yi yandaş kanallarına itti, onlar da bunu tepe tepe kullandılar.
Halk TV canlı yayını yarıda keserken, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi hiç bir açıklamasını göstermeyen A-Haber bile İnce'nin basın toplantısını canlı yayınlıyorsa, düşünüp sormak lazım: Bu ortamı kim yarattı?
CHP'yi dizayn etme çabası varsa, kim fırsat verdi?
Bu bir kumpas ise bu kumpası kim kurdu?
Peki ya Muharrem İnce basın toplantısı düzenlemekle doğru mu yaptı, hata mı? Yoksa tüm olanları sineye çekip susmalı mıydı?
Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce ile yan yana basın toplantısı düzenleyip birlik ve beraberlik mesajları içerisinde görüntü verseydi, varsa eğer bir kumpas, kumpası kuranların ellerinde patlamaz mıydı?
Peki Kemal bey neden bunu yapmadı?
O kadar çok soru var ki...
Bence şu kritik soruları yöneltelim kendimize:
Cumhurbaşkanı Erdoğan rakip olarak karşısında kimi ister? Her seçimde evire çevire yendiği ve şamar oğlanına çevirdiği Kemal Kılıçdaroğlu'nu mu?
Yoksa halkın dilinden konuşan, kendisini dinleten Muharrem İnce'yi mi? Bu soruya verilecek yanıt "#CHPyeKumpasvar mı, yok mu?" sorusunun da yanıtıdır.
Hepsi bir yana bu duruma en çok Ak Parti ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan seviniyordur, kuşkunuz olmasın, Beştepe'de ki en kral dairesine kurulmuş, bacak bacak üstüne atmış, derbi maçı izler gibi CHP'nin düştüğü durumu izliyor, içinde de "beter olun" diye kıs kıs gülüyordur.
Bunca seçim kaybettiği halde istifa etme erdemini gösterememiş, partisine hakim olamayan, halk nezdinde itibarı ve sempatisi kalmamış, kendisini dinletemeyen Kemal Kılıçdaroğlu'na kim nasıl güvenecek?
Sokaktaki adam, "Partisini yönetmeyi beceremeyen biri ülkeyi nasıl yönetecek?" diye soruyor. Ve halkın büyük bir bölümünün bunu görmüş olmasına rağmen, cehapelilerin görmemesi ya da görmek istememesi, 17 yıldır Ak Parti ve Erdoğan'ın neden alternatifsiz olduğunun da karşılığı değil mi?
Peki, CHP ve Kılıçdaroğlu bu sorunun üstesinden gelebilir mi?
Bu saatten sonra zor. Çünkü Kemal bey, İnce'nin "birlikte görüntü verelim" teklifine kayıtsız kalmakla bu fırsatı da tepmiş oldu ve kıvılcımın yangına evrilmesine sebebiyet verdi.
Bu saatten sonra yapılacak tek bir şey var. Kılıçdaroğlu'nun istifa edip, genel başkanlığı başkasına bırakması!
Bunca seçim kaybettiği halde koltuğunu bırakmamış biri şimdi gider mi?
Elbette ki hayır...
Yani CHP'de aynı tas aynı genel başkan...
Neyse, daha önce ne demiştim, "bu solculardan ve elbet en çok da CHP'den ne bir cacık olur, ne de ayran!"
Keşke haksız çıksaydım.
Şimdi şöyle geriye dönüp bir bakalım; ülkede onca sorun ve sıkıntı varken, bozulan ekonomiyi, artan işsizliği EYT'lileri, Erdoğan ve ailesinin mal varlığını, Suriyelilerin durumunu, hükumetin dış politikadaki başarısızlığını hangimiz konuşuyoruz?
Yarınlar umutsuz, yarınlar karanlık ama siyaset her zamankinden daha kirli ve çirkin...

Ve bir şiir...
Bülen Ecevit'in kaleminden;
"YARIN"
birşeyler olacak yarın
duruşundan belli
kırdaki atların
bulutların koşuşundan belli
kazışından köstebeklerin toprağı
karıncaların telâşından belli
birşeyler olacak yarın
belki bir tomurcuk
belki bir ağacın düşen yaprağı
belki de bir çocuk
pek o kadar göremesek de uzağı
kuşların uçuşundan belli
birşeyler olacak yarın
öbürgünden önemsiz
yarından önemli

Bülent Ecevit

@SuatOktySnck 

Yazının video versiyonunu izlemek için tıklayın: 

Pazartesi, Kasım 18, 2019

"Boyacı" güldürürken BŞ Belediyesi düşündürüyor!

Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu sezonun ikinci yeni oyunu "Boyacı"nın galasını, Tayyare Kültür Merkezi'nde yaptı...
4 ay önce kaybettiğimiz usta yazar Tuncer Cücenoğlu'nun kaleme aldığı 2 perdelik komedi oyununu Murat Liman yönetti...
Bir doktor muayenehanesine, boya yapmak üzere gelen ama karısı Gül'ün de aklını çelmesiyle doktorun yerine geçen boyacı Kadir’in başından geçenlerin anlatıldığı oyunda, boyacı Kadir'i Mehmet Ali Açıl, karısı Gül'ü de yine kendi karısı Didem Akın Açıl canlandırıyor ki, öyle böyle değil, tek kelimeyle döktürüyorlar. Sadece Açıl çifiti de değil, ona eşlik eden Nihal Türksever, Günay Güney, Uğur Serener, Volkan Yıldız, Kutlay Akbal, Didem Hun Liman, İpek Zeylan, Sergen Bölük ve Seçkin Kaymaz da akışı fazlasıyla hak ediyorlar. Oyunun müziklerine imza atan ise yönetmen Murat Liman'la birlikte Ömer Göktepeliler...
Kahkaha garantili, son yıllarda Şehir Tiyatrosu'nda izlediğim en keyifli komedi "Boyacı"ydı diyebilirim...
Murat Liman, geçen yıl da "Salaklar Sofrası" oyununu hazırlamış ama nedense hiç sahnelenmeden oyun çöpe atılmıştı.
Edindiğim bilgilere göre, oyunun bir yerinde şarap içme sahnesi varmış ve bu nedenle, tam gösterim aşamasına gelindiğinde, Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne çöreklenmiş yobaz zihniyet nedeniyle oyun harcanmış.
Sanki oyunda gerçekten şarap içilecek, sanki oyun icabı dahi olsa şarap mizanseni günaha sokacak! Pes ki, ne pes...
Peki hangisi daha günah?
Emeklerin yok edilmesi mi, gerçek olmayan bir şarap sahnesini sergilemek mi?
Bu nasıl zihniyettir, bu nasıl köhne anlayıştır. Benzer bir olay, 2008'de Ali Düşenkalkar'ın sahneye koyduğu Deli İbrahim oynunun da başına gelmişti. Benim de rol aldığım muhteşem oyunda, kadın oyuncuların kostümlerinin dekolte içerdiği iddiasıyla, bir sezon sahnelendikten sonra gösterimden kaldırılmıştı.
Yine benzer bir yaklaşım nedeniyle, Uluslararası İpek Yolu Film Festivali 'nin de Recep Altepe döneminde yok edildiğini anımsıyorum!
Neymiş gerekçesi, festivale katılan yabancı konuklara kokteyllerde alkollü içki ikram ediliyormuş...
Neyse, gelelim tekrar "Boyacı" oyununa...
Hafta sonu Tayyare Kültür Merkezi'nde oyunun galası yapıldı. Gala'ya Cücenoğlu'nun eşi Aygül Cücenoğlu ve çocukları da katıldı. Cücenoğlu, eşinin Bursa için daha önce hiç bir yerde sahnelenmemiş bir oyun yazmak istediğini, ama buna ömrü vefa etmediğini söylerken bir hayli duygulandığı görüldü.
Ayrıca Tayyare Kültür Merkezi Fuaye Alanı'nda, usta yazar Tuncer Cücenoğlu'nun 50. sanat yılı anısına hazırlanan ve birçok dile çevrilmiş, çeşitli ülkelerde sahnelenmiş oyun afişlerinin sergisi açıldı.
Yani aslında her şey çok iyi düşünülmüş sanki ama eksik bir şey vardı...
Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş...
Bursa'ya ilk geldiği dönemde sanatçılarıyla toplantılar yapmış, onların yanında olduğunu göstermişti.
Peki ya neden galalara katılmaz sn Aktaş?
Bir önceki "Kanatlar" oyununun galasında da yoktu, Boyacı'da da görünmedi sn başkan?
Böylesi önemli bir galada kendi öz sanatçılarının yanında yer almayacak da ne zaman gelecek?
Sn Recep Altepe bu yetenekli insanları hep ihmal etmiş, kıymet bilmemişti.
Nilüfer Belediyesi başkanları, sn Bozbey ile Sn Erdem de her oyunun galalarında sanatçılarını asla yalnız bırakmazken, sn Alinur Aktaş'ın, Sn Altepe gibi davranması üzücü...
Üzücü ve eksi bir durum daha var, o da Şehir Tiyatrosu'nun galalarının sönük geçmesi...
Son iki galaya gazeteciler ilgi göstermezken, tiyatroseverlerin de kayıtsız kaldıkları dikkatlerden kaçmadı.
Galalarda yaşanan o coşku ve heyecan törpülenmiş sanki...
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu ile kıyaslayınca arada çok büyük fark çıkıyor ortaya.
Neden Bütükşehir Belediyesi'nin tiyatrosunda benzer coşku ve heyecan yok?
BŞ Belediyesi mi tanıtımda yetersiz kalıyor, yoksa Şehir Tiyatrosu'nun idaresinde mi bir sıkıntı var, anlamış değilim.
Acaba, Şehir Tiyatrosu oyunlarını iyi satamıyor mu?
"Satamıyor" derken, tanıtımını iyi yapamıyor anlamında söylüyorum bunu.
Çünkü Bursa BŞ Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nun olanakları Nilüfer'den çok daha fazla ve daha iyi...
Acaba, zihniyet farkının yaratığı sonuç olabilir mi?
Bir yanda sanatçılarına özgür bir ortam yaratan bir yapı, diğer yanda sanatçılarına müdahale ederek onları sınırlayan zihniyet?!
Hangisi acaba?

@SuatOktySnck 

Perşembe, Kasım 14, 2019

Gelelim İsmet Paşa’nın günahlarına…


Kafamı yıllardır kurcalayan bir kaç soru vardı ve 10 Kasım günü o sorular tekrar aklıma gelince bu yazıda sorulara yanıt aramaya çalışacağım. İsmet İnönü nasıl biriydi sizce? Bazı kesimler, Atatürk'e bir şey diyemediklerinden, onu sert bir şekilde eleştirirken, diğer bir kesim de Atatürk kadar olmasa bile bana abartılı gelen büyük bir sevgi beslerler İsmet Paşa'ya... Atatürk'ün en çok güvendiği isimlerden biriydi kuşkusuz, ülkeyi de gençlerle birlikte önce ona emanet etmişti. Ya da Genç Türkiye Cumhuriyeti ona kaldı... Peki İsmet İnönü kendisine kalan veya verilen bu emaneti doğru ve Atatürk'ün hedeflediği şekilde koruyabildi mi, yoksa yanlışları var mıydı? Bu yanlışlarına değiniyorum. Bu yanlışlarını duymak/okumak istemeyen varsa peşinen söyleyeyim yazıyı kapatsın, gitsin hoşlarına gidecek yazılar okusun. Bu yazının içeriği bir çok kişinin canını sıkabilir, demedi demeyin...
Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi?
Ne oldu da cumhuriyetten ve Atatürk’ten geniş bir kitle bu kadar çok nefret eder oldu?
10 Kasım 1938’den sonra ne oldu da, ülkeyi emanet alanlar yönetemedi, yönetmeyi beceremedi bu güzelim ülkeyi?
Siz merak etmiyor musunuz?
Nerede yanlış yaptı, Atatürk’ten sonra gelenler?
Neden, Atatürk’ün hedeflediği ve çizdiği yoldan değil de, tamamen çıkarcılığa ve menfaate dayalı
bir rejim ortaya çıktı?
10 Kasım günü ben bunu düşündüm…
Gerek Anıtkabir’de yaşanan Erdoğan tezahüratları, gerek rabia işaretinin yapılması, gerekse Sn Erdoğan’ın muhalefet liderinin elini sıkmaması, bana bunları düşündürttü?
Nasıl olur da ülkenin Cumhurbaşkanı, alenen, göz göre göre yalan söyleyebilir?
Gerçi Sn Erdoğan’ın ilk yalanı değil; Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Ramazan Ayı olduğuna bakmadan mitinglerde, yapmadığı havaalanları, barajları kendisinin yaptığını söylemişti gerçi ya, bu seferki yalanı gerçekten de halkını cahil bırakma, cahilliğinden yararlanma açısından çok tehlikeli bir yalandı.
En son ne dedi Erdoğan?
“Harf devrimiyle birlikte %50 olan okuma yazma oranı sıfırlandı!”
Peki Atatürk ne demiş harf devriminin yapılma gerekçesi için?
"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."
Bir yanda halkının aydınlanması, bilinçlenmesi için çabalayan ilk Cumhurbaşkanı Atatürk, diğer yanda
Inandığı ve mensup olduğu İslam dini tarafından bile günah olarak kabul edilen yalana baş vurarak halkının cehaletinden medet uman, cahil kalması için yalan söylemekten çekinmeyen son Cumhurbaşkanı…
Ne demişti Hitlerin Propagandacısı Joseph Goebbels, “yalan ne kadar büyük olursa ve ne kadar çok tekrar edilirse, hem inananı çok olur, hem kendi o yalana inanmaya başlar!
Müslümana yalan söylemek günahmış, yok yandaşları bu günaha ortak oluyormuş, bunların hiçbirine değinmeme gerek yok. Çünkü her şey ortada.
Benim derdim başka: Nasıl oldu da Türkiye bu duruma geldi, suçlusu kim, onu sorguluyorum.
Hemen, 10 Kasım 1938’in sonrasına gidiyorum ve şunu soruyorum:
Mustafa Kemal Atatürk öldükten sonra ülke kime kaldı?
Benim aklıma hemen tek bir isim geliyor!
İSMET İNÖNÜ…
 
Türkiye’nin bu güzle ülkemizin Cumhuriyet sonrası kader anları var ve bu kader anlarından belki de en önemlisi, 10 Kasım 1938’de yaşandı.
Kendine iyi bakmayan, sağlığına dikkat etmeyen, içki ve sigara illetinden sıyrılamayan Atatürk 57 yaşında, belki de en verimli, en faydalı olacağı çağda, hayata gözlerini yumdu.
Yok zehirlenmiş, yok şu olmuş bu olmuş. Geçin bunları, zehirlenme varsa bile bunu kendi kendine yaptı.
Bakmadı kendine ve dünya veda etti. Geride çok önemli bir eser bıraktı: Çağdaş ve özgür bir ülke: Türkiye Cumhuriyeti…
10 yıl daha yaşasaydı ya da beş yıl daha; ne olurdu, bilemem ama sağlıksız ve zihni bulanık birinin ne kendisine ne de başkasına faydası dokunabilir…
Peki kime ülkeyi bıraktı Atatürk?
Gençliğe…
Peki gençlik ne yaptı?
Onun emanetine ihanet etti…
Sadece bugün değil, 1938’den başlayarak
Günümüze kadar…
İlk ihanet İsmet Paşa’dan geldi…
Şimdi birileri, homurdanacak, “ayıp oluyo, haksızlık bu, yuhhhh” diyecek biliyorum ama onların vereceği tepki, bu acı gerçeği değiştirmeyecek.
Neden, hemen açıklayayım; Atatürk’ten sonra ülkeyi emanet alan İsmet İnönü, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni 2. Dünya savaşına sokmadı (belki de yaptığı tek doğru davranış buydu) ama
Yanlış politikaları nedeniyle Demokrat Parti’nin doğmasına sebebiyet verdi. Elbette bunda, dışarıdan gelen çoğulcu demokrasiye geçilmesine yönelik baskıların da etkisi yadsınamaz.
Fakat ne olursa olsun, Demokrat Parti ve Menderes-Celal Bayar döneminde ülkenin talan edilmesine kayıtsız kalmış ve belki de en önemlisi Köy Enstitüleri’nin kapanmasına ses çıkarmamıştı, ki bence ülkemizin ikinci kader anlarından biridir bu olay…
Bugün yaşadığımız birçok sorunun kaynağı da işte bu döneme dayanır. Zira, Demokrat Parti, cumhuriyet döneminin tüm kazanımlarını har vurup harman savurmakla kalmadı, hem ekonomik hem de sosyal anlamda gelecekteki krizlerin tohumlarını attı.
İyi de ne yaptı İsmet Paşa?
“sizi ben bile kurtaramam” demekle yetindi sadece, o kadar!
Başka ne yapabilirdi peki?
Mesela, çok partili sisteme geçilirken kontrolü elden bırakmayabilirdi. Bu güç ve dirayet vardı onda…
Ama o seçimleri kaybettiği için küsüp halkı cezalandırdı!
Demokrat Parti ülkeyi batırırken İsmet Paşa seyretti.
Taa ki, 1960’a kadar…
Ondan sonra olanlar ise tam bir trajedi…
Ülkenin gidişatından rahatsız olan ordu, İsmet Paşa’ya rağmen darbe yaptı ve generallere sözünü geçiremedi…
Peki Atatürk yaşamış olsaydı, Atatürk’e rağmen generaller o darbeyi yapabilir miydi?
Atatürk kontrolsüzce çok partili sisteme geçilmesine göz yumar mıydı?
İsmet Paşa neden göz yumdu?
Eğer İsmet Paşa çoğulcu demokrasiye geçişi kontrollü, yani yavaş yavaş, adım adım, kademe kademe yapsaydı ne Adnan Menderes arsızca davranabilirdi, ne de dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Menderes’in yanlışlarını destekleyebilirdi… Ve sonunda o asılma trajedileri de yaşanmazdı.
İşte bu yüzdendir ki, İsmet İnönü başta olmak üzere sonradan gelenler Atatürk’ün emanetine ihanet etti!
Bu ihanet çizelgesinde ordunun ve askerlerin günahı tartışılamaz. Özellikle de 1980 darbesi ve sonrasında olanlar, zaman zaman kabuk bağlayan yaraların iltihaplanmasına sebep oldu.
O yara tedavi edilemediği için bugün kangrene dönüşmüş durumda…
Kangren olan uzuv kesilip atılır da…

Kangren eğer vücudu ve özellikle baş kısmını sardıysa….

YAZIMIN VİDEO VERSİYONU İÇİN TIKLAYIN:

 

 @SuatOktySnck 

Pazartesi, Kasım 11, 2019

Turgay Erdem, Mustafa Bozbey’i aratır mı?


Yerel seçimlerin ardından BŞ Belediye Başkanlığı’nı kazanamayan Mustafa Bozbey’in Nilüfer Belediyesi’nde ki koltuğuna yardımcısı Turgay Erdem oturmuştu…
Erdem başkan seçildikten sonra, bir süre Bozbey’in kurduğu ekiple işlerini yürüttü. Mart’ta yapılan seçimlerin ardından 9 ay geçti…
9 ayda neler olur neler, en azından çocuk olur(!)
Turgay Erdem, bu süre içerisinde (haklı olarak) kendi ekibini kurmaya, bazı müdürlükleri değiştirmeye başladı.
Bunlardan biri de Güney Özkılıç, başarıyla yürüttüğü Kültür Şube Müdürlüğü’nden alındı…
Güney, yetenekli, başarılı ve çok etkili, entelektüel, üretken bir isim olmasına rağmen görevden alınmasına kimse anlam veremedi.
Nitekim Özkılıç’ı İstanbul Küçük Çekmece Belediyesi kaptı ve aynı pozisyona atadı…
Özkılıç’tan boşalan koltuğa henüz kimsenin atanmaması ise bir hayli ilginç.
Nilüfer Belediyesi’nin bugüne kadar kültür ve sanata verdiği destek ortada… Bunu kimse inkâr edemez.
Bu ortamı yaratan da kuşkusuz Mustafa Bozbey’in anlayışıydı. Bozbey gittikten sonra yeni başkan Turgay Erdem’in ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyoruz ama açıkçası kafalarda soru işaretleri oluşuyor.
Özellikle Güney Özkılıç gibi bir değeri bir çırpıda harcamasının anlamsızlığı dururken, şimdi de amatör sanatçılara ve tiyatro gruplarına sanatlarını icra etmek için ücretsiz sağladığı hizmeti durdurduğunu öğrendim.
Biz de Tiyatro İnSanat olarak, birçok kez Nilüfer Belediyesi’nin bize sunduğu fırsattan yararlanmış ve oyunlarımızı sahneleme imkânı bulmuştuk.  
Bu sezon için hazırladığımız “İçerdekiler” oyunu için dilekçe ile yaptığımız başvuruya “Artık devlet kurumları ve derneklerden de salon tahsis kullanım bedeli alınacaktır. Bu bedel günlük salon kullanımı 500 TL’dir” yanıtını aldık.
Yanıtı okuyunca, “Nilüfer Belediyesi de Ak Partili belediyelere benzemeye başladı” diye düşündüm.
Çünkü onlar da böyle yapıyorlar…
Ha, bir de Mudanya Belediyesi var ki, onların bize yaşattıklarını daha önce bu köşede yazmıştım.
Biz amatör bir tiyatro grubuyuz. Ne kazanıyoruz ki, günlük 500 TL salona verelim…
Öyle anlaşılıyor ki, Bursa’da sadece Nilüfer Belediyesi’nin Bozbey döneminde sağlanan özgür sanat yapma ortamında biz amatörlere hayat hakkı, sanat yapma fırsatı kalmıyor.
Gerçi, Nilüfer Belediyesi’nde görev yapan arkadaşlarımdan bu durumun, yani “salon tahsis kullanım bedeli”nin neden uygulanmaya başladığını öğrendim ama…
Yine de, “salonlar çok hor kullanılıyor, salonda oyun oynayan gruplar tesise zarar veriyor, bu nedenle artık kimseye ücretsiz vermeyeceğiz, bir bedeli olacak!” uygulaması bana makul ve mantıklı gelmedi.
O zaman, salon için para ödeyen gruplar, “madem parasını verdik istediğimizi yaparız, istediğimiz gibi kullanırız” düşüncesine kapılmayacaklar mı?
Bence çözüm, salon/sahne vs vs tahsis edilen okul, grup, dernek veya vakıflardan bir taahhütname alınabilir, kısa bir sözleşme yapılabilir ve salona verilecek zararın kullanıcıdan karşılanması koşuluyla bu hizmet sağlanmaya devam edilebilirdi…
Ama bunu yapmak yerine sadece “para karşılığı salon vermek” sanki Nilüfer Belediyesi’nin paraya ihtiyacı varmış da bu nedenle böyle bir uygulamaya gidildiği izlenimi yaratıyor.
Ve daha da kafa karıştırıcı olan ise “acaba Turgay Erdem, Mustafa Bozbey’i aratıyor mu?” sorusunu akıllara getirmesi…
Bence hepsinden daha üzücü olan ise bu algının yerleşecek olması…
İşte bu olursa, Turgay bey ne yaparsa yapsın, Ak Partililerden bir farkı yok, dedirtmeye başlayacak ki, o zaman "çalsın sazlar oynasın kızlar(!)" 
..bu imajı düzeltmek için uğraş dur!
Tabi, imajının zedeleneceğini düşünmüyorsa, yapacak bir şey yok, başarı ve bol şans dilemekten başka...

Perşembe, Kasım 07, 2019

Futbolun canı cehenneme(!) yaşasın tiyatro...

Nillüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu bu sezonun ikinci oyununu da sahneye koydu.
Oyunun adı: Yangınlar...
Wajdi Mouawad'ın "İçimdeki Yangın / Incendie" adlı oyunundan Türkçeye uyarlanan Yangınlar'ı sahneye koyan Murat Daltaban...

Aslında aynı gün ve yaklaşık saatlerde Galatasaray'ın Real Madrid ile oynayacağı Şampiyonlar Ligi maçı da vardı ama ben, eski bir spor muhabiri olmama rağmen artık sanatla iştigal eden biri olarak elbette tiyatro oyununa gitmeyi tercih ettim. İyi ki de böyle bir tercihte bulunmuşum; 6-0 yenilen kibirli Fatih Terim'in son şaheseri(!) yerine Murat Daltaban'ın ustalığını konuşturduğu şahane bir oyun izledim.
Nillüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu, sezonun ilk oyununda Hayali'nin Hayali ile sanatseverlerin karşısına çıkmıştı. Sezonun en iyi oyunu olacakken uzunluğu yüzüden (bana göre) bu şansını kullanamamıştı. Ama Yangınlar, tartışmasız bu yılın Bursa'da sahnelenen ve sahnelenecek (gerçi Bş Belediyesi'nin Murat Liman yönetiminde "Boyacı" adlı oyunu geliyor ama...) Oradaki atmosferin Nilüfer belediyesi kadar özgür olmadığını bildiğim için çok da umutlu değilim doğrusu...
Hele ki, geçen sezon yine Murat Liman'ın yönettiği ama sırf şarap şişesi görünüyor diye hiç sahnelenmeden gösterimden kalkan "Salaklar Sofarsı"nın akıbetini düşündükçe Şehir Tiyatrosu'ndaki arkadaşlarımın durumuna üzülmeden edemiyorum...
O nedenle, Nilüfer Belediyesi'nin sanatçılarına sağladığı özgür ortam için teşekkürü borç biliyorum.
Neyse gelelim "Yangınlar"a...
Nazım Hikmet Sahnesi'nde galası yapılan oyun için -adından başka- önceden her hangi bir bilgim yoktu.
Oyun başladı, giriş tiratları okundu ve derken...
"Anaaa, bu -İçimdeki Yangın- filminin oyunu...
Bir kaç yıl önce izlemiştim, 2010 Kanada yapımı Incendie'ın oyun versiyonu...
Daha bir dikkat kesildim izlerken, çünkü film çok etkileyiciydi ve izlerken tek kelimeyle insanı "sarsıyordu"
Gerçi orijinali zaten bir tiyatro oyunuydu ama sinema versiyonu gerçekten de izleyen derinden etkiliyordu...
İlk perdede yönetmen Daltaban metaforlara ağırlık veren danslarla karışık bir anlatım tercih etmiş.
Bu durum klasik izleyicinin algısını zorlasa da öykünün dokusuna farklı bir derinlik katmış.
Sahne tasarımı, dekor, müzikler (tabi ilk gösterim olduğu için zaman zaman replikleri bastırdığı da olmadı değil) ama duyguyu geçirme açısından çok başarılıydı.
Oyunun ışık ve kostüm açısından ilk bakışta sanki basit gibi görünse de sanat yönetimi de metaforik anlatıma yerinde hizmet ediyordu.
Ve elbette Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu'nun genç oyuncu kadrosu, her oyundan sonra bir kez daha devleşiyor. bazen düşünüyorum, neden hepsi bu kadar genç, neden hiç (orta) yaşlı oyuncu yok aralarında diye ama, hepsi birbirinden yetenekli ve her oyundan sonra deneyimleri katlanarak artıyor...
Çünkü aynı kadro sezon boyunca dönüşümlü de olsa neredeyse 7 farklı oyun için sahneye çıkıyor.
Kolay değil 3 farklı oyunun ezberi, karakterlerden kopmadan farklı karaktere geçiş ve üst düzey performans sergilemek. Umarım Nilüfer Belediyesi bu çocuklara hakkını veriyordur... 
Eğer "İçimdeki Yangın / Incendie" filmini izlemediyseniz, önce gidin oyununu görün, filmi o zaman daha bi keyifle izleyeceksiniz, zira filmin metaforu ile oyunun metaforu farklı iki ayrı lezzet...
Elbette biri tiyatro, biri sinema fakat sanatseverlere önerim; önce tiyatro versiyonu, sonra sinema...
Ha ne diyordum; Galatasaray, Real Madrid'den 6 yemiş...
Eee Fatih hoca kibrinin ve çok bilmişliğin faturasını Galatasaray Kulübü'ne ödetiyor...
Sırtına bindiği yerli oyuncular sayesinde (sözde) imparator Terim, yabancı oyuncular sayesinde de "imPARAtoner" olmaya doğru hızla ilerliyor.
Sanki Serdar Aziz ile Eren Derdiyok'un ahı mı tutuyor nedir...

Neyse, bir önceki yazımda "geleneksel medya öldü yaşasın internet medyası", diye yazmıştım;
şimdi de "futbolun canı cehenneme(!), yaşasın sanat, yaşasın tiyatro..." diyorum...

Büyükşehir Belediyesi'nin güzide festivali 18. Uluslararası Karagöz Kukla ve Gölge Oyunları Festivali'nin 11-16 Kasım tarihleri arasında yapılacağını anımsatarak yazımı noktalıyorum...

 @SuatOktySnck 

Cuma, Kasım 01, 2019

Geleneksel medya öldü, yaşasın internet medyası(!)


Geleneksel medya, klasik gazetecilik, televizyon ve radyo yayıncılığı tek tek son nefesini vermeye başladı. Bunun ilk örneği Bursa’da yaşandı ve Bursa medyasının amiral kuruluşu Olay, televizyon ve radyosunun sesini susturdu, ve görüntüsünü kararttı…
Üzgünüm, zira bugünkü dünya görüşümün şekillendiği, bu satırları az hatayla bu şekilde dile getirebiliyor ve düşündüklerimi anlaşılır şekilde ifade edebiliyorsam Olay okulunda öğrendiklerime ve yaşadığım deneyimlerime borçluyum.
1989’un sisli bir Kasım akşamı adım attığım Olay, benim için gerçek bir okul olmuştu. Hem gazetesinde hem de televizyonunda (ki televizyonunun kuruluşuna bizzat tanıklık etmişliğim vardır) hayatı haberleştirmeyi, haberciliği özetle gazeteciliği öğrendim.
Bakın, “gazetecilik” diyorum… Bugün gazeteci diye etrafta dolananların ne olduklarını hepimiz biliyoruz…
Benden sonra, uzun bir süre büyük oğlum Ferit de Olay TV’de haber spikerliği yaptı. Anlayacağınız Olay’ın bizim için yeri ayrıydı…
Neyse, 1 Kasım itibariyle Olay Medya’da TV ve radyo kepenk indirdi.
1 ay önce, 1 Ekim, “Cavit Çağlar fırsatı kaçırdı!” başlıklı bir yazı yazmış, “keşke kapatacağına tv ve radyoyu çalışanlarına bıraksaydı” demiştim.
Çünkü böyle bir eylem Cavit Çağlar’ın adını Türk medya tarihine kazıtacak ve tüm dünyada da haber olacaktı.
Elbette bu yazdığım Çağlar’ın umurunda değildi. Niye olsun ki, onun derdi zaten gerçek anlamda gazetecilik yapmak değildi. Gazete ve medya siyasi kariyerinde önemli bir bariyer, gücünü perçinleyecek, hatta muhafaza edecek bir araçtı sadece…
Evet vizyonuyla, doğru insanları etrafında toplamasıyla, birçok insana gazetecilik yapma fırsatı tanıdı, ben ve oğlum dahil birçok insan ekmek yedi, bu başka…
Fakat, amma ve lakin Cavit beyin siyasi kariyeri sona erip, bir beklentisi de kalmayınca medyaya olan ilgisi ve cazibesi de tükenmiş oldu.
Artık olay TV ve Olay FM yok…
Dediğim gibi, keşke çalışanlarına bıraksaydı ama ne yazık ki, Cavit Çağlar o algıdan çok uzakmış…
Gazetesi de ne kadar gider belli değil…
Geleneksel medya yavaş yavaş yok oluyor, yerini sosyal medya tabanlı internet haberciliği, internet yayıncılığı aldı…
Sokak röportajları yaptığımız oğullarımla birlikte kurup yürüttüğümüz Youtube kanalımız “Sen Ne Dersin” bile Olay TV’den daha çok izlenir olmuştu.  
25 Ocak’ta açtığımız kanalımız şimdiye kadar 20,6 milyon görüntülenme, 110,9 milyon dakika da izlenme aldı, hiç reklam yapmadan (an itibariyle) 53 bin 495 aboneye ulaştı…
Bir yanda milyon dolarlara kurulmuş bir medya şirketi, diğer yanda, bir kamera, bir bilgisayar ve dört kişi ile yürütülen bir Youtube kanalı…
Aynı şey internet portalları için de geçerli…
2 bin-3 bin liraya kurulan bir web sitesi çok düşük maliyetle habercilik yapabiliyor, üstelik hızlı ve üstelik etkili…
Peki ya doğru habercilik?
Gerçeklik, inandırıcılık…
Kalite?
Geleneksel gazeteler ne kadar, inandırıcı ve doğru, ne kadar kaliteliydi ki?
Eskiden belki ama bugün gazete ve televizyonların ne halde olduğu ortada…
Değişime ayak uyduramayan, çağı yakalayamayan her oluşumun sonu yok olmaktır.
Geleneksel medya öldü, el fatiha;
…yaşasın internet medyası!

Çarşamba, Ekim 30, 2019

Saygısız toplum takdimimdir-2


Bu yazımın başlığında neden “2” yazdığını sanırım anlamışsınızdır. Çünkü aynı başlığı bundan 5 ay önce de atmışım ve içinde yaşadığımız bu toplumun ne kadar saygısız, görgüsüz, eğitimsiz ve bencil olduğunu özetlemişim. Evet, “Saygısız toplum takdimimdir”
Elbette beş ayda ne değişebilir ki? Toplum aynı tas aynı hamam; değişen bir şey yok ve aksine saygısızlık barometresi giderek yükseliyor.       

5 ay önceki yazımda Avrupa Futbol Şampiyonası Grup Elemeleri’nde Fransa milli marşını ıslıklamıştı Konyalı futbol taraftarları… Yazımı bu minvalde kaleme almıştım.
Elbette bir toplumun saygıdaki gelişmişlik ölçütü bu değil.
Bu sefer içimizden, birbirimize karşı olan saygı ve hoşgörü ya da hoşgörüsüzlükten söz etmek istiyorum. Bursa BŞ Belediyesi’ne bağlı BURULAŞ bu güne özel ulaşımı 1 kuruş yaptı. (15 Temmuz’da bile ücretsiz, neden Cumhuriyet Bayramı’nda 1 kuruşu, diye sormuyorum artık)
Vay efendim sen misin ulaşımı ucuzlatan! Bursa sanki bunu bekliyormuş gibi toplu ulaşım araçlarına hücum etmez mi? Yalova Yolu istikametinden kent merkezine sefer yapan tüm belediye otobüsleri dolu… Gelen hemen her otobüs durmadan basıp gidiyor. 1, 2, 3, 5, 7…
Peki otobüsler gerçekten de dolu mu?
Evet ama öyle tıka basa da değil; dolu gibi ama arka taraflar biraz boş sanki…
Otobüslerin sürücüleri de araç dolu zannedip duraklarda durmuyorlar. En sonunda tabi biz yaklaşık yarım saat 40 dakika bekledikten sonra, merhametli sürücü durup bizi otobüsün arka kapısından içeri aldı. Vefakârlıkta, misafirperverlikte sözüm ona örnek olduğunu iddia eden yurdumun cefakâr(!) insanı, toplu taşıma araçlarında dolunay görmüş kurt adam gibi saygısız bir canavara dönüşüyor.
Otobüse bindim ama dayanamadım, başladım söylenmeye, sesimi de yükselterek ha bire homurdanıyorum.
“Siz nasıl insanınız, nasıl Müslümansınız, Müslüman nasıl bu kadar saygısız olur” vs vs açtım ağızımı, yumdum gözümü…
İnanın bana sadece tek bir kişi tepki gösterdi o da arkalara gelmiş bir vatandaş, üstüne alındı isyanımı. “Müslümanlığa laf söyleme ayıp oluyor” dedi ama o da beni yanlış anladı.
Ve esas üzerine alınması gerekenlerden hiçbiri gıkını çıkarmadı, çıkarmakla kalmayıp bulundukları yerden milim kımıldamadı. Arka taraflarda yine boşluk var ve önler tıka basa…
Binen binmiş ama “ben bindim bari başkaları dışarda kalmasın, ben de arkaya ilerleyeyim de yer açılsın!” diyen bir Müslüman evladı yok!

Otobüslerde durum böyleyken metroda farklı mı?
Orası daha da beter. İnenlere saygı göstermeyeni mi ararsın, yürüyen merdivenlerde sol koridoru işgal edeni mi, ne ararsan var!

Neyse, içinde bulunduğum otobüs ineceğim durağa geldiğinde bir çırpıda indim ve hemen ön tarafta şoför mahallinin bulunduğu yere gelip hala önde duran vatandaşlara bi de oradan seslendim. Allahtan bazıları kımıldama zahmetinde bulunup birkaç adım arkaya doğru yöneldi. Sonra ne oldu bilmiyorum. Sürücü arkadaşa dönüp, “uyarmıyor musunuz vatandaşı” diye sormaya gerek kalmadan, “ben bıktım arkadaş, ben bu milletten bıktım, ne halleri varsa görsünler, artık kimseye bir şey demiyorum, yoruldum” diye karşılık verdi. Ben de bizi yolda bırakmadığı için teşekkür etmekle yetindim.
Otobüs, metro ve trafikte saygısızlık hat safhada, ya asansörlerde…
Evet evet, asansörlerde!
Son yaşadığım örneği anlatayım.
Geçen hafta yaşlı annem rahatsızlandı, acilen Yüksek İhtisas Hastanesi, Kalp ve Damar Cerrahisi bölümünün yoğun bakımına kaldırıldı. Ertesi gün annemin durumun öğrenmek için babamla birlikte hastanenin yolunu tuttuk. Yoğun bakımın önünde kalabalıkta beklemeye başladık. Fakat o da ne, darbeli bir matkabın sinir bozucu gürültüsü ortalıkta yankılanıyor. Hastaneye mi, geldik şantiyeye mi, belli değil. Biz bile rahatsız olurken hastaların halini düşünmek bile istemiyorum.  
Neyse sonra asansörün gelmesini bekliyoruz, bir indi-çıktı, iki çıktı-indi, 3, 5, 7 derken, eşi çarşaflı bir amca önümüze geçti ve gelen asansörden şak diye dalmaz mı?
“Hooop usta, sıra bizim, nereye gidiyorsun” demeye kalmadı, “yalan söyleme ben senden önce geldim” demez mi?
Ya arkadaş, hem sıramızı çaldı, hem de yalancı etti beni, yuh ki ne yuh!

“Saygısız” dedim ama yok yok, sadece saygısız da değiliz, görgüsüz, edepsiz, terbiyesiz, utanmaz bir toplumuz biz.
Namus ve edep sadece bacak arasında kalmış ama beyinlerimiz çürümüş.
Çürümüş, kokuşmuş, yozlaşmış bir toplumun çökmesi kaçınılmazdır.
Belki de çöktük de farkında değiliz, kim bilir…




Pazar, Ekim 27, 2019

Alinur Aktaş, Recep Altepe'yi aratıyor mu?

Ya da şöyle sorayım, Alinur Aktaş neden İnegöl Belediye Başkanlığı'ndan Bursa Bş Belediye Başkanlığı'na atandı?

Ve ardında da seçimlerde, az farkla seçilerek koltuğunu korudu...

Gerçekten de Recep Altepe başarısız olduğu için mi refüze edildi yoksa başka şeyler mi var işin içinde!?

Gördüğünüz gibi soruyorum...

Çünkü gazetecinin görevi soru sormak.

Her ne kadar birileri gibi "tam" gazeteci sayılmasam da,  30 yıldır elim kalem tutuyor, şöyle ya da böyle gazetecilik yapmaya çalışıyorum.

Beni bilen bilir; sadece gazeteci de değilim, sanatla iştigal etmişliğim de var, yazar, çeker ve yeri geldiğinde de oynarım.

Ama oynak(!) değilimdir...

Ortada bir yanlış varsa bunu dile getirmek ve kamuoyunu, vatandaşı bilgilendirmek, önce gazetecinin görevidir, sonra da vatanını, milletini ve kentini seven, kentlilik bilinci taşayan her yurttaşın sorumluluğudur.

Gazeteci Atilla Sağım'ın tekrar gündeme getirdiği, daha önceden de Mehmet Ali Yılmaz'ın kaleme alıp ortaya attığı Bursa BŞ Belediyesi'ndeki BURULAŞ’ın “elektronik bilet” yolsuzluğunu geçen gün BŞ Belediyesi'nde çalışmış bir arkadaşıma sordum.

Aslında planlanmış bir şey de değildi, tesadüfen yolda karşılaştık ve durumu sordum laf arasında. Sanki arkadaşım sormamı bekliyormuş gibi öyle şeyler anlattı ki, ağazım açıkta kaldı ve aklıma şu soruyu düşürdü:

"Acaba Recep Altepe'nin ayağının kaydırılmasında elektronik bilet yolsuzluğu olabilir mi?"

Biliyorsanız, Altepe başkanlığı döneminde Çalık Holding’in bankası, Aktif Bank’a bağlı, “e-Kent” isimli şirketle bir ortaklık yapılmıştı. E-kent aracılığı ile elde edilen gelir ortak bir hesapta toplanması gerekirken Aktif Bank, BŞ Belediyesi'nden habersiz paraları başka bir hesapta biriktirmiş.

Peki ne kadar?

Sayıştayın raporlarına göre 12 milyon 740 bin 948 TL...

Ancak rakamın çok daha fazla olduğu ve Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin ve dolayısıyla Bursa şehrinin ne kadar zarara uğratıldığı tam olarak bilinmiyor!

Bi soru daha.. (Dur hele sorular daha bitmedi)

Çalık Holding kimdir, nedir biliyorsunuz değil mi?

Biliyorsunuz ama ben bir daha anımsatayım: Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın en yakınında bulunan isimlerden en ama en en EN yakınındaki Ahmet Çalık'ın...

Damadı Berat Albayrak da, vekil olmadan önce Çalık'ta cio idi...

Çalıklar, 2007'ye kadar da BursaGaz'ın sahipleriydiler...

Neyse; Recep Altepe döneminde Sayıştay'ın raporuyla BURULAŞ, Aktf Bank'a ve dolayısıyla da Çalık Gruba dava açtı...

Bakın burası çoh ama çohh önemli, aman dikkat!

Son yerel seçimlerden önce Recep Altepe görevden hooop el çektirildi ve yerine İnegöl dolaylarından Alinur Aktaş getirildi...

Sizin de kafanızda ampul yandı mı?

Çalıklar...

Sayıştay...

Dava...

Damat...

Altepe...

Alinur...

Ve, Alinur Aktaş ile birlikte yeniden yapılanan BŞ Belediyesi ve müdürlüklere yeni isimler atandı.

Elbette BURULAŞ'ın da müdürü değişti ve bingo!

Yeni müdür Kürşat Çapar'ın çok geçmeden, Altepe döneminde açılan davayı geri çektiği öğrenildi.

Ayaküstü karşılaştığım arkadaşıma sordum, "tüm bunları Recep Altepe biliyordu da neden Cumhrbaşkanı'na anlatmadı?"

Arkadaşım güldü ve "Dalga mı geçiyorsun, Erdoğan'a ulaşmak ne mümkün. Hem ulaşsa bile Cumhurbaşkanı'nın en yakın dostlarından birinin holdingi hakkında Altepe'ye mi inanır, yoksa kadim dostuna mı?" dedi.

Bir yanda Türkiye'nin en güçlü en muktedir insanı Recep Tayyip Erdoğan, diğer yanda Recep Atepe...

Recep Altepe'yi belediye başkanı olmadan önce kim tanırdı?
Ya Alinur Aktaş'ı?
Bunlar herşeylerini tek bir kişiye borçlular...
Sadece Altepe ve Aktaş mı?

Sn Erdoğan, yılardır en büyük desteği gördüğü, aynı yağmurda ıslandığı, aynı menzilde ilerlediği(!) kadim dostlarını harcayacak değildi ya...

Tabi bileti kesilen Altepe oldu...

Bu arada, Recep Altepe'nin masum olduğunu düşünmeyin sakın...

Etrafındaki leş kargalarının ona neler yaptırdığını, onların güdümünden kurtulamadığını, yedi sülalesini belediyeye doldurduğunu bütün Bursa biliyor.

Ancak benim anlayamadığım konu; tüm bunlara, göz göre göre ayağının kaydırılmasına rağmen Recep başkan neden çıkıp iki kelime söylemedi, neden hala susuyor, neyden korkuyor, gerçekten de merak ediyorum.

Neden acaba?

Hey gidinin atalarımız hey; ne de güzel de söylemiş, "tencerem dibin kara seninki benden kara" diye...

Zavallı Bursa, bir zamanların yeşil, güzel ama bahtsız şehrim benim...

Düşünüyorum da, son yerel seçimlerde Mustafa Bozbey kazansaymış, ortalık nasıl toz duman olurmuş, düşünebiliyor musunuz?

Ak Partili Altepe döneminde Türkiye'nin en borçlu şehri unvanını elde ederek utancımız olan Bursa BŞ Belediyesi'nde kim bilir başka ne dolaplar döndü?

Adana'da Ankara ve İstanbul'da ortaya çıkan mide bulandırıcı israf ve yolsuzluk haberlerini düşündükçe, Bursa'da olup bitenleri tasavvur edemiyorum!

Arkadaşıma son kez sordum: "Bunlar nasıl Müslüman, alınları nasıl secdeye değiyor, gece uyurken başlarını huzurlu şekilde yastığa koyabiliyorlar mı?"

"Yahu ne Müslümanlığı? Yemişim onların Müslümanlığını. Bunu yapanları merak etme, kuzu gibi uyuyorlardır. Zaten bunu dert etseler bu hırsızlığı yapmazlardı" diye tepki gösterdi soruma...

Şakayla karışık, "Ne o deist mi oldun yoksa? Bu söylemler deistlere özgü" diye son sorumu da yönelttim.

"Yok be ne deisti, benim inancımdan şüphem yok" diye yanıtladı, "Abdestinden şüphesi olan düşünsün!"

Vakti zamanında Recep Altepe'yi çok eleştirmiştim...
Alinur Aktaş'tan da epey umutluydum, ama gelinen noktaya bakıyorum da, "Alinur Aktaş, Recep Altepe'yi aratıyor mu?" diye sormadan edemiyorum...

Atilla Sağım'ın yazısı: http://www.tele16.com/burulasa-bir-dokunmak-yetti-makale,638.html

Mehmet Ali Yılmaz'ın Yazısı: https://www.yenibursa.com/bursa-daki-calik-olayi-makale,153128.html

@SuatOktySnck